27 Haziran 2010 Pazar

YAŞAR- AHUDUDU ŞEKERİM

Yaşar'ın Ahududu Şekerim şarkısının "Dokunmayınca ben sana sen kalır mısın/Bak nevresimlerde ne var sır saklar mısın" diye bittiğini bir tek ben mi fark ettim yahu? Yoksa benim mi içim fesat bir tek?



Genellikle Yaşar'ın her albümünü çok beğenirim ama buna çok bayılmadım. Yaşar sanki workshop (atölye) çalıştırmış ve Yaşar şarkıları olabilecek şarkıları başkalarına yazdırmış. Sanki Raphael mübarek. Söz-müzik ona ait çok az şarkı var...

23 Haziran 2010 Çarşamba

ODE TO A FRIEND -II

"Ben gitmeden son bir kez görüşelim. Kalk gel" dedi; gittim. Toplam 500 kilo ağırlığında 100 adet kutu var ortalıkta. Kargo çalışanları odadan odaya mekik dokuyor; bir de kıpır kıpır 15 aylık Devrim var ayak bileği seviyesinde. Elma şekeri... Ortada bulduğu çayların içine elini daldırıp, sonra da parmaklarından akan çay damlalarını ikram ediyor İtalyan-Türk misafirperverliğinin erken bir örneği olarak. İkramının bir tek annesi tarafından "ohh ohhh pek güzelmiş" diye kabul edilmesi ile de yetiniyor... Allah'tan...

Bu karmaşa içinde, ben daha anlamadan, elimden ağır kocaman çantam alınıyor, masaya buyur ediliyorum ve tepeleme "al dente" makarna ile karnım doyuruluyor. Aynı Kıbrıs'taki günler gibi... İkramda her şeyin en güzeli var, sohbetin en tatlısı. Bir söyleyip beş gülüyoruz... Sonra sonra... Dolaptan bir şişe şampanya çıkıyor. Beni kutlamak için, patlatıyorlar şampanyayı, şerefime kalkıyor kadehler... Bunca işlerinin arasında bu kız için şampanya patlatıyorlar ya... Giderken de mavi bir çöp torbası içinde kargo kutularına sığmayan ganimetlerim tutuşturuluyor elime: Galileo's Daughter, Wilbur Smith'in Monsoon'u, kocaman Webster Dictionary of Biographies, küçük ahşap bir sandık ve iki toprak sake bardağı...

Kıbrıs'ta da böyle ayrılmıştık...

Bir dahaki kavuşmaya kadar güle güle canım arkadaşım. Beni öğle vakti çakır keyif de yaptın ya... Aşk olsun! Bak yine öperim yanaklarından...

22 Haziran 2010 Salı

5 ASKER 1 BUSE

Dün Twitter'da @ozlemrodin yayınlamıştı; ben de şu anda hissettiklerime tam tercüman oldu diye aldım koydum buraya....




Akrep gibisin kardeşim.
Korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
Serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
Midye gibi, kapalı rahat.
Ve sönmüş bir yanardağı ağzı gibi korkunçsun kardeşim.
Bir değil,
Beş değil,
Yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
Gocuklu celep kaldırınca sopasını
Sürüye katılıverirsin hemen.
Ve adeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani.
Hani şu derya içre olup
Deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyda, bu zulüm
Senin sayende
VE AÇSAK, YORGUNSAK, ALKAN İÇİNDEYSEK EĞER
Ve hala şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
Kabahat senin,
-demeğe de dilim varmıyor ama-
Kabahatın çoğu senin, canım kardeşim.

Nazım 1947

21 Haziran 2010 Pazartesi

İLHAN SELÇUK'UN ANISINA

Bence davalık olmuş en güzel yazılarından biri bu. Evet iyi de "Allah bunları hangi pezevengin eliyle yaptırıyor?!?"




İrticanın Dibi Yoktur -İlhan Selçuk

06 Mayıs 2007

Amerika Irak'ı işgal ederken ne düşünüyordu:

- Diktatör Saddam 'ı devireceğiz, yerine demokrasiyi kuracağız; halk bizi çiçeklerle bekliyor...

Ne oldu?..

Irak nerdeee?..

Demokrasi nerdeee?..

***

Amerika bir yandan Irak'ı işgal ederken öte yandan Türkiye için ne düşünüyordu?..

"Ilımlı İslam Devleti Modeli..."

Kafaya bak sen!..

Irak için demokrasi...

Atatürk 'ün kurduğu laik Türkiye Cumhuriyeti için İslam Devleti Modeli...

***

Amerika'nın Irak'a dönük projesi fos çıktı...

Peki, Türkiye'ye dönük projesinden ne haber?..

Gelen giden haberlere, yorumlara, aklıevvellerin el altından ve üstünden tezgâhlanan söylentilerine bakılırsa, Amerika'nın aklı başına gelmeye başlamış...

Diyorlarmış ki:

- Ilımlı İslam Devleti Modeli macerası hem Türkiye'ye uymadı, hem Amerika'ya zarar verdi...

***

İslam kutsal bir dindir...

Ama, ister ılımlısı olsun, ister radikali, "İslam Devleti Modeli" nin gerçek adı nedir?..

Tek sözcük:

İrtica!..

Peki, irtica nedir?..

***

İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad Tahran sokaklarında kadın avına çıkmıştı...

O kadının başörtüsünden taşan saçı, bu kadının türbanından taşan perçemi tesettüre uygun muydu, değil miydi?..

İrtica budur!..

Ama, irtica elbette bu noktada da durmaz...

Ahmedinejad aynı günlerde eski ve yaşlı kadın öğretmeninin elini öperken fotoğrafçının objektifine yakalanmasın mı!..

İran'daki Hizbullahçılarda tepki kıyamete dönüştü...

***

Mürteci ne diyordu:

- Müslüman İran halkı, şeriata aykırı bu tür davranışları affedemez!..

İrticanın dibi yoktur!..

İslam Devleti'nin ılımlısı, yumuşağı, serti olmaz!..

Allah adına ahkâm kesmek bir devletin düzeninde ağır basmaya başladı mı, insan silinir gider...

İnsanın yerini kim alır?..

Mürteci!..

***

İşin en kötü yanı, yüce Allah, Hazreti Peygamber, Kuranıkerim adına konuşan mürteci sürüsünün devlet düzeninde iktidarı ele geçirdikten sonra, gün geçtikçe azmasıdır...

Bu takımdan biri, yolda yürüyen Bektaşi'nin ensesine okkalı bir tokat vurmuş...

Baba hızla dönüp bakınca açıklamış:

- Ne bakıyorsun Erenler, bu tokat Allah'tandı...

Bektaşi:

- İmanım, demiş, elbette öyledir; ama, Allah'ın bu işi hangi pezevengin eliyle yaptırdığına bakıyorum...

Ilımlı İslam Devleti mi?..

Amerika bu işi hangi pezevenk marifetiyle Türkiye'de tezgâhlamak istiyor?..

Sorunun yanıtını siz verin!..

Cumhuriyet

20 Haziran 2010 Pazar

BABALAR GÜNÜYMÜŞ!

11 delikanlı dizi dizi, kıpkırmızı uzanmış yatıyor; kimsenin hiç bir şey kutlayacak hali yok. Boğazımızda koca bir yumru, göz yaşları sel oldu aktı.

Babalar Günü...Babalar Günü...

Tamam anladık Babalar Günü ama yok bugün kutlama mutlama. Zaten babaların suçu büyük bu ülkede. Ya üç-beş bine satıyorlar kızlarını ya da inandırıyorlar onları, büyüyünce onların ne düşündüklerine bu ülke itibar edecek diye. Kızlarının ağzından çıkan her cümleye dünyanın en muhteşem söz dizesi muamelesi yapıyorlar. Kayıt cihazlarına konuşturuyorlar onları "bir de buraya söyle" diyorlar; "oku" diyorlar "Anna Karanina ile Madam Bovary'i oku sonra karşılaştır." "Sen çok oku, çok öğren, senin bu ülke için yapacakların var" diyorlar. "Akıllı erkek ile akıllı kadın birbirini tamamlar, ancak birlikte, yoldaşlıkla ilerlenir hayatta" diyorlar.

Sonra...Sonra, babası ona "akıllı" dediği için kendini "akıllı" sanan kız çocuğu çıkıyor dışarı. "Ne düşündüğünü uygun zamanda, uygun biçimde ama mutlaka söyle" denmiş ya kendine söylemeye başlıyor düşündüklerini tek tek... Aa-aaaa! Kimse öyle bayılmıyor bu kızın söylediklerine. Hele erkekler girmişler sımsıkı birbirinin kollarına; kadın aklının, eşit düzeyde kadın yoldaşlığının eksikliğini hiç duymuyorlar bir adım önde yürürken. Kendi seslerinin yankısı yutuyor başka frekanslardan gelen sesleri.

O zaman kız, suçu babasına atıyor tabii. İnsan kızını oğlunu nasıl yetiştirdiyse öyle mi yetiştirir? Babalar Günüymüş....


Şaka bir yana, buruk da olsa "Babalar Günü kutlu olsun" diyeyim. Ve hatırlatayım, babalarını faili meçhul cinayetlere kurban verenler "Benim babam kahramandı" diyor. Babaları Silivri ve Hasdal cezaevlerinde tutuklu bulunan (metinde esir alınan diyor) subayların çocukları da "Babalarını bekliyor."

17 Haziran 2010 Perşembe

ANKARA'YI BİTİRME PROJESİ

Ankara'yı övecek değilim. Ankaralı biri olarak benim kendimin de her zaman anlayamadığım bu bağlılığı sizin paylaşamanızı da beklemiyorum. Tamam, deniz yok. Tamam, sıkıcı ve renksiz. İnsanlar bir örnek belki. Ama başkent burası; Türkiye Cumhuriyeti'nin başkenti. Bu nedenledir ki AKP hükümetinin cumhuriyetle hesaplaşmasında en büyük darbelerden birini aldı Ankara. İhmal edildi, yoksullaştırıldı, sergiler uğramaz oldu; şaka oldu yahu şaka. Yetersizlikleri paçalarından akan, cumhuriyeti sevmeyen adamların elinde hiçleştirildi.

2002 yılında başlayan Ankara'yı bitirme projesinin son adımı işte bu logodur. Türkiye Cumhuriyeti'nin başkentinin logosu bundan sonra budur:



Protesto ediyorum lan, protesto ediyorum. Bugün bir üniversite öğrencisinin Nimet Çubukçu'ya bağırdığı gibi "Cumhuriyet gençliği sizden hesap soracak" demek istiyorum.

15 Haziran 2010 Salı

YENİ MAHSUL MEZUNLAR PİYASAYA DÜŞERKEN


Image: www.few.org

Mezuniyet balosu dönemi açıldı. Gençler rengarenk, sere serpe, saten maten, çiçek miçek, çok keyifliler...Nazar değmesin. Biraz, azıcık bir nefes alsınlar, mezuniyet törenlerinde keplerini atsınlar, tatili nerede geçirecekleri belli olsun, iş arama telaşına düşecekler. Az kaldı... Bazıları çok şanslı olacak, seviniyorum onlar için. Ya hak ettikleri için ya da bağlantıları olduğu, doğru insanı tanıdıkları için. İyi iyi. Ne olursa olsun, hiç kimse bu kusurlu istihdam piyasasında işsiz kalmasın. Benim dert ettiğim diğerleri zaten. Kafadaki bilginin değil diplomaların yarıştığı, diplomaların eşit olmadığı, bazense diplomanın kralının yeterli olmadığı, kendini ifade edebilme aşamasına hiç gelinmediği bir süreçte el yordamı ile ilerleyenler... Allah yardımcıları olsun. Ne yaşanacaksa yaşanacak, bunu engellemek mümkün değil. Ama doğru hasar yönetimi ile belki daha yumuşak bir iniş mümkün olur. Bunun için benim aklıma ilk gelenler:

1) İstihdam piyasasının "dar" günleri devam ediyor. Her başvuru çok sayıda, her işe giriş sınavı çok kalabalık olacak. Her "hayır"ı her "red" cevabını kişisel almaya can dayanmaz. Yetersizlikleri doğru tespit etmek gerekiyor ama "hayır"ları da kişisel almamak.

2) İlk seferinde "hayal işi"nde çalışmayı kaç kişi başarabilir ki? Ama bir yerden de başlamak lazım. Bazen üzülmeden, erinmeden başlamak gerekiyor "ilk iş"e. En iyisi kendini kimseyle kıyaslamadan ilerlemek. Bu günlerden hasarsız çıkmak kadar kompleksiz çıkmak da önemli.

3) İş piyasası çok matah bir şeymiş gibi yüksek lisansı şart koşar oldu. Yurt dışındaki burs imkanlarını araştırın tabii; askerliği geciktirmek için uzatacaksanız da uzatın master'ı. Ama eğer üniversitede kalmayı düşünmüyorsanız doktoradan uzak durun. Özel sektör her ne kadar doktora da ister gibi gözüküyorsa da asıl istediği uzmanlık. Uzmanlığınızı doktoraya çevirebiliyorsanız ne ala... Ama masa başında değil de hayatın içinde uzmanlaşmak istiyorsanız doktoraya bulaşmayın. Uzmanlaşın...

4) Hükümetin yeni istihdam stratejisinde ağırlık özellikle gençlere yönelik part-time işlere verilmiş gibi gözüküyor. Hiç şüphesiz part-time iş, hiç iş olmamasından evla... Ancak part-time hem ilaçtır, hem tuzak. Hem hiç yoktan iyidir, hem her şeyin yarısıdır. Sağlık sigortası eksik, emeklilik imkansızdır. İlk iş olarak iyidir, yüksek lisans yaparken idealdir. Ama bir bakmışsınız hayatınız olmuş, hak ettiğiniz kalıcı bir pozisyonun mülakatında size "iyi de siz hep yarı zamanlı çalışmışsınız" demişler... Yarı-zamanlı çalışmanın eksik istihdam (underemployment) olduğunu unutmayın.

5) Piyasanın ihtiyaçlarına odaklanın ve kendinizi bu ihtiyaçalara göre farklılaştırın. Bence bu noktada hobiler bile önemli. Hobilerinizi geliştirin, CV'nize yazabilecek hale getirin. Mutlaka küçük de olsa bir farklılık yaratın.

6) Sosyal medyada aktif olun ama onu aynı zamanda akıllı kullanın. Sosyal medya sayesinde iş bulan/yüzünden iş kaybedenlerin hikayelerini çok sık duyar olduk. Kendi adınızla hazırladığınız sayfalara ne koyduğunuza, yazdığınıza çok dikkat edin. Biliyorsunuz, siz unutsanız da internet unutmuyor. Sosyal medyada iyi olduğunuz düşünüyorsanız da sayfalarınızın adreslerini CV'nize mutlaka ekleyin. Twitter'daki kilitleri de kaldırın. Bu sayfalar sizin kendi kendinize verdiğiniz referanslar, işverenler bu referansları daha çok okumak istemeye başladılar.

7) Bir de anladığım kadarıyla istihdamda yeni eğilim yerelleşmek. Yerelleşmekten veya yerel başlamaktan korkmamak lazım. Yani "memleketten başlamak" yahut bir noktada "memlekete dönmek" gerekebiliyor. Ankara, İstanbul, İzmir hepimizi istihdam edemiyor artık. O zaman "evde" bir şeyler yapmaya erinmemeli. AB fonlarının yereli desteklediği bir dönemde olmak iyi bu açıdan. Medyada ilerlemek isteyenler de karın tokluğuna stajyer köle olarak çalışmak yerine yerelleşerek büyümeyi tercih edebilirler.

8) Son olarak diyelim ki; Sıla'nın şarkısında dediği gibi "aksilikler üst üste geldi," hayal ettiğiniz işten uzağa düştünüz, o mağrur başınızı hafiften eğecek bir işe "evet" demek zorunda kaldınız, büyümek isterken küçüldünüz... Böyle durumlar için benim size tavsiye edeceğim Ege Cansen'in şu yazısı . Yazı doğrudan bize, bu aksak istihdam piyasasının kurbanlarına yazılmamış tabii ki ama bana Hızır gibi yetişmişti. Aradığınız yanıtın hangi biçimde geleceğini seçemiyorsunuz ama yanıt geldiğinde anlıyorsunuz. Belki size de bir faydası olur diye koydum link'ini.

Umarım olmak istediğiniz birey olursunuz. Umarım birey olmak istersiniz.

KELİME OYUNU-II

Arada Kelime Oyunu'na bakmaya devam ediyorum. Bir yarışmacı benim yine az daha yerimden yuvarlanmama neden oluyordu. Hahaha!

Tatlı, karabiber bir kız yarışmacı... İyi de yarışıyordu... Taa ki şu soruya gelene kadar...

Soru: Mecazi anlamda engellemek, iki kelime...

İstenen harflerden sonra yanıtın görünümü: S - T - E - M EK

Yarışmacı düğmeye basar ve panik içinde bağırır: "Sote Ekmek"

Sunucu çok ciddi bir şekilde: "Sandviç çeşidi sorsaydık doğru yanıt olabilirdi ama doğru yanıt SET ÇEKMEK olacaktı"



Hahaha! Şimdi müsadenizle benim işimin başına dönemem lazım. Lütfen sote ekmeyin!

11 Haziran 2010 Cuma

BOTERO KIZI

Beni tanıyan bilir; iki senedir favori rengim nar çiçeği. Önce aksesuarlarla başladım. Sonra allığını, utanmadan rujunu bile aldım. En son uzun bir yelek aldım; beyaz t-shirt, gömlek üzerine giyeyim diye. İstanbul'da da doya doya giydim. Pera Müzesi'ndeki Botero sergisine gittiğimde de üzerimdeydi nitekim.

Ben çok beğendim Botero'yu. "Şişman kadın ressamı" diye de bilinen Botero, şişman insanlar çizmesini "boyayayacak, kapsayacak daha geniş alanlar olsun diye şişman insan resmediyorum" diye açıklıyor. Resimlerinden çok heykellerine hayran oldum, o koskoca simsiyah heykellerine... O büyüleyici parlak siyah zaten boya değilmiş, oksitlenme sonucu elde ediliyormuş. O sonsuz siyahın hayranı çok. Sergide gösterdikleri filmde vardı; Kartegena (Kolombiya)'da bulunan bir çıplak kadın heykelinin başından ayrılmadan heykeli parlatan bir adam varmış mesela. Belediye sonunda adamı, tek görevi heykeli parlatmak olacak şekilde, maaşa bağlamış.



Botero'nun resimlerinde kullandığı renkler de son derece canlı ve -tahmin edin- nar çiçeği ağırlıklı. Kocaman kocaman, boğumlu boğumlu kadınlar nar çiçeği ve fıstık yeşili fonlarda, müthiş keyifteler...



Sergiyi gezerken arkamda birden" Aman Allahım" nidası duydum. O sırada da bir başka ses kulağıma "Hanımefendi" diyordu. Bir döndüm ki birbirinden janti, yakalarında kocaman Beyoğlu rozeti taşıyan üç tane yaşlı İstanbul beyefendisi, gülerek bana bakıyor. Bir tanesi "sizi bu güzel renkler içinde görünce tablo canlandı sandık, çok güzel çok güzel" dedi. En içten halleri ile bana iltifat eden bu üç centilmen aslında "Şişmanların ressamı Botero'nun tablosundan fırlamış gibisiniz" diyorlardı. Ben şaka halli "Tabii büyük gördünüz diyin öyle" deyince fark ettiler aslında ne demiş olduklarını. "Asla asla" dedilerse de serginin geri kalanını lise delikanlıları gibi kıkırdayarak gezdiler.

İşte böyle. Elalemin kızlarına "Boticelli tablosundan çıkmış gibisiniz" derler. Bu karma ile benim payımda da Botero kızı olmak düşer. Yoksa asla o kadar büyük değilim, asla! Beni tanıyanlar bilir....


9 Haziran 2010 Çarşamba

ENSTANTANE

İstanbul'dan Ankara'ya dönüyorum. Aklımda kalan manzaralar ne ödül töreni ne de deniz kenarından. Bir tanesi, etrafta herkes patisserie'lerde kahvaltılarını edip üzerine bir tane de siz diyin karamelli ben diyeyim muzlu makaron indirirken mideye, bıçkın bir yeniyetmenin paçozdan hallice küçük sevgilisine, dünyanın en güzel prensesine yüzbin dolarlık şampanya ikram edercesine sokaktaki simitçiden plastik bardakta çay alışı...O döke döke, elleri yana yana gidişlerini vallahi de gözüm dolu seyrettim. "Aferin kerata, hep böyle davranın şu kızlara" da "Oğlum içmeyin çayı şu plastik bardaklarda artık" da diyemedim tabii.


İkinci manzara da NTV binası önünden. NTV Tarih'e geldim diye yanlışlıkla NTV televizyon binasına gitmişim. Kapının önünde beni doğru yere götürecek arabayı bekliyorum. Beklerken de gözüm arabasının içinde görev bekleyen bir NTV şöförüne takıldı. Koltuğunun altından bir tane etamin deseni çıkardı. Parmaklarını hafifçe ıslattı, büktü yeşil ipliği, iğneye geçirdi ve başladı etamin işlemeye. Öyle öyle duygulandım ki yine anlatamam. Ben de araba içinde, orda burda beklediğim bazı anlara çok yanmışımdır. "Yaşa be amca. Elbette. Sevmez zaten boş duranı Allah, değil mi?" de diyemedim tabii. Dönüşte bir tane sudoku dergisi aldım ben de, attım çantaya.


8 Haziran 2010 Salı

GEÇEN GÜNLERİN ARDINDAN

Evet evimden uzak, gezegen olduğum bu dönem de ispat etti ki daha tam anlamı ile blogger olamamışım. Bu süre içinde tek başıma da kaldım, internet erişimim de oldu ama mesajlarıma bakıp, kahve içip başka başka şeyler düşündüm işte. Bir türlü bloga yazamadım. Ama şimdi boğaz manzaralı otel odasındayım, stick modem aldım ve içimdeki ses "artık daha fazla erteleyemezsin" diyor. İstanbul'da günlerdir gök yarıldı, hiç durmadan yağmur yağıyor. İstiklal'den aldığım muşamba şemsiye dün akşam itibariyle Nişantaşı'nda devasa bir Burberry's şemsiye tarafından katledildi. Yarın Ankara'ya döneceğim için bir plastiğe bir 5 kağıt daha vermek istemiyorum. Sonuç; otel odasındayım. Akşamüstü beni ödül törenine götürecek aracı bekleyeceğim, belki yarım saatlik bir yürüyüş için vaktim olur.
Öğrencilerim şu dakikalarda asistanların gözetiminde bu dönemki dersimin finalini oluyorlar. Bütün gece Twitter ve Facebook'ta amma yaygara kopardılar yok commercial diplomacy yok Cold War diplomacy... Karşılaştırmalı soracağım dedim ama çalışırken elma ile armutu karşılaştırmıyorlar mı... Ayıptır söylemesi kıs kıs gülüyorum şu panik hallerine.
En son yazımdan sonra Kıbrıs'a konferansa gittim. Arkadaşları görmek, hasret gidermek, sezonun ilk denize dalışını gerçekleştirmek çok güzel geldi. Eve ayakkabımın içinde kum taneleri, saçlarımda deniz kokusu ile döndüm. Bazı konularda köşe başlarını tutmuş hocaları gördüm. Zamanında M.Ali Talat ile kendilerini o kadar ilişkilendirmişler, "Kıbrıs meselesini dönüştürüyoruz" derken son derece dışlayıcı, adi bir politika yaratmışlar ki Derviş Eroğlu'nun başkanlığında sudan çıkmış balık gibiydiler. Bence yine kendilerini kurtaracak bir yol bulurlar ya neyse...



Sonra Ankara'da kısacık bir süre geçirdim. Atanma ile ilgili görüşmeler yaptım, kötü kalpli dernek başkanının iftira atmaları sona ersin diye derneğin Denetleme Kurulu'nun karşısına çıktım. Bir-iki küçük hesap hatası ve başkalarının kaybettiği faturlar haricinde kuruldaki büyükler eksik bulmadı ve çok yardımcı oldular. Dernek Başkanı kendi harcadığı 300 dolar ve kaybettiği 140 dolar için kıyameti koparıp suçu bana atmaya çalışırken şimdi "faturasız harcama " kararı çıkartmaya çalışıyor. Bu arada bu kadınla Bodrum'da aynı yazlık kooperatifinde olduğumuzu ve de kadının "kooperatif arazisi kapatmak" suçundan jandarma marifeti ile mahkemeye çıkartıldığını söylemeden edemeyeceğim.
İstanbul'a ise hem konferans hem ödül töreni için geldim. Akdeniz üzerine bu konferansa maddi yardım gerekince organizatörler malum cemaatten yardım istemişler, bir geldik ki konferans malum vakıfta yapılıyor. Bir kere daha gördüm ki paraya ihtiyacı olan, işi/konferansı batan herkes yanında birden müthiş yardımsever insanlar buluyor ve kendilerinde "hayır" deme gücünü bulamıyor. İnanlar kadar çaresizler de kendini bu çatı altında buluyor. Neyse, bu konudaki detyalı izlenimlerimi sonraya bırakıyorum...
Asmalı Mescit Sokak'ta kaldım. Gayet basit, eskimiş, ve sade, yine de kendi çapında temiz bir oteldi. İyi ki Paris otellerine alışığım da çok yadırgamadım. Konferanstan arkadaşlar da gelince birer birer, her seferinde elimde kalan duş başlığına çok da takmadım sonunda. Gezi Pastanesi'nde Bilkent'ten hocalarımı gördüm; sonra doktoradan arkadaşlarım da geldi; çocukluk arkadaşlarım Asmalı Mescit'e geldi ertesi gün; Şimdi'de oturduk; üniversiteden arkadaşım da Pazar günü İstiklal'e House Cafe'ye geldi; bileğime uğur bileziği taktı... Herkese çok çok teşekkür ediyorum.
Sonra misafir edildiğim Hilton Parksa'ya yerleştim. Bunun ayrıntıları da sonra anlatırım. Yağmur demin kesildi. Yeniden başlamadan bir iki adım atayım dışarıda. Kafamdaki "ben aslında nerede yaşamalıyım" sorusuna belki bir faydası dokunur...