28 Mart 2009 Cumartesi

KAYBOLMAK ÜZERİNE

Artık kabul etmemiz lazım, bir gün kaybolursak bu ülkenin gücü bizi bulmaya yetmeyecek. Sevenimiz eli böğründe öyle kalacak günlerce, yıllarca.... İster dağın tepesinde, ister hayatın içinde... Bir kere kayboldun mu ya kimse gelmeyecek aramaya ya da yanlış yerde arayacaklar... 

İyi niyet yetmiyor işte kurtarmak için; kurtulmak için. Uzmanlık gerekiyor, kişinin kendi uzmanlığı... Onun için diyorum ya hep; herkesin cebinde bir kurtuluş veya kaçış planı olması gerek. Yardım her çağırdığınızda gelmiyor. Yaşaya kalmak gerek.....   

   

22 Mart 2009 Pazar

KAHVE

Biri bana "sonra da kahve içeriz" dediğinde sanki dertlerimden biri azalır. 

Okuduğum romandaki kahraman kahve içerse ben kokusunu alırım. 

Yeni yeni tanıdığım bir arkadaşım "aaa ben kahve içmiyorum, kafein alerjim var" deyince ondan biraz soğurum. Sonra aynı arkadaşım "madem sert kahve içiyorsun o zaman sana evdeki iki büyük kahve çekirdeği paketini (Etiyopya) getireyim" dediğinde onu yine sıcak bulurum. 
Hele bir de bir sonraki buluşmamızda unutmayıp kave çekirdeklerini kucağıma bırakınca onu çok çok severim. 

Abim, artık akşam 6'dan sonra kahve içmeyeceğini söyleyince çok korkarım; sonra sabah kahvesini içtiği halde "bu kahve beni kesmedi şöyle koyu koyu bir tane daha yapalım" dediği zaman çok rahatlarım.
 
Bir başka arkadaşım, "geçen hafta içtiğimiz kahve çok güzeldi, yine ondan içelim" deyince dünyalar benim olur. 

Nazan Öncel'in İbrahim Tatlıses'e verdiği "Tamam Aşkım"  şarkısında "kahveni yudumlarken" sözlerini duyunca mutlu olurum; şarkıyı gizlice Ipod'uma indiririm. 

Bana ilk filtre kahvemi içiren kuzinlerimi çok severim. 

Kıbrıs'ta içilen sayısız ve teklifsiz kahveciklerin hatırasını hiç unutmam. 

Osman Müftüoğlu, kahvenin insülin salgısını arttırdığını ve bu yüzden çabuk acıktırdığını yazınca üzülürüm; kanser araştırmacıları "kahve müthiş bir antioksidandır" dediklerinde memnun olurum. 

Mitinge kahvesini içmeden gitmeyen miting arkadaşı, tam bana göredir. 



Starbucks'da babamla kahve paylaşmaya bayılırım. Kahve kokusu evi tutunca söylenen anneme kızarım ama annem "Türk kahvesi yapayım bir de fal bakayım" dediğinde çok çok sevinirim.
 
Hayatımın en güzel kahvelerini Viyana'da içtiğimi hep söylerim. 

Bana uzun uzun fal bakan arkadaşımı, kahvesini sade değil de orta şekerli sevdiği, Starbucks'ta da sütlü Misto içitiği halde çok severim. 

Süpermarkette bana "baklayı fasulye pişirir gibi mi pişiriyorsunuz" diye soran kadına mahçup mahçup bakarım, cevap veremem. Amaaaa çok iyi kahve yaparım.

Kahve makinasını temizlemeyi hiç sevmem.          

4 Mart 2009 Çarşamba

CİDDİ, ÇOK CİDDİ BİR YAZI

Peripatetic şartlardan dolayı biraz erken bir Kadınlar Günü yazısı oldu bu. 

Farkındasınız değil mi son günlerde kadına yönelik şiddet kafa kesmek, delik deşik edinceye kadar bıçaklamak, sıcak su ile haşlamak, gaz döküp yakmak halini aldı. Hani her geçen yıl azalacaktı bu şiddet? Şimdi tam tersine, şekil değiştirip son derece ilkel bir hal aldı. Karşısında sivil toplum örgütlerinin yayımladığı istatistikler haricinde hiç bir kitlesel tepki, hükümet girişimi yok. Babam farkında; "her geçen gün kaç kadını bu ilkel erkekler -barışalım- anlaşalım boşanalım- diyerek kandırıp vahşice öldürüyor," diyor. "Sanki kadının başka hayat yaşamaya hakkı yokmuş gibi" diyor. Babam farkında da Nimet Çubukcu duvar...

Kulağım kocaman, hükümetin kadın politikasını dinliyorum, daha doğrusu bekliyorum. Görüyorum Nimet Çubukcu, Çocuk Esirgeme Kurumu ile çok ilgili. O öksüz-yetim çocukları tek tek, isimleri ile tanıyor; karnelerindeki notları biliyor. Takdirlik, gerçekten... Ne var ki, Türkiye'de kadın-aile-çocuk sorunu bundan ibaret değil. Çok büyük, çok karmaşık ve büyük mücadele, bambaşka bir mesai gerektiriyor. Gerçek şu ki; bu iş bir çap meselesi ve Çubukçu'nun çapı bu mesaiyi yapmaya yeterli değil. Herkes en iyi yaptığı işi yapsın ve Çubukçu, Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürü olsun. O da görev, büyük değişiklikler yapılacak bir görev.

Sorun şu ki; mevcut hükümet kadın sorununu iyileştirecek çapta bir kadın çıkaramaz kendi içinden; çıkartmak işine gelmez. İşlerine gelen "kendini ailesine adayan" kadın. Kadında görmek istedikleri tek özellik "anne şefkati"...

Son olarak; bu erkek egemen sistem erkeklerin de başını yemeye başladı işte. "Sen benim namusumsun, malımsın, sen çalışma evde otur, eve ekmek getirmek benim görevim, birey olmak da ne demek, sen annesin anne" diyenler bunalıyor işte krizde acı acı. Siz hiç kredi kartı borcu yüzünden intihar eden kadın duydunuz mu? 
         

1 Mart 2009 Pazar

GAZETE HABERTÜRK'UN OKUYUCUSUNU ZEHİRLEME İHTİMALİ

Bugün yeni bir gazete Türkiye'de basın hayatına başladı; HaberTürk... Gazeteyi okuduktan sonra başarılı olup olmayacağı, nasıl bir yayın politikası izleyeceği, yeni bir soluk getirebilirliğinden daha büyük, hatta neredeyse hayati bir endişe duydum yalnız... Hala da duymaktayım. Gazetenin diğer gazetelerin baskısıdan farklı olacağı, dergi kalitesinin hedeflendiği duyrulmuştu. Nitekim şööyle gıcır gıcır, parıl parıl bir gazete basmışlar, tebrik ediyoruz kendilerini. Ancak sayfaları çevirdikçe dehşetle fark ettim ki, soluk alıp verdikçe ağzımda onlarca posta pulu yalamışçasına kötü bir tat kalıyor. Tabii hemen aklıma Seinfeld'deki, Geogre'un pintiliğinden dolayı ucuzundan aldığı düğün davetiyelerinin zarflarını yalarken zehirlenerek ölen nişanlı bölümü geldi. Gazetenin boyasından zehirlendim sandığım için de kalkıp süt içtim. 

Sayın gazete yetkilisi,

Yeni gazeteniz hayırlı olsun. Ancak dergi kalitesindeki renkli sayfalarınızı soluyan okuyucunuzun zehirlenme ihtimali var mı? Hayatımdan endişeliyim.

Sayın peripatetic,

Gazetemizin okuyucusunu gerçek anlamda (başka anlamlara karışmıyoruz) zehirleme ihtimali yoktur. Yine de siz siz olun gazetemizin sayfalarını kesinlikle parmaklarınızı tükürükle ıslatarak çevirmeyin. Zaten bu ne biçim bir gazete okuma yöntemi öyle.