30 Ocak 2010 Cumartesi

ALIŞVERİŞ SEPETİ

Alışveriş sepetimin içine bakılmasından hiç hoşlanmam; bakan orta yaşlı kadın görürsem affetmem; "beğendiniz mi" diye diklenirim. Ama marketlerde etrafımda olup bitenlerden de haberdarımdır; kim neye bakıyor, neyi inceliyor, nasıl meyva-sebze seçiyor. Botaş memurlarının öğlenleri market içinde serbestçe mandalina ve muz yürütüp, soyup, yemesine dayanamam.

Hayatımda gördüğüm en korkunç market manzarası, elindeki çamuru raflardaki maydanozların hepsine birden silerek temizleyen bir adamdı. O günlerde annemin sık sık "kızım sokaktaki insanları çok azarlıyorsun, olmaz" demesinin etkisiyle ağzımı açıp bir şey dememiştim adama ama bugün o manzara hala arada sırada gözümün önüne gelir, ben de hayalimde adama demediğimi bırakmam.

Geçen gün tatlı, çıtı pıtı bir kız gördüm yine aynı markette. Elinde üç şişe aseton ve bir tane de orta boy oklava vardı. "Allah Allah ne garip bir kombinasyon" dedim; "Ayrıca insanın asetonu bittiyse bir şişe alır, niye üç şişe almış ki" dedim. Sonra daldım, düşüncelerim "Zaten son günlerde asetonsuz tırnak cilası çıkarıcısı satıyorlar, o da siyah ojeleri çıkarmıyor, acaba aseton yasaklandı mı?" şeklinde dağıldı. Ne var ki kıza, elindeki şişelerin etiketini gözlüksüz okuyabilecek kadar yaklaştığımda bir de gördüm ki tırnak cilası çıkartıcı zannettiğim şişeler meğer masaj yağıymış. O an tabii, üç şişe masaj yağı ve bir adet orta boy oklava, iç kaldırıcı ama anlamlı bir kombinasyon halini aldı. Ne yalan söyleyeyim "Hmm" dedim, meraklandım; "acaba nasıl kokuyor şu masaj yağları" diye. Reyonlara baktım ama bulamadım. Haftaya artık...

27 Ocak 2010 Çarşamba

NE İSTERİM-1

Hayal kurmak bedava; öyleyse başlıyorum... İsterim ki bir gün Princeton Üniversitesi'nde geçen gerilim romanı The Rule of Four'daki gibi bir geleneğim olsun. Verdiğim Rönesans dersinin son konusu olan Michelangelo'nun ölümü bütün üniversiteye açık, bütün üniversitenin dört gözle beklediği, herkesin birbirine "geliyor musun" diye sorduğu, "orada görüşürüz" dediği, koskoca bir amfide yapılan yarı yılın akademik olayı olsun...



Elbette ki ne ben Rönesans uzmanıyım ne de verdiğim dersin son konusu üniversite olayı olur. Gerçekçi olalım... Yine de en azından bu ülkede bir akademik geleneğin yaşatıldığı bir üniversite ortamı görsem, üniversitenin diğer bölümlerini de birleştiren, kimlik geliştiren, bağ kuvvetlendiren, konusunun uzmanını çatısı altında barındıran, onun uzmanlığını okulun tamamının erişimine sunan... Geçen gece İlber Ortaylı anlatıyordu, Rus Edebiyatı'na değinmek istediği dersine konunun uzmanı annesini çağırmış; o gün gelenler sınıfa sığmamış, taşmış. Mete Tunçay ve arkadaşları istekte bulunmuş, bir ders daha böyle geçmiş...

23 Ocak 2010 Cumartesi

35 YAŞ YAZISI

Şimdi dönüp baktığımda, otuzlu yaşların başına kadar hayattan öyle çok da fazla şey öğrenmemiş olduğumu fark ediyorum. Hatırlıyorum da; insanları kusurları ile sevmek, hoşgörmek, affetmek, yargılamamak gibi dertlerim yoktu. Geçmişim vurdurttuğum kellelerle doluydu. En doğru doğru benim doğrumdu. Bu farazi doğruları tutturmak her zaman benim için de mümkün olmadığından kendimi de sevmezdim; bu sevgisizliğin bana ettiklerine daha yeni aydım. Ne öğrendiysem son birkaç yılda öğrendim.

Esnemeyen katı, kapkatı duruşumla ayaklarımı yere çok sağlam bastığımı düşünürken ben, zor günler geldi çattı. İlk zamanlar aldığım darbelere tepkim çok haşindi, çok şiddetli. Her yerimden çatırdıyor, kırılan parçalarımı yerden topluyor ama yerine koyamıyordum. Ard arda gelen haksızlıklar karşısındaki öfkem, kızgınlığım alev üfleyen bir rüzgar oldu; kendimin, sevdiklerimin kaşlarını kirpiklerini yaktı. Bir yaz tatili heba ettim, yerleri yumruklaya yumruklaya ağladım, geceler boyu gözlerimin kenarında biriken gözyaşları ile uyuyakaldım, kenara itildim; arkamdan gelen önüme geçti, tufan oldum ama gazabım masumları yuttu; kötülere gücüm yetmedi. Sonunda güzel, sapsarı bir akşamüstü balkonda otururken dank etti kafama; ben hayatımı haksızlıkların nesnesi olarak geçirirken o haksızlıkların özneleri belki ekmeklerine bal sürmüş yiyor, belki de ucuzlukta ayakkabı deniyorlardı. Ben içimdeki nefretle onları gittiğim her yere taşırken onlar beni kötülük ettikleri yerde bırakmıştı. Yakamda madalya gibi taşıdığım mağduriyetimi şu an, şimdi çıkarmalıydım...

Bu aydınlanma anının sonrasında mucize yaşamadım; işlerim de yoluna falan girmedi. Ama daha iyi üzülmesini öğrendim; hayatın adil olmadığını, "çok canım yandı artık rahata ereceğim" diye bir kural olmadığını, beklenen, rüyaya yatılan, adak adanan şeyin gerçekleşeceği zamandan bir dakika önce gerçekleşmeyeceğini, beklerken es geçilen yaşam sürelerinin telafisinin olmadığını, kendimi asla ve asla kimseyle kıyaslamamayı ve birkaç şeyi daha... Sonra birgün, olduğunu zannettiğimden daha fazla şefkat, merhamet, anlayış buldum içimde. "İnsanoğlu...Kader işte..." diyordum. Başkalarının hatalarını da, kendiminkileri de olağan buluyordum. Bir de sular durulup, toz duman dağılınca gördüm ki, eh işte kendimi az biraz seviyordum...

Gençlik nostaljisi yapmıyorum, şimdiki aklımın olmadığı yirmili yaşlarımı özlemiyorum. "Şimdiki aklım daha önce gelseydi" dediğim oluyor ama. O zaman da Haruki Murakami gibi ben de "kendime özgü bir hızım var; kendime özgü bir zamanlamam" diyorum. Olmayı istediğim çok az şeyim daha ama öfkemi, kızgınlığımı, hıncımı, kırgınlığımı ata ata hafifliyerek, iyileşerek ilerliyorum...

13 Ocak 2010 Çarşamba

SEVDİĞİM DİZİ SAHNELERİ -I

Seyrettiğim en iç gıcıklayıcı harikalıktaki dizi sahnelerinden biri, Raising the Bar'da iki erkek arasında geçer. Yardımcılığını yaptığı çetin ceviz kadın hakim, uzlaşmaz ve sert bir insan olarak bilinen erkek hakimle çatışınca bizim eşcinsel kahramanımız, katılmayı çok önemsediği şehir dışındaki bir duruşmaya katılamama olasılığı ile karşı karşıya kalır. Bunun üzerine de uzlaşma sağlamak üzere erkek hakimin kapısını çalar; adam yumuşamayınca da sonunda mecbur kalıp, uzlaşmayı aslında kendi iyiliği için istediğini anlatır. Erkek hakim de "görüyorum ki bir sorunun var ama çözümünü kendi patronundan istemen gerekiyor" deyip yollar karakterimizi.



Biz bu mesele böylece kapandı sanırken sahne değişir; karakterimiz, kadın hakim ve çatışmaya neden olan avukat ve savcı toplantı halindeyken kapı çalar, elinde bir kavanoz Kalamata zeytini ile erkek hakim görünür. Kadın hakimden özür diler, avukatın istediği duruşma saatini kabul eder, zeytini bırakır, çıkar gider. Kadın hakim kazandığını sandığı zaferin tadını çıkarırken biz de, kahramanımızın şaşkınlıktan sevince, sevinçten hınzırlığa doğru kayan yüz ifadesine bakarak "vaay" deriz.

Kimseye eyvallahı olmayan, dediğim dedik, yumuşama olasılığı olmayan bir adamın, hoşlandığı kişinin üzülmesini engellemek için nemesis'inin ayağına gidip, yenilgiyi kabul edip özür dilemesi kadar şaşırtıcı, sarsıcı, gülümseten ve seksi ne olabilir ki! Olayın iki erkek arasında geçiyor olması, verdiği "hissi" değiştirmiyor ve bu sahne, ne zaman tekrarına denk gelsem oturup seyredeceğim sahneler arasındaki yerini alıyor.

5 Ocak 2010 Salı

SAHİPSİZ ÜLKE VE AKSİ MORONLAR

2002 yılına kadar bazıları kendini bu ülkenin sahipleri zannediyordu. Sonra AKP geldi, rahat ettik; ülke sahipsiz kaldı. Hepimiz vahşi hayvan gibi takılıyoruz bu ormanda. Hak, hukuk, haklı olmak, başkasının hakkına tecavüz etmemek gibi kavramlar var olmaya devam ediyor da anlamları tamamen değişti. Üstelik korkarım ki bu kavramları artık tamamen zıt anlamlar temsil ediyor. Koskoca ülke oldu sana koskoca bir oxymoron.

Yıllar önce seyrettiğim Oscar filminde bir mafya babasını oynayan Sylvester Stallone, kendisine oxymoron'un ne anlama geldiğini öğreten dil bilgisi hocasının boğazına yapışarak "bana kimse aksi moron diyemez" diye bağrıyordu. Bugün Türkiye'de ortalık "aksi moron"dan geçilmiyor.

Daha bu sabah oxymoron'ların şahını bizzat,ben, kendim (!) yaşadım. Yokuş yukarı kaldırıma çıkarttığı arabasını ileri almak isteyen kadın şöför, tam da arkasından ben geçerken arabayı geriye doğru kaydırdı. Ben can havliyle, "ne yapıyorsun" der gibi bagaj kapağına pıt diye (belki de pat ama asla güm değil) eldivenli ellerimle vurunca kadın, bana camını açıp "biraz saygılı olun" diye bağırmasın mı! Yeri göğü inlettim ben de "Kaaldırımaaa paark ediyorrsuuun, arabanı geriye kaçırıyooorsuun, kaaldırımdaaa yürüyen yayayaa çarpmaak üzeresiiin, saygısızııın danikasısıın ve saygııı diyoorrrrrsunnnn. İnnnnn aşaağı bak ben sanaa saygılı olucaaam" diye.

Kadının şansına yanımda annemle babam vardı, beni dertop ederek ortamdan uzaklaştırdılar. Papatya çayı içirip, yoğurt tatlısı yedirdiler. Şimdi iyiyim, sakinim. Karşıma şu an yine aksi bir moron çıksa bir şeycik demem. Yarın için söz veremiyorum ama!