30 Aralık 2011 Cuma

2012'YE DİLEKLER / 2012: A GOOD YEAR

Gezegenimizin kaynaklarını tüketmeden tükettiğimiz, felaket değil bereket getiren yağmurlar gördüğümüz, insan olmanın onurunu hatıra(t)mak zorunda kalmadığımız, çok çok sevdiğimiz, sevildiğimiz, sevindiğimiz bir yıl diliyorum.

Forget about Mercury, Susan Miller and the Mayans. Concentrate on what you really want in your heart and make it happen. Wish you all LOVE, happiness, joy, wisdom, patience, prosperity, creativity and of course more LOVE.


www.houseofhepworths.com


Ve bu kafası karışık blogger'ın kafası iyice karıştığında yazdığı yazılara bütün bir yıl boyunca göstermiş olduğunuz ilgi için gönülden teşekkür ediyorum. Blog dünyasının bir parçası olmayı, sizlerle tanışmış olmayı çok önemsiyorum.

24 Aralık 2011 Cumartesi

KISSY'Lİ GÜNLER

2011'in hayatıma soktuğu en vazgeçilmez canlı bir kedi oldu. Hayatta en çok istediğim şeylerden biri gerçekleşti; bir kedim oldu. Sonunda.

Bir kere sadece bana gelişi bile onu benim için vazgeçilmez yapmaya yetti; kardeşleri arasından onu babam seçti çünkü. Daha ilk dakikadan baba emaneti oldu.

Bana geldiğinde 2,5 aylıktı. Onu her kucağıma aldığımda burnuyla yanağıma öpücük kondurur gibi yaptığından pasaportunda Kısmet Hanım olarak yazılı adı Kissy'e dönüştü.



Yaz çok sıcaktı, ben mutsuzdum. Günler çok sıkıntılı geçti. Okuldan eve döndüğümde Kissy'i Ferguson makalemin notlarının durduğu dosyayı kemirmiş, masanın örtüsünü çekiştirmek suretiyle aşağı indirerek üzerinde duran meyva tabağını kırmış, bulaşık süngerini didiklemiş, annemin elleriyle diktiği petunyalardan konfeti yapmış buluyordum. Her akşam biteviye marifetlerini süpürüp bir torbaya doldurup kapıcımız Gökhan'a uzatıyor, kapıyı kapıyordum. İki saniye sonra çalan kapıyı açtığımda da Gökhan kaşla göz arasında dışarı kaçan Kissy'i uzatıyordu bana.


Konferansa gittiğimde bizimkilere bıraktım Kissy'yi. O sırada Türkiye'de olan abim ne kadar bezmiş olduklarını meşhur Gönül şarkısını Kissy'ye uyarlayarak telefonda şu şekilde ifade etmişti: "Nedir çektiğim senden/Kissy derdin hiç bitmiyor/Devirdiğin saksılara bak/Koca ev sana yetmiyor mu Kissyyyyy/Uslan artık deli Kissy/Hiç böyle yapar mı pisiiii/Uslan artık deliiii divane Kissy."



Çok şükür ki 6. ayını doldurduğunda çok belirgin bir şekilde uslandı. İnsanlar yemek yerken masaya zıplamamayı öğrendi, kağıt kemirmeyi kesti, kakasını yapar yapmaz poposunu yalamadan üstüme atlamaktan vazgeçti.

Sonra...sonra kocaman bir böceğin ardından 4 kat aşağıya, betona düştü. Onu aşağıda kakası kusmuğuna karışmış, korkudan tirtir titrerken bulduğumda aklım başımdan gitti. Kissy'yi ne kadar sevdiğimin ayırdına ilk defa o anda, onu kucaklayıp arabada yere yatırıp veterinere götürürken vardım. Radyoda "Düştüysek Kalkarız" (artık Kissy ile benim şarkımız oldu) çalıyordu, ölmeyeceğini anlamıştım ama ağlamayı bir türlü kesemiyordum. Veteriner sonra ağlamaktan akan rimellerin, dağılmış topuzun hatırına indirim yaptı bize. Kedi yoğun bakımı, kedi röntgeni ve kedi serumu hiç de ucuz değilmiş, faturayı babam ödedi gönüllü. 48 saat sonra Kissy'yi eve getirdim. Keyfi 1 hafta sonra yerine geldi, kokusu 2 haftada geçmedi, serum takmak için traşlanan patisinin tüyleri 3 haftada uzadı.

Şimdi 8. ayını doldurmak üzere. Sokaktan aldığımız halde kakasını bir kere bile kumunun dışına yapmadı. Sabah evden çıkarken ardımdan, gece yatarken kapattığım kapının diğer tarafında hiç ağlamadı. Kuşluk vakti uyanıp kapıyı açtığımda onu orada beni beklerken buldum hep.

O kadar bağımsız ve o kadar doğal ki ona bir şey öğretmek, öğrettiğimi öğrendiğini görmek kalbimi kırıyor. Benim bazen "patiska" diye öptüğüm beyaz patisi ile perdeyi aralayıp pencereden dışarı bakması ve uçan kuşlara belli belirsiz "maoov" demesi de... Bu nedenle de doğallığına yapacağım en büyük müdaheleden önce bir kere çiftleşmesine ve doğurmasına karar verdim. İran kedisi damat da buldum.

Demek ki bir sonraki kedi yazım Kissy'nin yavruları hakkında olacak.

17 Aralık 2011 Cumartesi

TOPLU TAŞIMA GÜNLERİ

Haftanın dört günü, sabah saat 8.10'da elimde içinde kedi kakası olan torbayla merdivenleri koşarak inip okul servisine yetişiyorum. Üniversite yeni kampüsüne taşındığından beri toplu taşıma günlerine geri döndüm. Saat olarak servise bağlı kalmak bazen bunaltsa da benzin masrafımın ve karbondioksit salınımına katkımın azalmış olmasından dolayı memnunum. Bir de tabii hayatıma yeni insanlar, görüntüler ve uğraşlar girdi. Ondan da memnunum.



Bir kere serviste öykü paragrafları yazmaya başladım. Yanımda oturan öğrencinin dikizlemediğini varsayarak avuç içi kadar not defterimi çıkararak bir-iki cümle karalayabiliyorum. Bir arkadaşım geçenlerde öylesine fal bakarken "Akça elinde hep kalem var sanki" dedi. "Doğru" dedim içimden. Şimdilik tablete ihtiyacım yok gibi.

Kitap da okuyabiliyorum. Yalnız Refik Halid'in Sürgün'ünü okurken bir an gözyaşlarıma hakim olamayınca hem bir Hazırlık öğrencisinin önünde ağlamış oldum hem de rimelim aktı biraz. Bugünlerde tedbirliyim. Çantamda Küçük İskender'in Bu Defa Çok Fena'sını taşıyorum.

Yolda giderken en sevdiğim görüntü kaldırımlarda salkım salkım birikip servis bekleyen İncek gecekondu bebeleri. Her sabah ana babaları bunları sarıp sarmalayıp servis yoluna getiriyor; geç kalanlar ise refüjlerde her an yola atlayacakmış gibi birikip en az 100'le giden şöförlerin ödünü koparıyor. Piçkurularının suratlarından belli, akılları derste değil yaramazlıkta. Ana babalarının arkasından birbirlerine tekmeler savurup duruyorlar.

Şimdilik en önemli sorunum bir kulağımda 4 diğerinde 5 delik olduğundan küpe takmayı yetiştirememek. Sonuç; ilk deliğe takılan büyük küpeleri hallettim mi geri kalanları bir Strabucks nane şekeri kutusunda cebime atıp mecburen serviste takıyorum.

Bir de tabii hazır cevap, hayat insanı şöförümüz Ramazan Bey var. İlk günlerde servis güzergahındaki, yolcu sayısındaki mevcut belirsizliklerin çözülmesini beklerken her sabah telefonda konuşmaya başladığımız Ramzan Bey, sorunlar çözülüp de ben ona "Artık rahat edersin aramam seni sabahın köründe" dediğimde "Ama alıştım hocam, arada ara da hatırımı sor" deyip güldürmüştü beni. Şimdi aklı benim 10 yaşındaki Golf arabamda; "kim ne kadar veriyorsa ben 300 lira fazla vereceğim Akça Hocam. Bak araban benim, ona göre" deyip duruyor her aklına geldiğinde. Kadın şöför düşmanı; "tır mı kullanıyon da frene basarak iniyon o yolu" diye kızıyor önüne gelene. Kız öğrencilerden birine de, bir kere park yerine zor girerken yardım etmek için "gel gel gel" yapınca, "sen kendi işine bak cadı" demişliği var. Ama karısına da aşık; her ne kadar ona da "lan Seloşcum" diye seslense de.

İşte şimdilik böyle gidiyor benim toplu taşıma günlerim. Arada da kulağıma abuk sabuk müzikler çalınıyor. Yanlış duymadıysam bir şarkıda melekler, birilerinin barışması için imza topluyordu.

30 Kasım 2011 Çarşamba

BİR PORNOGRAFİ ÖRNEĞİ OLARAK MECLİS TV

Gençsem, güzelsem, tüzel kimliğimi adliyelerde, ıslahevlerinde bıraktıysam
Meclis TV izleyip tahrik olduysam, 31 çektiysem, hatta 3 31,
Mayonezdir asıl sorumlu
K. İskender (Bu Defa Çok Fena)

Her zaman biraz öyleydi ama yeni yasama döneminin başlangıcından beri Meclis TV, pornografik şiddetin doruklarında geziyor. İnsanlar artık kim, ne demiş seyretmek için değil, hangi tanıdık isim, hangi iri kıyım muktedir vekilin sözlü ve/veya fiziksel tacizine uğrayacak, mümkünse yumruğunu yiyecek; onu seyretmeye, seyrederken tatmin olmaya, boşalmaya geçiyor ekran başına. Şiddete uğrayan insanların tanıdık olması görüntülerin pornografik özelliğini arttırıyor. Kaddafi'nin ölüm pornosu, videonun tıklanma sayısı kadar kişiyi tatmin etmedi mi?

Her insanlık haline verecek bir isim bulan gözünü sevdiğimin antik Yunanlıları, müdahil olmadan sadece seyrederek zevke gelme durumuna skopofili (scopophilia) demişler. Bugün bu terim çoğunlukla şiddet içeren hareketleri gözetlemek ya da açıktan seyretmekten cinsel tatmin duymak anlamında kullanılıyor. Meclis TV yayınları içimizdeki skopofili beslerken milletvekillerini de haz nesneleri olarak algılamamıza neden oluyor.

Yürütme'nin, 3 Mayıs'ta Yasama'nın kendisinden aldığı kanun hükmünde kararname (KHK) çıkarma yetkisi ile Yasama'nın yasa çıkarma yetkisi gasp edildi, TBMM idare kanunu bile yeniden KHK ile düzenlendi, TBMM usulden bile olsa karşı çıkamadan 25 mimar istihdam etmek zorunda kaldı diye kilit mi vuralım yani bu ulu mabedin kapısına? Elbette ki hayır. Tarih bilinci ve imparatorluk deneyimi, meclisleri kapamayı değil onlardan gladyatörlerin dövüştürüldüğü bir arena yaratmayı gerektirir. Nitekim bizde de öyle oldu.


Meclis İdari Amiri, kürsüde konuşmasını uzatan milletvekilini aldı, savurdu. Meclis Başkanvekili okkalı bir "hass*ktir" savurdu. İnsanlar artık kim, kime, ne savuracak diye geçiyor televizyonun başına.




Her zaman biraz öyleydi durum ama arada KHK'lar gelirdi Genel Kurul'a ki gelmesi de gerekir. Şimdi yapacak işleri de yok vekillerin. Anayasa'yı da "milletin iradesi" yapmayacağına göre...O zaman tokuşsun kafalar. Sen de tutma içinde; sal filini züccaciye dükkanına. Hangi fili? Skopofili.

Meclis TV! İnterneti sansürlü memlekette fakirlerin pornosu.

19 Kasım 2011 Cumartesi

BU ORTAÇAĞ HİÇ BİTMEZ!


Yeryüzünde unutulmuş olma duygusuyla başedememek fani varlığımızın üzerine gece gibi çöktü mü gözlerimizi Büyük Öte'ye dikeriz. Bekleriz ki umduğumuz işaret, dileyen gözlerimizin önünde, o an çakıversin. Bekleyiş uzarken unutulmamış olmanın yetmediğine karar veririz; "en sevgili kul" olduğumuzun da ispatını isteriz. Biz isteriz, işaret gelmez (aslında gelir de istediğimiz anda gelmez), gelmeyince de biz işaret avına çıkarız. Merkür'ün geri gitmesi, Ay'ın tutulması, meleklerin dünyada bıraktığı, yok kuş tüyü yok çamurda parlayan metal para gibi, izler, yarı değerli taşların hayırlı etkisi, kahvesi içildikten sonra fal için devrilen fincanlar, kaderi değiştirmesi olası Tarot kağıtları, bizi bu işaretlere götürecek aracılardır; bel bağladığımız. Biri "şöyle şöyle yaptım, dileğim oldu" mu dedi, ertesi gün aynısını yapmaya kalkışırız. Çünkü yeryüzünde unutulmuş olma duygusu beşerin omuzunda ağır bir yük, ancak çok, belki de en çok sevildiğinin kanıtı ile hafifleyecek.


http://elementsunearthed.com/2009/07/24/early-modern-technology

Böylece, akılcılığın zirve yapmış olması gerek bir çağda batılın, mistiğin, astronominin, astrolojinin birey üzerindeki yetkisi neredeyse Ortaçağ'daki kadar genişler. İşaret avı sürer gider. İşaret gelir ama istediğimiz anda gelmez. Beşerin boynu bükük kalır.

Halbuki herkesin dileğini öte tarafa iletebilecek kendine özgü bir çaresizlik enerjisi var; sadece ona ait bir dilek anı -başkasının topladığı işaretlerin peşinden koşarsa kaçıracağı.

****

Konuyla İlgili Kişisel Not:

1) Elimle üzerinden gittiğimde bana unutulmadığımı, unutulmayacağımı muştulayan bir dövme var ense kökümde. Hayır, "Allah" yazmıyor.

2) Sol gözbebeğimde çıkan zonayı tedavi ederken babamın, göz sağlığına iyi geldiğini ve İranlılar'ın nazar boncuğu olarak kullandığını okumuş olduğu için Gümüşlük'ten aldığı ağır akik taşlı bir kolyeyi takmışlığım var yaz sıcağında. Gözünüzde zona çıktıktan sonra, Allah esirgesin, "iyi geliyor" deseler boynunuza değirmen taşı bile asarsınız yalnız.

3) Bir de işte, Öte ile iletişim koridorunun açıldığını hissettiğim anda yanlış dilediğim için başıma dilemediğim şekliyle gelen bir gönül meselem var. Dileğini aşikar ederken hangi kelimeleri kullandığının anlaşılan önemi var. Galiba yukarıdakinin gerçekten hınzır (acımasız demeye dilim varmıyor) bir espiri anlayışı var.

Bu arada, kahve fallarını, çantamdaki at kestanelerini, Hıdırellez'i saymıyorum bile... Akılcı tarafta olduğuma inansam da aklımın çözmeye yetmediği çok fazla mesele, insanlık hali var beni bunaltan.

12 Kasım 2011 Cumartesi

CİNNET GÜNDEMİMİZ

Azra Bebek'ten gayrı mucize yaşanmadı Van'da. Gelen haberler hep kötü; kendimizi alıştırmamız istenen hep en kötüsü. Hele ikinci deprem 5.6 şiddetiyle devirebildi ya çok katlı binaları; yorgun, kaçak, hasarlı oldukları için. Sonra bir de kara kış bastırdı. Enkazdan çıkan ölülere, naylon çadırlarda üşüdüğü için zatürre olup ölen bebeler eklendi. Uyum seminerine katılmak için biraraya gelmiş gencecik öğretmenlerin toplu ölümlerinin acısına, görev başında ölen 2 gazetecinin acısı bindi. Gazetecilerin sosyal güvencesinden yıpranma payını çıkaranlar, gazeteciliğin sadece İstanbul plazalarında yapılmadığını hatırlamış mıdır acaba bu vesileyle? Depremde ölen öğretmenlerin memleketlerine gönderilen cenazelerinden, THY 250 lira almaya utanmamış, onu biliyoruz bakın.




İktidarın halka hitap ettiği zamanlarda kendini alkışlatmasına alışığım da hiçbir zoraki alkış, Başbakan'ın Erciş'teki konuşmasından sonra duyduğumkiler kadar dokunmamıştı insanlık onuruma. Bu hafta bir de Kamer Genç'in TBMM kürsüsünden hoyratça itilmesi çok rencide etti beni.

TÜBA'nın başına gelenler ise ayrı bir ibret hikayesi. TÜBA'nın eleştirilecek çok yanı olduğu kesin. Her şeyden önce bilim dünyasında sözü geçen, saygın bir akademi olmayı başaramadı onca zaman. Ama şimdi... Şimdi özerkliği gitti elden. Sadece Yürütme'nin atayacağı adaylar, tek başlarına karar almada gereken çoğunluğu oluşturabilecek bundan sonra. Ayrıca bu kadar kalabalık bilim akademisi olur muymuş? İstediğiniz kadar halkçı olun, bilim akademisi dünyanın her yerinde seçme, seçkin ve seçkinci olur.

Velhasıl enkaz çok memlekette. Van'ın "afet bölgesi" ilan edilmesi yetmeyecek. Türkiye'nin "afet ülkesi" ilan edilmesi gerekiyor.

3 Kasım 2011 Perşembe

İYİ BAYRAMLAR


Büyüklerimizin ellerinden, küçüklerimizin gözlerinden öperiz.

Akça & Kissy

1 Kasım 2011 Salı

OFİSİMİN KARŞISI ÇAY OCAĞI AMAN

Yeni kampüse taşınalı 1 ayı geçti. Bölüm Başkanı bana "odanı seç" diye kat planını gösterdiğinde çay ocağı, seçtiğim odanın çaprazında kalıyordu. Taşınma başladıktan sonra ne göreyim, tam karşısındaymışım meğer. Laz müteahhit kurbanı oldum sanırım.

Aslına bakarsanız günler, çay ocağının karşısında, beklediğimden daha neşeli geçiyor. Bir kere çok ziyaretçim olmaya başladı. Çay ocağına gelen kapım açıksa bana da uğruyor. Kapım kapalıysa belli ki çalışıyorum... Fakültenin iltifat etme fırsatını kaçırmayan kıdemli profesörlerinin nazik sohbetini de çok seviyorum; bir tanesi "aaa yönetime teşekkür edeceğim vallahi, okulun en güzel hocasını çay ocağının tam karşısına koymuşlar" dedi mi, ben kikir kikir.



Tabii çay ocağı karşısındaki ofis, benim sakin hayatıma bir de yeni şahsiyet soktu: Çaycı Mehmet Pala; herkesin deyimiyle Pala Mehmet, benim deyimimle Pala Bey. Çay ocağını çiçek gibi tertemiz tutan Pala Bey, kaynayan çayı ile de etrafta kimse yoksa "Hey yavrum hey. Nasıl da gaynıyor bah. Bekmez be bekmez" diye konuşuyor. O derece seviyor işini.

Çayını pekmez diye seven bir üniversite çaycısının başına gelebilecek en kötü şeylerden biri hiç şüphesiz, ekmek teknesinin tam karşısındaki ofiste çay içmeyen, sevmeyen, kahve düşkünü, hem de nasıl düşkünü, bir hocanın varlığı olsa gerek. Elimdeki kahve fincanının, dükkanının bereketini kaçıracağından korkmasından mıdır nedir, beni bıkmadan çayın olduğundan haberdar ediyor, çay içmemi bekliyordu önceleri. İki kere sabrı taştı; birinde "Sen de sabahları takıyon bu gahveye Akça Hocam" diye, diğerindeyse "Akşamüstü çay içilir. Nokta!" diye yedim azarı.

Sonra bir gün, tezgahına hazır kahve malzemeleri dizdi. Çağırdı beni, şekerin, süt tozunun yerini gösterdi. Ben, "şeker koymam, süt tozu koymam, aslıda Nescafe de içmem pek" dedikçe tamamen kesti benden ümidini, gözlerinden belli oldu. "Bari gönlünü alayım adamın" dedim, çayına ilgi göstermeye karar verdim ben de. "Nasıl çayın" diye sordum. "Çay çöktü Akça Hocam" deyince samimi olarak üzüldüm, "adamcağızın işi ters gitti" diye. "Hiii ne yapacaksın şimdi Pala Bey. Hay Allah" dedim. Adam deliymişim gibi baktı yüzüme. Meğer çayın çökmesi "başa bir felaket geldi" anlamına gelmiyormuş, sadece "çay demlendi" demekmiş. Ayrı dünyaların insanları olduğumuz ikimiz için de bir kere daha aşikar oldu böylece.

Tabii bu bizim iletişimimizin bittiği anlamına gelmiyor. Bilakis! Pala Bey'in işi çıktığında çay ocağı bana emanet; "Bozdurma hocam çayı gözünü seveyim. Kimse 9.35'ten önce çay almasın" dedi mi Öznur Hoca'nın bile önünü kesiyorum kolumdaki saati göstererek.

Benim Pala Bey'i böyle benimsemiş olmamın nedeni çay sevmemekten dolayı duyduğum suçluluk duygusu değil ama. Bir akşamüstü çıkışta, ben ofisi kilitliyorum, o çay ocağını. Durdu, "Hocam yanlış anlamazsan bir şey diyeceğim sana" dedi. Korkmadım, ne korkacağım Pala'dan. "De" dedim. "Hocam bak kapadım gözümü, nolur söyle çekmiş miyim kazanın fişini" demesin mi? "A-ha. Tamam" dedim içimden "Anlaşıldı." Meğer biz Pala Bey'le obsesif kompulsif köyden tanışıyormuşuz. Meğer ondanmış...

26 Ekim 2011 Çarşamba

AZRA BEBEK İÇİN

Aslında 29 Ekim'de doğman gerekirken sen 10 Ekim'de doğmuşsun. Seni Erciş'te, 25 Ekim'de altı katlı apartmanın enkazından "Allah...Allah...Allah" diyerek alkışlarla çekip çıkardıklarında sana "doğacaksın" dedikleri güne hala 4 gün vardı. Ama sen çoktan 15 günlüktün, üstelik bir değil iki kere doğmuştun.


FOTO: ADEM ALTAN, AFP

Hoş geldin Azra Bebek! Hoş geldin hoş geldin de hoş bulmayabilirsin diye çok korkuyorum. Onca inatla, kararlılıkla tekrar tekrar doğduğun bu ülkede kararlı, ısrarlı, vazgeçmeyen kadınları pek sevmezler. Ama dilerim sen bizim gördüklerimizden çok daha güzel günler görürsün. Kimse sana "boşver," demez, sen kendini hi "vazgeç" diye avutmazsın. Doğduğun gibi hayata, ölüme, soğuğa kafa tutarak yaşarsın.

17 Eylül 2011 Cumartesi

BİR CENAZE NAMAZI SONRASI NOTLAR

Galiba sadece benim değil, hepimizin düşünceleri uçuş uçuştu Kocatepe Camii'nin avlusunda Güngör Yurdakul'un cenaze namazının kılınmasını beklerken. Hüzünlüden kızgına, ironikten özlemliye değişti durdu düşüncelerimiz.


Silivri'den dört günlüğüne çıkabilmiş olan Doğan Yurdakul, bu sefer de kameraların hapsindeydi; taziyeleri, kendine çevrilmiş onlarca kameranın önünde kabul etmek zorunda kaldı. Kiminle konuştuğu kimin elini sıktığının bile ayrımına vardığını sanmam. İnsanların gözlerindeki isyanı görmüş, kalplerindeki esenlik dileyen duayı duymuştur ama herhalde.

Başsağlığı dilemek için gözlerim Berrak'ı ararken içimden "Ne genlermiş şu Yurdakul ailesininkiler. Nesiller boyu yerleşik sistem tarafından algılanamayan bir seviyeden yazıp çizmişler; ödetilen de bunun bedeli, başka şeyin değil" dedim. Berrak'la sarıldığımızda arkasındaki aileyi gördüm gözümün ucundan; boy boy, yaş yaş, güzel mi güzel, mağrur mu mağrur.

Çok sevdiğim bir hocamla karşılaştım sonra. En son konuştuğumuzda tatsız bir boşanmanın ertesinde bezgin ve yorgundu. Şimdi yeniden evlenmiş, mutlu ve dinçti; sevindim. Doğan Yurdakul sınıf arkadaşıymış Hukuk Fakültesi'nden. Yavaş yavaş diğer dönem arkadaşları da geldi. Hepsi çok üzgündü. "Bakanlıklar'ı bir aşağı bir yukarı arşınladıkları civa gibi delikanlı" dönemlerinden anılar anlattılar, "şimdi inanamıyoruz bu tutsaklığına" diye biten. Birçoğu da Fransa'da okurken "Doğan'ın evinde" kalmış olmanın vefasıyla konuşuyordu.

Ankara'ya geldi sonra söz. Kültür üreten, Metin Altıok'un "benim aziz kentim...Birinci Yeni sende başladı. İkinci Yeni de" dizeleriyle övdüğü Ankara'ya. Uğur Mumcu'nun Körfez'de Aziz Nesin'le başbaşa yemek yerken uzak masadaki arkadaşlarına Aziz Nesin'in iştahına gönderme yaparak "biz de işte misafirlerimizle yemek yiyoruz" diye seslendiği Ankara'ya. Bir daha asla gelmeyecek şekilde giden o şehre de böylece veda ettik bir kere daha.

Dedim ya düşüncelerimiz uçuş uçuştu Kocatepe'nin avlusunda. Güngör Yurdakul'la tanışmamış olmama rağmen Ankara'da büyürken onun gibi kadınlar tanımış olduğumdan onu da tanıyormuş gibi hissettim. Akıllı, dirençli, bir yandan kendi ayaklarının üzerinde duruken diğer yandan sevdiklerine yoldaşlık eden kadınlar. Biz de bir tanesini, Zerrin Teyze'yi daha yeni kaybettik. Çocuk kitapları yazar ve resimlerdi. Biz çocukken Fazıl Say'ın babası Ahmet Say'la evliydi. 12 Eylül sırasında bir ara ortadan kaybolmuşlardı, sonradan öğrendik ki bir gecekondu semtinde saklanmak durumunda kalmışlar. Cenaze namazı sonrası ben ikisi için de Fatiha okudum.

12 Eylül 2011 Pazartesi

İTALYA GÜNLÜĞÜ

İtalya'ya uçmak üzere havaalanına ayrı ayrı gelen en sevdiğim Akdeniz Çalışmaları akademikleri ayrı check-in noktalarından geçip pasaport kontrolünü ardlarında bırakıp sözleştikleri gibi, içerideki kitapçıda buluştukları Cumartesi günü, benim için bu senenin en unutulmaz haftası başlamış oldu.


Roma ve Vatikan'da gördüğüm her şey nefesimi kesti. Hiçbiri sıradan, hiçbiri turist klişesi değildi. Öyle olacağını düşündüm ama öyle çıkmadı. Via Sacra'da yürümek, Bernini'nin meleklerini görmek, Raffaello'nun School of Athens'ını seyredekalmak, hepsi beni allak bullak etti. İnsan sevmeyen ama insanoğlunu seven ben, bu üst düzey insan tezahürünün yarattığı emsalsiz eserler karşısında insan olmanın gururunu yaşadım. Gördüklerimi İtalyan olarak değil, insanlığın ortak mirası olarak bağrıma bastım. Ne var ki bizi Roma'dan Salerno'ya götüren 8 vagonu olması gerekirken 6 vagonu olan tren için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. O rezalet sanki tipik İtalyan'dı.

Güney'e indiğimizde ekonomik iklim değişti gerçekten; şehirler daha fakir, daha pis, insanlar daha sefil ama çok daha rahat ve sıcak oldu. Bir noktadan sonra kimse anlamadığı için İngilizce konuşmayı kestik, onlar İtalyanca biz Türkçe (benim ağzımdan milletin dalga geçmesine neden olacak şekilde arada Fransızca kaçtı) bayağı iyi anlaştık. En son böyle bir diyalog bizi, Napaoli'de sadece pizza değil kabakçiçeği kızartması da satan, salaş ama çok meşhur bir pizzacıya yönlendirebildi. Vardığımızda saat 18.30'du; 19.00'a kadar akşam servisinin başlamasını beklemek gerekecekti ki boynundaki kalın altın zincir gözümüzü alan bir garson, halimize acıyıp (Pompei'de yürüyerek geçirdiğimiz 3 saatin yüzümüzdeki yansımasına yoruyoruz bunu) bizi içeri buyur etti. Mesailerinin başlamasını beklerken sigara içen, paçaları dizlerine kadar kıvrılmış terlikli, atletli adamların arasında oturup nefis Napoliten pizza yedik.

Pompei muhteşemdi ama beni en çok Vezüv'ü görmek, Pompei'de durup Vezüv'e bakmak etkiledi. Eve de Birkenstocklar'ımı silmeden, üstündeki Pompei tozlarıyla döndüm; acaba silmeden kaldırsam da seneye baharda, yeniden giymeden önce bu 2000 yıllık toza bakıp bir kere daha mı hülyalansam? Amalfi'nin de kendisine o kadar değil ama ona lacivert Akdeniz'in üzerinden, sıçrayan beyaz köpüklerde ıslanarak gitmeye bayıldım. Keşke saçımı da yıkmayıp Amalfi tuzuyla da dönebilseydim.

Konferans güzel geçti; seneye Medworlds yine İstanbul'da, yükü Özlem'in omuzlarında galiba. Bu arada da bir tane yayın haberim geldi (ikinci hakemin raporunu tam 7 ay beklediğim), ona sevindim. Şimdi artık sakinleşip, yoga hocamızın dediği gibi "kabullenip" yeni akademik dönem hazırlıklarına başlamak gerekiyor.
...
Dönüşte uçakta yanımdaki Kıbrıslı arkadaşımız bademli kekinin yarısını bana verirken ben "Emin misin" diye sorduğumda bana "Denemem ya seni. Al işte" dedi. "Efendim?" deyince de açıkladı; "Seni denemek için "al" demiyorum. Gerçekten veriyorum" anlamında kullanmış. Çok hoşuma gitti; uyumak için gözlerimi kapattığımda sanki "Denemem ya seni. Gel işte" diyen bir ses bile duydum.

8 Eylül 2011 Perşembe

ÜLGEN’E MEKTUP YA DA GÖLÜN BAŞINDAKİ ÇOCUK İSTİSMARI


Sevgili Ülgen,

Bilmem söylemiş miydim ama ben arkadaşın en çok kahvaltıya çağıranını severim. O sabah sofranda bir tek kuş sütü eksikti; hazırlamayı unuttuğun o pestilli Gürcü tatlısına da kimse senin kadar hayıflanmadı o yüzden. Sinop’a taşınma telaşına ara verip önümüze koyduğun yeşil erik sosunu, bahçenden topladığın şeftalilerden yaptığın reçeli, bu yazki arkadaşlığını unutmam; sağolasın. Yalnız kahve içmek için sofradan kalkıp koltuklara yerleştiğimizde konuştuklarımızı ise keşke unutabilseydim. Ama zaten unutmamak gerekiyor...

Olayı anlatmaya ilk başladığında öyle istedim ki kadının senin sandığın gibi “hırsızlık yapabilmek için yarım akıllı taklidi yapıp abuk sabuk bir hikaye anlatıyor” olmasını. Dakikalar geçip de kadının çaresizliği ve zavallılığı ile yanında gezdirdiği 8 yaşındaki R.ciğin uğradığı tecavüzün gerçek olduğuna aydığımda yüreğim sıkıştı. Duyduklarımdan hangi birinin daha kahredici olduğu konusunda hala kararsızım: Hasta anasına bakmaya giden kadının bir tanecik kız çocuğunu daha önce üstü örtülen bir tecavüz vakasının geçtiği eve bırakmaktan başka çaresi olmaması mı, çaresiz değil de çocuğunu nasıl koruyacağının cahili olma ihtimali mi, tecavüz edenin akraba olmasından dolayı polise değil de mahalle kuaförüne gidip ondan kadın doğumcu adresi istemesi mi, senin olayın peşine düşüp kuaförde gördüğün ürkek kızı ertesi gün toplu okul fotoğrafındaki gülen çocuk yüzünden teşhis etmen mi...Hepsi değil mi? R’nin devamsızlığı olmayan çalışkan bir öğrenci çıkması, olayın tenhada menhada değil, burnumuzun dibinde geçmesi de, hepsi hepsi çok kahredici.

Foto: Barbaros Bulvarı, çöplerin içi

Sosyal Politika dersini verirken vurguladığım unsurlardan bir tanesi, kadını eğitimden mahrum bırakmanın devletin sosyal politika (özellikle sağlık) harcamalarını arttırmakta olduğuydu. BM İnsani Gelişme Endeksi’ne göre Türkiye’de eğitimli kadın başına düşen ortalama 1 çocuğa karşılık eğitimden mahrum bırakılmış kadın başına 3 çocuk düştüğünü söylemiş miydim o gün? Sana yazdığım bu arkadaş mektubunda hocalık yapmak istemiyorum ama bu da demek oluyor ki çocuğunun ruhsal ve bedensel sağlığını nasıl koruyacağını bilen anne başına 1, bilmeyeni başına 3 çocuk düşüyor.

Kuş gribi salgınının ölümcül olduğu dönemde, unutulmuş köylerimizin birinde cahil bırakılmış bir anne, akşam yemeği için kesilmiş tavuğun ibiğini çocuklarına oynasın diye vermişti de iki çocuk birden kuş gribinden telef olmuştu. Aile değerlerinin bu kadar vurgulandığı bu ülkede, kadınları çocuklarını koruyamayacak kadar cahil ve çaresiz bırakmak nasıl bir sosyal politika uygulamasıdır böyle!

Uzun özün kısası Ülgencim, Sinop’taki yeni hayatınızda mutluluklar, esenlikler diliyorum. Hepimizi ama özellikle bu ülkenin çocuklarını daha güzel günlerin bekliyor olmasını istiyorum. Mevcut durum ve bu konuda hiçbir şey yapamıyor olmak inan çok kalbimi kırıyor.

Akça

21 Ağustos 2011 Pazar

AKÇA İÇİN YAZI


Akdeniz Çalışmaları konferansı bayramın bitişine denk geldi. İstikamet İstanbul-Burgaz Ada-İstanbul-Çanakkale-Geyikli (senden ötürü be ya senden ötürü)-BOZCAADA-İstanbul-Roma-Salerno-Pompeii-Napoli-İstanbul. Önümüzdeki 20 gün boyunca vatanım ayağımdaki Birkenstock'lardır; bu böyle!

Tatil doğum günümle başlıyor. 20 gün yazamayacağım bloga bir doğum günü yazısı yazayım diye düşündüm önce. Sonra beni bilenler bana takıldıkları konularda bir-iki şey desinler de blog sahibenizin gerçek yüzü ortaya çıksın bari dedim.

Beni bilmeyen beni ne bilsin, bilenlere selam olsun :)



Akça

"morali bozulduğunda hala Japon çizgi filmlerindeki gibi gözlerinin kenarından yaşları fışkırta fışkırta ağlar." M. Ali

"toplantı, sınıf ortamında arkanıza oturduğunda kulağınıza fısıldadıkları ile sizi gülme krizine sokar; üniversitede İktisat Tarihi dersinden atılmışlığım vardır bu nedenden." Özgür

"ödünç veya emanet aldığı şeyleri önce çukura düşürür, neden sonra oradan çıkarır." Mete

"okulun en uzun boylu kızı olma ayrıcalığını her sene itinayla elimden alırdı." Berrak

"pessima erat discipulorum in lectione Latina" (Latince sınıfındaki en kötü öğrenciydi) Kutlu

"çoğalan bir kahkaha, rengarenk bir kupadan yayılan kahve kokusuna karışan sohbet, insan olan her insanın içinde patlamış mısır misali çiçeklenen duygularını paylaşabileceği bir kaledir." Betül

"sohbet ederken üzerinize yönlendirdiği nükte yoğunluktaki bulutların neden olduğu yıldırım çarpmasıyla sizi yerinize sabitleyip gülme krizine sokandır." Gülben

"gülmesinde de ağlamasında da gürültücü, adını kendim koyduğumdur." Yıldız

"bir gün, yedi ay veya ondokuz yıl önce okunmuş sayfaları virgülüne kadar, film sahnelerini arkadan geçen figüranın t-shirt rengini bilecek kadar, beraber gülünmüş olayları saatlerine kadar hatırlayan; şiirleri, şarkıları, yapılan espirileri bugün cam gibi tekrarlayabilen; bir bu, bir de saçları yüzünden hiç haz etmediğim kadındır." Didem

"saçlarını açık gören fanilerin taşa döneceğinden korktuğundan hep topuzuyla gezen kadındır." Berk

" "elleri var küçücük, yüzüyse çiçeklerinden güzel...bu kahrolası gri şehrin tüm yollarını rengarenk boyamak ister" şarkısındaki kadındır." Nilay

"trafik canavarlarını alkışlayarak "tamaaam olduuu, braavooo, bra-vo" diyerek terbiye ettiği "Akça Trafikte" isimli belgesel izlenmeden tanınamayacak insandır." Miray

"3 çocuklu ve 4 kedili olarak görmek istediğim insandır." Deniz

"endemik ve gayet organik bir akademisyen olarak yerini (bozkır iklimi) sevdiği takdirde çok iyi mahsül veren türdür; korunması için suyunu eksik, güneşine de gölge etmemeleri önem arz etmektedir." Burak

"çay içme ile kahve içme arasındaki sınıfsal/politik ayırımı ortaya koyabilmiş yegane aydınımızdır." Özlem

Bu da şimdi geldi bakın:

"Akçam Pakçam!! Önceliknan doğum güncüğün kutlu ve mutlu olsun. Dilerim ki yüreğindeki gancelliden tüm dileciklerin geçsin!!" Kıprıs'tan Nur


TO BE CONTINUED...


18 Ağustos 2011 Perşembe

AHİR ZAMANLAR

Yeryüzündeki tek başınalığı ile Büyük Öte'den ilahi işaret gönderilmesini bekleyerek başa çıkmaya çalışan insanoğlunun toplayıp sepetine attığı her işaret, illa ki hayırlı bir bütüne ait olmuyor.


Bugünlerde Şer'in bıraktığı işaretler, esirgeyen bir güç tarafından serpiştirilebilecekler kadar muştulu, tutarlı kendi içinde.

Ahir zamanlarda işaret okuma pek tekinsiz bir eylem oldu faniler için...

11 Ağustos 2011 Perşembe

HİKMETLİ SÖZLER -İRONİK BİR YAZI


Hayat, daraldığınız bir anda içinizi ferahlatacak hikmetli söz konusunda da size cilveli bir oyun oynayabilir; benden söylemesi. Zannetmeyin ki payınıza her zaman Oscar Wilde, Ludwig Wittgenstein veya değişmez kişisel favorim Marcus Aurelius düşecek ve size "her şey nınnırındır, nınnırında nınnırına dönecektir. İnsan da nınnırına kadar nınnırınını arar" vezninde bir söz fısıldanacaktır. Benim mesela şu günlerde kendi kendime fısıldayıp durduğum hikmetli mantram şu: "Madem keranede sıkıştık kaldık..."

Yıllar yıllar önce Zuhal Olcay-Haluk Bilginer Tiyatrosu'ndan Jean Genet'nin Balkon oyununu seyretmeye gitmiştik. Haluk Bilginer, forslu bir emniyet amirini oynuyordu. Mesai bitiminde gönlünü eğlemek için gittiği genelevi kendi adamları kuşatıp, içeriye ateş etmeye başladıklarında bir anlık tereddüt yaşamıştı; dışarıdaki meslekdaşlarına mı katılsın içerideki dilberleri mi korusun... Sonunda tereddütü kulağını sıyırarak geçen bir kurşunun vızıltısı ile sona ermiş, silahını çekmiş, "madem keranede sıkıştık kaldık" diye bağırarak dışarıya ateş etmeye başlamıştı. O zaman gülüp geçtiğimiz replik, bugün bu sıcak, tozlu, sapsarı Ankara yazında bana müthiş bir iç ferahlığı veriyor.

Bir an tereddüt mü ediyorum, normalde kalkışmayacağım işlere kalkışır gibi mi oluyorum, "bir kadeh daha?" diye mi soruyorlar, Adam Ferguson ve imparatorluk makalem ile uğraşmak yerine canım blog yazısı mı yazmak istiyor... Duruyorum, derin bir nefes alıyor ve kendi kendime "madem keranede sıkıştık kaldık" diyorum; birden bütün kararsızlıklar ve suçluluk duyguları kayboluyor, yapacağım şey netleşiyor.

Kendinizi kaptırıp yüksek sesle söylemeyecekseniz size de tavsiye ederim.

6 Ağustos 2011 Cumartesi

PAZAR İÇİN YARI AKADEMİK OKUMA: İMPARATORLUK, EVRENSEL, ELEST


Dünyayı henüz ortaya konmamış (Osmanlı falan değil yani) bir imparatorluk modelinin kurtaracağına inanan bir akademik olarak evrensel hukuk, norm ve değerlerin yeniden tanımlanması girişimlerine küçücük, minick bir katkım olsun diye didiniyorum ya...Kafamda planladığım makalenin analojilerinden biri, Bodrum'da bir akşam vakti, zeytinyağlı fasulye tabağının elden ele sıyrılarak geçtiği bir aile sofrasında geldi: Elest Günü.

Tanrı ile ruhların Yaradılış'tan önce biraraya geldiği ve cezbe halinde bir 'misak' (covenant) üzerinde uzlaştıkları gün... Bu ilk misakın unutulan içeriğini hatırlamaya söz verdikleri için yeryüzünde yaşayan ruhlar...Misakın içeriği ile birlikte evrenselin tanımının da unutulmuş olması...Sahi ruhlar tam olarak ne için söz vermişlerdi Tanrı'ya da Tanrı, enerjiyi maddeye çevirmeye razı olmuştu? Elest'i hatırlama analojisini evrensele ulaşma çabası için kullanabilir miyim?


Tabii böyle akıllı akıllı düşünürken hülyalı hülyalı dalıyorum sonra: Ya insanoğlu yeryüzünde Elest Günü yanında durduğu ruhları arıyorsa...Yeni insanlarla karşılaştığımızda hissettiğimiz "tanışıklık" duygusu o günün tortusuysa...O insanları bulmadan hiçbir zaman bütün olamayacak ve özleyeceksek...O zaman Ursula Le Guin'in söylediği gibi mi? "To be whole is to be part, true voyage is return"/"Bütün olmak parça olmaktır, gerçek yolculuk geri dönüştür." Nereye? Elest'e.

PAZAR İÇİN HAFİF OKUMA -FOTO ROMAN

Yüreklerinin buz kesmesini istemeyen insanların "bir daha asla," "bundan sonra sadece" gibi kararlar almaması gerektiğine inanmasına rağmen O'nun da hayatta aldığı bir karar vardı: Söylenmiş sözlerin pişmanlığı ve utancını söylenmemiş sözlerin taşınmaz, atılmaz yüküne yeğ tutmak.


Bu kararı, ne düşünüyor, hissediyorsa ortalıkta gamsız gamsız şakıyıp durmak için değil, söylenmemiş sözlerin açtığı iyileşmeyen yaraların nerede ne zaman sızlayacağı belli olmadığı için almıştı.



Konu aşk olduğunda da bir kuralı vardı aslında; tek olmak yerine iki olmak; iki hayatın tek yaşanması değil, eş yaşanması... Zaten anasından aldığı biricik evlilik nasihatı da -çok şükür ki "kocanı hep alttan alacaksın; ona "haklısın" diyeceksin, sen bildiğini okuyacaksın" değil- "kimse kimsenin baş ucundaki çekmecede ne var bilmesin" idi.



Son aşık olduğunda da cebinde sadece bu kural vardı. Bu sefer payına midesini bulandıracak kadar kuvvetli bir aşk düştüğünden mantığın kural ve karar yeşerten ikliminin, benliğinin her hangi bir zerresinde hüküm sürmesi zaten pek mümkün değildi.



Ama akılsız ve kuralsız başı, sevdiğinin ilişkiye çeyiz olarak getirdiği kural ve kararlara çarptıkça canı yandı. Canı yandıkça kendi yan yana eş-yaşama kuralını çiğnedi. Kızdıkça kararlı yüreği buz gibi sevgilinin bir adım önüne geçti . O öne çıktı, sevdiği arkada kaldı.



Ne yaptıysa ısıtamadı "bir daha asla," "bundan sonra sadece" diye diye ayazda kalmış, buz kesmiş yüreği. İtiraf etmek gerekir ki aslında o yürek ısınırdı da O başaramıştı. Kuralara boş verecek, kendini koy verecek bir durum görmemişti demek ki sevdiği, bu yol kesişme hikayesinde.



Ne kadar zaman sonra sahip çıkabilmişti yeniden kendi hayatına hatırlamıyordu bile. Öyle; güneşli güne uyan, soğuk duşa gir, "hayat yaşamaya değer" de, kedinin başını okşa; atılmıyordu sevda baştan. Önce mide bulantısının geçmesi gerekti, sonra uykusundan uyanıp uyanıp artık yanında yatmayan sevgiliye hazırladığı cümleleri haykırması... Sonra, yavaş yavaş aşksız hayata dönmeme direnci kırıldı çaresiz. En sonunda da -işte bu, bir anda oldu- kim olduğunu hatırladı.


Kim olduğunu hatırladığı, cebinde hala tek bir altın kuralının olduğu başlangıç noktasına dönmüş oldu böylece. "Bir daha asla," "bundan sonra sadece" diye diye ayazda kalan yüreklerden farkı olsun istediğinden, acısına rağmen, yeni bir karar da almadı.
...
Aptal!



Bu hafta sonu vakti bol bulunca "vi.sualize.com'dan rastgele seçtiğim fotoğrafların üzerine hikayemsi bir şeyler yazsam" parlak fikrinin sonunda bu deneme ortaya çıktı. Tahammülünüze sunulur :)



15 Temmuz 2011 Cuma

"Quintilius Varus, Bana Askerlerimi Geri Ver"

1. yüzyılda Roma İmparatorluğu, Teutoburg Ormanı'nda komutan Quintilius Varus'un öngöremediği bir Germen saldırısında üç lejyonunu kaybeder. Ormanda yol alan asker çok kolay hedeftir, pusuya düşütü mü savunma çok zordur. Üç gün üç gece süren savaşta, Roma'nın 17., 18. ve 19. lejyonundan (23.000 askerden bahsediyoruz) kurtulan olmaz. Varus'un, yenilgi kesinleşince kendini kılıcının üzerine attığı söylenir. Öyle büyük, öyle acı bir kayıptır ki bu, İmparator Augustus ömrü boyunca sık sık geceleri Teutoburg kabusundan uyanır ve bağrır, "Quintilius Varus, bana askerlerimi geri ver" diye.

history-of-germany.com

İki milenyum sonra dün, kaderin cilvesine bak ki biz de Augustus'un kabusuna uyandık. Bağırsak faydası yok, ağlasak kimse geri veremeyecek ormanda pusuya düşüp yanarak kül olan 13 canı. "Artık yeter" desek, "daha 4 aylık er nasıl savaşsın bu savaşı" desek, "mevsimlik işçi ailenin tek erkek çocuğunu ne için nerede kurban verdik" desek çok geç, çok...

Her acı haberde 13 yıl önce cehennem gibi bir yaz gecesinde, sniper kurşunu ile kendi al kanına düşen zeytin tenli, dünyanın neresine giderse gitsin hep en yakışıklı, babası ona hamileyken öldüğü için annesinin tutunacak tek dalı Umut'u hatırlıyorum. Kalbini kırdığım için özür dileyemedim hiç, küs ayrıldık sayılır. 13 yıl sonra 13+1 çocuk benim yasını tuttuğum.

10 Temmuz 2011 Pazar

MEDYUM GELİN, PERDE PİLAVI, OĞLAN ANALARI

Maço kültürümüzü fazla değil yahu hafif hafif dürtükleyen aşağıdaki kısacık yazıya aldığım pek çok 'erkek' tepkiden anladığım, 'tükürdüğünü yalamak' deyiminin erkeklerimiz arasında daha uzun yıllar popülaritesinden bir şey kaybetmeyeceği. Ne diyeyim, ben sizi seven bir yazar olarak özgürleşmeniz adına bir adım atayım dedim. Peşimden gelmek istemeyenlerin canı sağolsun; bir müsait vakitte yeniden denerim ben...

Aslında aşağıya yazacaklarımı düşündüğümde pek öyle müsait bir vakit de beklemeyeceğimi fark ediyorum. Zaten hiç bilmedim köşemde oturup adam gibi, pardon hanfendi gibi beklemeyi...

Beklemeyeceksek o zaman böyle buyrun: Olanları önce küçük yer pespayeliği diye dinlemeye başlamıştım ama sonra oğlunun her davranışını rasyonalize eden tipik bir 'oğlan anası' hikayesine evrildi anlatılanlar. Kızmak yok; bu maço toplum oğlan analarının omuzunda yükselir.

Anlatılan hikayedeki anne, oğlunun yıllarca kahrını (ki o kahır ne kahırdır anlatmaya kalksak hiçbir yerlere sığmaz; şenlikli bir örnek, en son Facebook'tan iktidar partisinin il başkanlığındakileri bulup küfrederek bilişim suçu işlediğinden ödemek zorunda kaldığı binlerce liradır) çeken gelininin üzerine mahallenin medyumunu imam nikahı ile getirmesini "oğlum bir kere baş kaldırdı hayatına" diyerek bir bağımsızlık mücadelesi olarak aklamaktadır. Bu arada rahmetli babasının emekli maaşını almak isteyen medyum gelin, önceki kocasından anlaşmalı olarak boşanmış, canı istediğinde eski kocayla Mado'da çay içmelere gitmektedir. Hayatına "baş kaldıran" adam, mahkeme tarafından reddedilen boşanma davasından önce kayınpederi annesinin elini sıktı ve iki yanağından öptü diye, anlaşmalı boşandığı eski kocası ile kolkola dolaşan imam nikahlı medyum karısının yanında "lan sen nasıl benim namusuma" diyerek kayınpederine saldırabilmektedir. Anne, bütün bu olup bitenlerde garipsenecek hiçbir şey görmemektedir. Üstelik en absürd olaylar, kendisinin mutlak hakimiyet alanı olan mutfakta gerçekleşirken...

Oğlunun özgürlüğüne doğru koştuğundan son derece emin olan bu anne, yeni medyum gelininin aynı zamanda oğluna yeni lezzetler tattırmasından da memnun. Bu felaket hikayenin zaten beni koltuğumdan yuvarlanma aşamasına getiren de "ne gibi lezzetler" sorusunun cevabı. Türk mutfağının ustalık isteyen zahmetli yemeklerinden biri olan perde pilavını ağızlara layık yapabilen bu annenin, oğlunun imam nikahlı medyum karısının elinden tatmasından memnun olduğu yeni lezzet "mayonezli börek"miş çünkü...Perde pilavı nere mayonezli börek nere...Daha doğrusu mayonezli börek ne!

www.yemektarifleri.com

Oğlan anaları için bu kadar kolay mı çocuklarının davranışlarını rasyonalize etmek?

7 Temmuz 2011 Perşembe

TÜKÜRDÜĞÜNÜ YALAMAK ÜZERİNE

Bu ülkede erkeklerin özgür kalması, kadınları özgür kılmak kadar önemli bir mesele. Karısının çalışmasında bir sorun görmeyen adamın kahveye geçip oturduğunda "ne zaman vuracaksın lan Aysel'i" sorusuna direnme gücü ne kadar özgür olduğu ile doğru orantılı.

Erkek egemen kültürün meydan okumalarına omuz silkemeyen, esir olduklarını fark etmeyen erkekler mağdur etmiyor mu zaten kadınları... Önce bir onlar kendilerini yoklasalar ya özgürler mi değiller mi!

Bu ülkenin kültüründe erkekleri esir alan maço meydan okumaların başında da bence, "tükürdüğünü yalamak" deyiminin, iki kaşın arasından vuran bir silahmışçasına vahşi kullanımı geliyor. Tükürdüğünü yalayacaksın, tükürdüğünü yalatırlar, işte tükürdüğünü böyle yalarsın...Bu sözleri ne zaman duysam tüylerim diken diken olur benim.

İnsanları kendi hallerine bırakmama kültürünün fikir değiştirmeyi, ağızdan bir kere çıkanın tersine hareket etmeyi koşullar ne olura olsun mutlaka kınayan bu erkeklik gösterisine tahammülüm yok.




Hukukta cayma hakkı varken kültürde olmaması üzerine şu erkekler de biraz düşünse ya... Bunca zaman razı olduklarına artık olmasalar...

4 Temmuz 2011 Pazartesi

İTTİFAK

Bilenler bilir; yazın en sevdiğim dönemleri başlıyor. Ayaklarda sandallar, boyunlarda yemeniler, cam boncuklar... Aman bu sene kimse elleri ile ayaklarını aynı renk oje ile boyamıyor ona göre, farklı renk ve tonları birbirine uyduracağız çünkü.

Yazın en sevdiğim dönemleri başlıyor bir de çünkü hayattaki en güçlü, en birinci müttefikim 1 ay da olsa yanımda olacak: abim geliyor...


My Brother Charlie Brown :)

Bu sene ev taşıdığı kafası karışık olduğu için ondan istediklerimin listesini silmiş. Dün istediklerimi alamamış, panik bir halde telefon etti. "Ne istemiştin" diyor, "şunu" diyorum, "haaa dur evde şu var onu getireyim, başka?" diyor. "Bir de bu var" diyorum, "Bilmem neden kalma bilmem ne var, olur mu" diye soruyor, "oluuur" diyorum. "Başka?" diyor, "Thomas Hardy'nin Jude the Obscure romanı" diyorum... O zaman farkına varıyor yaptığının, "Onu da yazarım ben sana. Konusu neydi?" diyor ve biz gülme krizine giriyoruz. Üstelik ben Tunalı'nın ortasındayım.

...

Ankara'ya yaz geldi yine. Hadi artık sen de gel...

26 Haziran 2011 Pazar

MEKTUP


Sevgili Kısmet Hanım,

Seni kucağıma aldığım anda ağzımdan "Baksana talihe mal verir kimine, seni vermiş benim gibi birine" şarkısı dökülüverdi. Erkek talihin dişisi olsa olsa kısmet olur dedik. Ama şimdiki hoppalığına ağır gelir bu isim diye çocukuğun ve genç kızlığın boyunca sana Kissy diyeceğiz. Adın gibi öyle neşeli, maceracı, azıcık hafif meşrep, bol bol kalp kıran küçük bir hanımefendi ol e mi?

Kakanı ilk seferinden itibaren kumuna yaptığın, sabah erken kapımda miyavlamadığın, evden çıkarken arkamdan ağlamadığın için nasıl nasıl minnetarım anlatamam. Halbuki ne kadar da emindim beni sevmenin zaman alacağından, ağzıma ede...pardon canımı
okuyacağından...Sanırım seni ilk eline alan insanoğlu olan Bonnie'nin o müthiş sıcak, uyumlu karakterinden sana da iyi huy geçti. Seni eline ilk alanın ben olduğumu düşünmek bile istemiyorum o halde.


Alev Ebuzziya çanağının en güzel kullanımı

Bonnie'yi ileride hatırlayacak mısın bilmiyorum. Annemlerin artık Türkleşmiş, herkesin çok sevdiği Alman arkadaşı Bonnie. Annen onların bahçesinde doğurmuş seni; tam 4 Nisan günü. Bonnie seni o kadar sevmiş ki, sözleştiğimiz gün "kahvaltısını etti, kaçtı gitti" diye numara çekti bana; vermedi. Bir gün sonra getirebildim seni eve. O gün ama elleriyle getirdi, teslim etti. Yine her seferinde olduğu gibi ayrılırken "merhabalar" dedi de inan olsun sırf seni bana verdi diye kıkırdamadım bu kez. Ben de ona "merhabalar" deyip el salladım arabaya binerken.

Şu andaki en sevdiğin oyuncağın, benim 1 Temmuz'da teslim edeceğim New Diplomacy özetinin taslaklarından birinin top olmuş hali. Sen onunla kendi kendine deli gibi oynadıkça kendimi nasıl suçlu hissediyorum bilemezsin. Benim yüzümden sosyal zekan gelişmezse çok üzüleceğim.

Ama yok. Sen şimdiden bağımsız, cin gibi, avcı ruhlu, koca patili, maceracı, sevgi dolu bir kızsın.




Umarım senin huzurun bana geçer, benim dar ruhumun sıkıntıları sana hiçbir zaman geçmez.

21 Haziran 2011 Salı

YAZMA SEMİNERİ SONRASI

Bir hesaplayalım bakalım. Nisan'ın ortasında başlayan yazma semineri sırasında haftada 12 saat derse girdim, 110 vize sınav kağıdı okudum, iki konferans sunumu hazıradım, bir kitap bölümü bitirip teslim ettim, 110 final kağıdı okudum, 1 atölye çalışması başvurusu yaptım, 2 katarakt ameliyatı sayısız pansumanın gönüllü, istekli refakatçisi oldum, 110 quiz kağıdı okudum, haftada 3 kere gittiğim yogaya 1 kere gidebildim, kortizonun alt üst ettiği metabolizmamı biraz daha ihmal ettim ama seminerde verilen her ödevi, son dakikada da olsa, yaptım. Final kağıtlarını okuduğum hafta sonu, bir de oturup Kemal Tahir'in Yorgun Savaşçı'sını da okudum ki hiç şikayetçi değilim -siz de okuyun, çok dinamik diyalogları var.

Bunları buraya saydım döktüm ki bana dendiği gibi gerçekten semineri ciddiye almadım mı sorgulayayım. Sorgulamamın ardından vardığım sonuç da şu şekilde: "Ciddiye almasam bunca işimin arasında kuyruğuma bir teneke daha niye bağlayayım? Manyak mıyım ben!" O kadar ki bazı günler seminere gidebilmek için duble espressoya ihtiyaç duydum -beni tanıyan Starbucks baristaları "o yolun yolcusu" olmamı istemedikleri için yine tall, sade günün kahvesi verdiler o ayrı.



Seminerde çok konuşulan ve benim de aklıma takılan kelimelerden bir tanesi ketumluk oldu. Büyürken sunulan, içinde "Fenerbahçeli olacaksın, sigara içmeyeceksin, esprilisin tamam ama başkalarını güldürürken karşındakini küçük düşürebiliyorsun, yapmayacaksın" gibi maddeler bulunan paket kimliğin bana en aykırı unsuru ketumluktu. "Ketum olacaksın Akça, yapacaklarını, hissettiklerini kendine saklayacaksın; anlatmayacaksın." Ne çok duydum bu sözleri ve ne çok gereğini yapamadım. Hissettiğimi, düşündüğümü sabahı beklemeden, daha akşamında söylemekten ala koyamadım kendimi; her seferinde de sigara içmiş, Galatasaray için çığırtmış gibi oldum, suçluluk duydum. Aklımın bazı şeylere daha iyi ermeye başlaması ile birlikte açık olmanın bir zaaf değil de iletişim biçimi olduğuna ve benim hayatta başka türlü bir iletişim imkanım bulunmadığına karar verdim. Bunun bayağı mücadelesini verdim, kabul ettirdim bizimkilere; "ama sen zaten açık olduğun için" diyerek karşı tarafla sorunumda hak bile verdiler zamanla. Zararını da çok gördüm tabii açıklığın. Ama dedim ya, ketum olmak gibi bir şansım yok benim. Şeytanlarım benimle konuşmaya başladığında tek çare kendi sesim çünkü.

Seminer çıkışlarında bir-iki kere düşündüm araba kullanırken: Günlük hayatta duygu ve düşündüklerinde ketum olmayan iyi yazar olamaz mı gerçekten? Ketum olmak açık olmaktan evla bir insanlık meziyeti midir ki? Açık insan illa ki gerçeğin tamamını, duygunun tam şiddetini mi iletiyordur? Söylenmemişler söylenmişlerden kıymetli midir?

Aman. Ne ise ne... Aslında şu seminer gerçekten de tam zamanında bitti. Ve iyi ki yaz geldi.

18 Haziran 2011 Cumartesi

BABAMA-DÜDÜK MAKARNADAN KOLYE

Yolumu tutmuştum, yolcuydum. Ta ki bozuk düzenin çatlaklarından birine düşene kadar. Sisteme takılmıştım; yolda kaldım. İlk zamanlar duraladığım yerde aldığım darbelere tepkim çok haşindi, çok şiddetli. Her yerimden çatırdıyor, kırılıp düşen parçalarımı yerden topluyor ama yerine takamıyordum. Övündüğüm şifre kırma, ağızdan girip burundan çıkma meziyetlerimi kullanamadığım bir noktada görünmez olmuş kendimi ifade edebilme olanaklarının tamamından yoksun kalmıştım. Elimi eline alıp fikirlerimi dile getirdiğim için hiçbir zaman utanmamam gerektiğini bana öğütleyen babam, sisteme takılmak, görünmez olmak diye bir lanetten hiç bahsetmemişti.

Kızgındım; babama, kendime, sisteme. Art arda gelen yok saymalar karşısındaki öfkem, alev üfleyen bir rüzgar oldu; kendimin, sevdiklerimin kaşlarını kirpiklerini yaktı. Güzelim bir yazı heba ettim, yerleri yumruklaya yumruklaya ağladım, geceler boyu gözlerimin kenarında biriken gözyaşları ile uyuyakaldım, yoldan çekilip kenara itildim; arkamdan gelen önüme geçti, tufan oldum ama gazabım masumları yuttu; kötülere gücüm yetmedi. Hayatta öğrendiğimi sandığım hiçbir şey yardımıma koşmadı; babam koşamadı. Bir gün haykırdım ona hatta, “bu ülkede kimse teybe meybe konuşturarak yetiştirmesin kız çocuğunu” diye.

Sonra...Sonra tuzlu kirpkilerimin arasından, baba dediğim adamın içinden başka bir insan çıktığını gördüm. Kadim insanlık hallerini bilen, gizemciliğin insanı nasıl da kutsadığını öğreten, en affedilmez insanlık suçunun yeise kapılmak olduğunu öğütleyen... Ondan sonra babam, sisteme karşı verdiğim mücadelede, yaralarımı her gün Büyük Öte’den fısıltılar ile sarıp, “Hadi bakalım, Ali gibi yiğit, Zülfikar gibi keskin,” diyerek tekrar tekrar sefere yolladı. Sistemin çatlağındaki çatlağı nasıl buldum da tekrar gün ışığına çıktım bilmiyorum. Ben mi buldum çareyi hayat mı bilmiyorum. Ama yeni donanımımla tökezlesem de bir daha kolay düşmem; minnet doluyum.


Babam aslında biraz Bedri Rahmi'ye benzer. Sadece Anadolu erenlerine
rahmet okuduğu için değil. Evde bulduğu kullanılmayan peçete, zarf veya karton parçaları üzerine desenler çiziktirir, dizeler yazar; ondan da. Siyah mürekkeple bezediği beyaz bir çay kutusunu çöpten çıkarıp sakladığımı bilirim. Ne var ki, beni çizdiği eskizler de bana pek iltifat etmez; onca yoldaşlığımıza rağmen beni hala iştahını kontrol edemeyip elmayı koçanı ile yutan bir kız çocuğu olarak resmeder. Alacağı olsun.

Hiçbir gizemselciliğin (simya hariç) kendi kendine ödenmesini sağlayamayacağı banka kredisi ayağımda pranga iken bugün ona, anaokulu günlerinde yaptığımız düdük makarnadan kolye kategorisine giren bu yazıyı armağan edebiliyorum yalnızca...




8 Haziran 2011 Çarşamba

DİSTOPYA GÜNLERİ

Dilimin ucunda. Bir şey deniyordu şiddet ve baskı ile beslenen uğursuzluğun şerrine; ütopyanın veznine benzeyen, hayrına benzemeyen bir kelime vardı. Baskın bir eşitlik söyleminin ezdiği bireyin özgünlüğüne yönelik, sistematik bir sindirme politikasının güdüldüğü diyara ne deniyordu yahu? Yetenek ve başarının eşitsizlik yarattığı gerekçesi ile bastırıldığı yerden bahsediyorum. Hani insanları, insan olmanın bolluğuna, bereketine, çeşitliliğine yabancılaştıran, insana tek tip karakter yanılgısını üniforma gibi giydiren.

İnsanoğlunun sürekli olarak teknoloji ile imtihan edildiği, teknolojik yönetişimin özgürleştirmeye değil mekanikleştirmeye, mekanikleştirirken de kısıtlamaya hizmet ettiği memleket; o da, o da Yunanca son ek –topia ile bitiyor. Sözlük anlamında yazıyordu; hatırlıyorum. Teknolojinin nimetlerinin sergilenmesi ama erişimde olmamasından bahsediliyordu sanki. Yani görünürde teknotopya ama gerçekte...Neydi Allahım şu kelime? Çıldıracağım.


http://www.flickr.com/photos/midnight-digital/3532482917/

Diyorum işte; çevre ıslahı adına yeni yerleşim projeleri sunuluyordu. Sürdürülebilir çevre rejiminin baskın geldiği yaşama alanlarına ekotopya deniyordu da doğal kaynakların ölçüsüz tüketiminin desteklendiği, temiz suyun, altyapının yetmediği, kentsel krize doğru ilerleyen hayatlara övgü düzen ikametgah neresiydi? Ütopik söylemin örtmeye çalıştığı yaygın fakirliğe boğazına kadar batan insanların, sokakta yürürken bile hissedilen kolluk kuvvetinin baskısı ile daha da sefilleştiği bir manzara hayal et; işte ondan bahsediyorum. John Stuart Mill kullanmıştı ilk defa bu terimi yanılmıyorsam. 1868? Olabilir.

Maymunlar Cehennemi, Matrix, 1984 hepsi onun bildiğin popüler örnekleri. Tamam mı? Bunlardaki dönüşmemiş, insan olduğunu unutmamış bireyleri gözünün önüne getir şimdi. “Burası ütopya değil, cehennemden çıkma bir kabus” dediklerinde sosyal kabulün nasıl dışına itildiklerini. O noktada, bireyler ya bozuk düzeni yıkmayı ya da kaçışlarını planlamaya başlıyorlar ya çaresizlikten. Onu diyorum.

Yok, boşuna! Bir türlü gelmedi kelime aklıma. Nereden taktımsa. Zaten belki de daha fazla düşünmemek gerek üzerinde. Benim hatırladığım, mutlu sonla bitmiyordu distopyadan kaçış planları. Birey ya bir gammazcı kurbanı oluyor ya da kolluk kuvvetlerinin elinde kalıyordu.

...

Bir dakika. Dur, bir dakika! Demin ben ne dedim? “Distopya” dedim. Aman, çok şükür. Hatırladım en nihayet: dis-top-ya! Şimdi bir de neden bu kelimeyi hatırlamaya çalıştığımı hatırlasam...



3 Haziran 2011 Cuma

"HADDİNİ BİL" DEME EGZERSİZLERİ

Bizimkilere için için kızdığım bir hafta geçirdim. Herkesin çok rahatlıkla kullandığı bazı ifadeler, "onlar çok ağır sözler, söylenmez," denerek benim dağarcığıma sokulmadı. Halbuki elalem ne kolay diyor "haddini bil," "terbiyesiz," "ya o ya ben" diye. Geçen hafta haddini aşan soluğu bende alınca ben de ayna karşısında "haddini bil" deme egzersizlerine başladım.


http://www.rutlandhistory.org/knowyourplace.htm

Kışlada yaşadığımızı sanan emekli asker üst komşuma onlarla beraber 6.45'te kalkmak istemediğimi bir türlü anlatamamaktan Eskişehir Yolu'nda 2 metre ötedeki yaya geçidinden geçmediği için orta refüjde sıkışıp kalan adamın sol şeritten kaptırmış giden, adamı son dakikada gören bana dolu dolu "Allah belanı versin" diye bağırmasına, sayısız olaylar silsilesi sonunda ben de buradan herkese toptan "haddinizi bilin" kartı gösteriyorum. Egzersizlere de başladım bir kere. Bundan sonra "bakın hanfendi/beyfendi" yerine ilk iş "haddini(zi) bil(in)" diyeceğim. Küçük meseleler cehennemi hayatımın şu andakinden daha kötü olacağını sanmıyorum.

Bu haftanın kazananları ise karanlık düşüncelerime teslim olmamı kabullenmeyen, aydınlık tarafa çağıran önce Berrak, sonra Özgür, sonra da Kırçiçeği Sokağı çocukları. Bir de Nahit Hoca'nın (Töre) nazik, ölçülü iltifatları.

Haftanın iyi karması da sonunda bitirmeyi başarıp Kanada'daki editöre gönderebildiğim kitap bölümü. Kitabın Brill yayınevinden çıkacak olması bir rüyamın gerçekleşmesi demek. Metnin ekli olduğu mesajı göndermek için enter tuşuna bastıktan sonra kalbim kendi kendine deli gibi çarptı. Yine de tek başına bu, yeterli olmuyor iyi hissetmeme. İlla küçük meseleler, hep küçük meseleler.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

ILGAZ YOLLARINA DÜŞERKEN

Yazacak çok şey birikiyor. Hayatımın şu andaki cinnet temposuna ayak uyduramıyorum, bir yerlerde kalacağım diye korkuyorum. Ama en azından dersler bitti, final kağıtlarını okuduktan sonra biraz rahatlarım. Medeniyetler Tarihi dersini planladığım şekilde verebildiğim için de ayrıca mutluyum. Rudyard Kipling'in (öğrencilerin deyimiyle Kipyard Rudling veya Richard Killing) The Ballad of East and West'inin "East is East, and West is West, and never the twain shall meet" satırı ile başlayan ders, bütün dönem Doğu-Batı çatışması aksında sürdü. Sonra son ders, baladın bir sonraki satırını, yani "But there is neither East nor West, Border, nor Breed, nor Birth, When two strong men stand face to face"i gördük. Uzun sözün kısası, iki insan gibi insan karşılaştığında ne Doğu ne Batı, ne sınır ne yetiştiriliş ne de doğum önem taşıyor. Ben inanıyorum. (Bu arada öğrencilerden bir tanesi, "bütün dönem bir yalan mıydı yani hocam" dedi, çok güldüm.)
2 saat sonra Ilgaz'a giden otobüste olmam gerekiyor ama daha bavulum hazır değil. Ben onu hazırlarken uzun süredir ihmal ettiğim bloga yazma seminerinden naif (!) bir deneme ekliyorum:

UFACIK TEFECİK OLMAYAN BİR BİRİCİK’İN HİKAYESİ

Popüler kültürün etkisiyle, zaman zaman “acaba aramızda süper güce sahip olanlar var mı“ diye düşünürüm. Sabun, parfüm, krem, tenine değen kokulu her ne varsa kokusunu misli ile etrafına yayan babama bakarım mesela. “Acaba” derim “normal bir insan gibi aramızda yaşayıp giden bu adamı dünyanın bir köşesinde ebedi hayat iksirini karıştıracak elin sahibi diye bekleyen bir grup simyacı olabilir mi?”. Zira, beklendiği, özlendiği ortama düşecek şekilde kendini fırlatabilen herkesin bu dünyaya gelirken bahşedilen ama sonra unuttuğu süper güçlerine kavuşabileceğine inanıyorum.

Benim de insanüstü değil ama süper insan güçlerim var elbet. Hiçbir şeyi değilse bile insanlık hallerini iyi biliyorum. Gözbebeğinde saklı kara sevda, derin bir soluk verişteki dar mizaç sıkıntısı benden kaçmaz. Anlatsa anlarım, anlatmazsa fark ederim. Anlatırsa iyi olur; elini elime alır, yüreğine su serperim. Ya da en azından anlattığını yadırgamam. Üstüne ben anlatırım.

Hissedilmemesi gereken hislerin, çaresizliğin, özlemin, affedememenin, yitirilen anlamların, insan ruhunu hapsettiği karanlık odada vakit geçirmişliğim var. Herkesin kendi karanlığı kendine, ayıplamam. Ama karanlık oda, dünya vaktinin tamamının geçirileceği yer değil; çıkmak lazım ordan. Ne diyor bilge imparator Marcus Aurelius; “insan, diğer insanların uğruna var olur.” Benim de süper insan güçlerim diğer insanların uğruna var; bir insanlık hali yüzünden karanlıkta kalan herhangi bir insan uğruna.

Acıdır ki, süper insan güçlerim, gerçek kapasitesine ulaşmış değil. Kendimi yakıcı özlemini duyduğum, yuva dediğim boyuta fırlatamadım henüz. Bir bitse sürgün, bir varsam sılaya, dedim ya, insan olmanın gereği sahip olduğum, sahip olduğumuz, güç çıkacak açığa. Bu gücün varlığından hiç şüphem yok; kutsal kitapların muştuladığı mucizenin din değil de insan olduğundan eminim.

Bu nedenle her gün geriniyorum geriniyorum, fırlatmaya çalışıyorum kendimi yuvaya doğru. Olmadıkça yoruluyorum, nefes nefese kalıyorum. “Ah” diyorum “ah şu geçen yazdan kalma kilolar olmasa” diye hayıflanıyorum.

7 Mayıs 2011 Cumartesi

LİMBO-BİR ÖYKÜ

Limbodaki üçüncü yılına gireli bir iki gün olmuştu. Bin doksan beşten biraz fazla gündür aynı sabaha uyanıyordu. Dua ettiği, adak adadığı, ayağını yere vura vura tutturduğu hiçbir dileğin gerçekleşmediği günleri yaşamak için uyanıyor, duş alıyor, giyiniyordu.

Hani evrende değişmeyen tek şey, değişimdi? Fizik kurallarına meydan okuduğu için gurur mu duymalıydı hadisesiz, değişmeyen hayatıyla?

Dante, İlahi Komedya’da antikitenin pagan filozoflarına kıyamaz; onları cehenneme koymaz. Yine de bu günahkar ruhlar cezalandırılmalıdır. Dante’nin onlara biçtiği ceza, hiçbir değişikliğin olmadığı, hiçbir umudun barınmadığı hadisesiz limboda geçirecekleri sonsuz zamandır.

Olabilir miydi? Onun da payına yaşam diye limbo düşmüş olabilir miydi?

Kafasında bu düşünceler, yine aynı güne uyandı. Kalktı, duşa girdi; ne şampuan ne sabun...Elini hiçbir şeye sürmeden dakikalarca sıcak suyun altında kaldı. Evden, geç kalmasına engel olacak son dakikadan bir saniye önce çıkmayacaktı. Tanrı ona yaşam diye ölüm ihsan etmişse, bu ölüme yaşam muamelesi etmeyecekti. Kendi kendini kandırmayan bir insan olmakla övünürdü. Şimdi de kandırmayacaktı; basbayağı ölümdü bu kuraklık.

Çok sordu kendine “suç bende mi yoksa” diye. Yeryüzünde, olması gerektiği gibi, ölüm yerine yaşam bahşedilen başkalarının yaptığı hangi hayırlı eylemi atlıyordu acaba? Dişlerini fırçalamayı hiç ihmal etmezdi; çamaşırlarını her gün değiştirirdi; sitenin yokuşunda tıkanmış kalmış yaşlıları yolda bıraktığı olmamıştı şimdiye kadar; en yorgun günlerinde bile çöplerini, geri dönüşüm uğruna gık demeden kağıt, plastik, cam, pil diye ayırmıştı.

Soda şişeleri ile karpuz kabuklarını aynı torbaya koyup torbayı ağzını bağlamadan atan komşu Leyla’nın hayatı nefes aldığı her an değişirken o niçin bin günü aşkın bir süredir ölüydü? Değişmeyen, hiçbir değişim umudu yeşertmeyen bu hayat neyin bedeliydi?

Saçlarını kuruttu, işe gitmek üzere yavaş yavaş giyinmeye başladı. Düşüncelerinden sıyrılıp kendine geldiğinde başucundaki radyonun yine frekans atlamış olduğunu fark etti. Odanın içinde, her sabah dinlediği üniversite radyosunun şamata yapan programcıları yerine, kaza namazının nasıl kılınacağını anlatan baygın bir erkek sesi konuşuyordu. Geçen sabahı hatırladı; yine frekans atlamış, yine bir süre dini içerikli bir program dinlemek zorunda kalmıştı. Hayatının her anına şükrettiği, halinden çok memnun olduğu sesinden belli Kübra isimli bir kadın, “Allah-u Teala’nın ruhları yeryüzüne indirmeden önce onlara yaşayacakları hayatı bir film şeridi gibi” gösterdiğini ve “bu hayatı kabul eden ruhların insan olarak” doğduğunu anlatmıştı. Kübra’nın dedikleri doğruysa, kendisine yaşam diye limbo gösterildiği halde yeryüzüne gelmeyi kabul etmiş bir ruh taşıyordu. Hayatında çok aptallık yapmıştı ama en büyüğünü daha doğmadan yapmış olabilir miydi? Belli ki birkaç öpüşe, sevişe kanan şaşkın ruhu kendine gösterilenin yaşam değil ölüm olduğunu anlayamamıştı. O zaman başına gelen, daha doğrusu gelmeyen her şeye müstehaktı.

Evden çıkışını daha fazla geciktiremeyeceği an geldi sonunda. Bin günü aşkındır ölüydü ama hayattaymış gibi davranması gerekiyordu. Limbo sürgünü şaşkın ruhunun ağırlaştırdığı ayaklarını sürüye sürüye dışarı çıktı. Evrende değişmeyen tek şey onun hayatıydı; içinde yaşam olmayan şey değişmiyordu işte.