18 Mayıs 2011 Çarşamba

ILGAZ YOLLARINA DÜŞERKEN

Yazacak çok şey birikiyor. Hayatımın şu andaki cinnet temposuna ayak uyduramıyorum, bir yerlerde kalacağım diye korkuyorum. Ama en azından dersler bitti, final kağıtlarını okuduktan sonra biraz rahatlarım. Medeniyetler Tarihi dersini planladığım şekilde verebildiğim için de ayrıca mutluyum. Rudyard Kipling'in (öğrencilerin deyimiyle Kipyard Rudling veya Richard Killing) The Ballad of East and West'inin "East is East, and West is West, and never the twain shall meet" satırı ile başlayan ders, bütün dönem Doğu-Batı çatışması aksında sürdü. Sonra son ders, baladın bir sonraki satırını, yani "But there is neither East nor West, Border, nor Breed, nor Birth, When two strong men stand face to face"i gördük. Uzun sözün kısası, iki insan gibi insan karşılaştığında ne Doğu ne Batı, ne sınır ne yetiştiriliş ne de doğum önem taşıyor. Ben inanıyorum. (Bu arada öğrencilerden bir tanesi, "bütün dönem bir yalan mıydı yani hocam" dedi, çok güldüm.)
2 saat sonra Ilgaz'a giden otobüste olmam gerekiyor ama daha bavulum hazır değil. Ben onu hazırlarken uzun süredir ihmal ettiğim bloga yazma seminerinden naif (!) bir deneme ekliyorum:

UFACIK TEFECİK OLMAYAN BİR BİRİCİK’İN HİKAYESİ

Popüler kültürün etkisiyle, zaman zaman “acaba aramızda süper güce sahip olanlar var mı“ diye düşünürüm. Sabun, parfüm, krem, tenine değen kokulu her ne varsa kokusunu misli ile etrafına yayan babama bakarım mesela. “Acaba” derim “normal bir insan gibi aramızda yaşayıp giden bu adamı dünyanın bir köşesinde ebedi hayat iksirini karıştıracak elin sahibi diye bekleyen bir grup simyacı olabilir mi?”. Zira, beklendiği, özlendiği ortama düşecek şekilde kendini fırlatabilen herkesin bu dünyaya gelirken bahşedilen ama sonra unuttuğu süper güçlerine kavuşabileceğine inanıyorum.

Benim de insanüstü değil ama süper insan güçlerim var elbet. Hiçbir şeyi değilse bile insanlık hallerini iyi biliyorum. Gözbebeğinde saklı kara sevda, derin bir soluk verişteki dar mizaç sıkıntısı benden kaçmaz. Anlatsa anlarım, anlatmazsa fark ederim. Anlatırsa iyi olur; elini elime alır, yüreğine su serperim. Ya da en azından anlattığını yadırgamam. Üstüne ben anlatırım.

Hissedilmemesi gereken hislerin, çaresizliğin, özlemin, affedememenin, yitirilen anlamların, insan ruhunu hapsettiği karanlık odada vakit geçirmişliğim var. Herkesin kendi karanlığı kendine, ayıplamam. Ama karanlık oda, dünya vaktinin tamamının geçirileceği yer değil; çıkmak lazım ordan. Ne diyor bilge imparator Marcus Aurelius; “insan, diğer insanların uğruna var olur.” Benim de süper insan güçlerim diğer insanların uğruna var; bir insanlık hali yüzünden karanlıkta kalan herhangi bir insan uğruna.

Acıdır ki, süper insan güçlerim, gerçek kapasitesine ulaşmış değil. Kendimi yakıcı özlemini duyduğum, yuva dediğim boyuta fırlatamadım henüz. Bir bitse sürgün, bir varsam sılaya, dedim ya, insan olmanın gereği sahip olduğum, sahip olduğumuz, güç çıkacak açığa. Bu gücün varlığından hiç şüphem yok; kutsal kitapların muştuladığı mucizenin din değil de insan olduğundan eminim.

Bu nedenle her gün geriniyorum geriniyorum, fırlatmaya çalışıyorum kendimi yuvaya doğru. Olmadıkça yoruluyorum, nefes nefese kalıyorum. “Ah” diyorum “ah şu geçen yazdan kalma kilolar olmasa” diye hayıflanıyorum.

7 Mayıs 2011 Cumartesi

LİMBO-BİR ÖYKÜ

Limbodaki üçüncü yılına gireli bir iki gün olmuştu. Bin doksan beşten biraz fazla gündür aynı sabaha uyanıyordu. Dua ettiği, adak adadığı, ayağını yere vura vura tutturduğu hiçbir dileğin gerçekleşmediği günleri yaşamak için uyanıyor, duş alıyor, giyiniyordu.

Hani evrende değişmeyen tek şey, değişimdi? Fizik kurallarına meydan okuduğu için gurur mu duymalıydı hadisesiz, değişmeyen hayatıyla?

Dante, İlahi Komedya’da antikitenin pagan filozoflarına kıyamaz; onları cehenneme koymaz. Yine de bu günahkar ruhlar cezalandırılmalıdır. Dante’nin onlara biçtiği ceza, hiçbir değişikliğin olmadığı, hiçbir umudun barınmadığı hadisesiz limboda geçirecekleri sonsuz zamandır.

Olabilir miydi? Onun da payına yaşam diye limbo düşmüş olabilir miydi?

Kafasında bu düşünceler, yine aynı güne uyandı. Kalktı, duşa girdi; ne şampuan ne sabun...Elini hiçbir şeye sürmeden dakikalarca sıcak suyun altında kaldı. Evden, geç kalmasına engel olacak son dakikadan bir saniye önce çıkmayacaktı. Tanrı ona yaşam diye ölüm ihsan etmişse, bu ölüme yaşam muamelesi etmeyecekti. Kendi kendini kandırmayan bir insan olmakla övünürdü. Şimdi de kandırmayacaktı; basbayağı ölümdü bu kuraklık.

Çok sordu kendine “suç bende mi yoksa” diye. Yeryüzünde, olması gerektiği gibi, ölüm yerine yaşam bahşedilen başkalarının yaptığı hangi hayırlı eylemi atlıyordu acaba? Dişlerini fırçalamayı hiç ihmal etmezdi; çamaşırlarını her gün değiştirirdi; sitenin yokuşunda tıkanmış kalmış yaşlıları yolda bıraktığı olmamıştı şimdiye kadar; en yorgun günlerinde bile çöplerini, geri dönüşüm uğruna gık demeden kağıt, plastik, cam, pil diye ayırmıştı.

Soda şişeleri ile karpuz kabuklarını aynı torbaya koyup torbayı ağzını bağlamadan atan komşu Leyla’nın hayatı nefes aldığı her an değişirken o niçin bin günü aşkın bir süredir ölüydü? Değişmeyen, hiçbir değişim umudu yeşertmeyen bu hayat neyin bedeliydi?

Saçlarını kuruttu, işe gitmek üzere yavaş yavaş giyinmeye başladı. Düşüncelerinden sıyrılıp kendine geldiğinde başucundaki radyonun yine frekans atlamış olduğunu fark etti. Odanın içinde, her sabah dinlediği üniversite radyosunun şamata yapan programcıları yerine, kaza namazının nasıl kılınacağını anlatan baygın bir erkek sesi konuşuyordu. Geçen sabahı hatırladı; yine frekans atlamış, yine bir süre dini içerikli bir program dinlemek zorunda kalmıştı. Hayatının her anına şükrettiği, halinden çok memnun olduğu sesinden belli Kübra isimli bir kadın, “Allah-u Teala’nın ruhları yeryüzüne indirmeden önce onlara yaşayacakları hayatı bir film şeridi gibi” gösterdiğini ve “bu hayatı kabul eden ruhların insan olarak” doğduğunu anlatmıştı. Kübra’nın dedikleri doğruysa, kendisine yaşam diye limbo gösterildiği halde yeryüzüne gelmeyi kabul etmiş bir ruh taşıyordu. Hayatında çok aptallık yapmıştı ama en büyüğünü daha doğmadan yapmış olabilir miydi? Belli ki birkaç öpüşe, sevişe kanan şaşkın ruhu kendine gösterilenin yaşam değil ölüm olduğunu anlayamamıştı. O zaman başına gelen, daha doğrusu gelmeyen her şeye müstehaktı.

Evden çıkışını daha fazla geciktiremeyeceği an geldi sonunda. Bin günü aşkındır ölüydü ama hayattaymış gibi davranması gerekiyordu. Limbo sürgünü şaşkın ruhunun ağırlaştırdığı ayaklarını sürüye sürüye dışarı çıktı. Evrende değişmeyen tek şey onun hayatıydı; içinde yaşam olmayan şey değişmiyordu işte.