26 Haziran 2011 Pazar

MEKTUP


Sevgili Kısmet Hanım,

Seni kucağıma aldığım anda ağzımdan "Baksana talihe mal verir kimine, seni vermiş benim gibi birine" şarkısı dökülüverdi. Erkek talihin dişisi olsa olsa kısmet olur dedik. Ama şimdiki hoppalığına ağır gelir bu isim diye çocukuğun ve genç kızlığın boyunca sana Kissy diyeceğiz. Adın gibi öyle neşeli, maceracı, azıcık hafif meşrep, bol bol kalp kıran küçük bir hanımefendi ol e mi?

Kakanı ilk seferinden itibaren kumuna yaptığın, sabah erken kapımda miyavlamadığın, evden çıkarken arkamdan ağlamadığın için nasıl nasıl minnetarım anlatamam. Halbuki ne kadar da emindim beni sevmenin zaman alacağından, ağzıma ede...pardon canımı
okuyacağından...Sanırım seni ilk eline alan insanoğlu olan Bonnie'nin o müthiş sıcak, uyumlu karakterinden sana da iyi huy geçti. Seni eline ilk alanın ben olduğumu düşünmek bile istemiyorum o halde.


Alev Ebuzziya çanağının en güzel kullanımı

Bonnie'yi ileride hatırlayacak mısın bilmiyorum. Annemlerin artık Türkleşmiş, herkesin çok sevdiği Alman arkadaşı Bonnie. Annen onların bahçesinde doğurmuş seni; tam 4 Nisan günü. Bonnie seni o kadar sevmiş ki, sözleştiğimiz gün "kahvaltısını etti, kaçtı gitti" diye numara çekti bana; vermedi. Bir gün sonra getirebildim seni eve. O gün ama elleriyle getirdi, teslim etti. Yine her seferinde olduğu gibi ayrılırken "merhabalar" dedi de inan olsun sırf seni bana verdi diye kıkırdamadım bu kez. Ben de ona "merhabalar" deyip el salladım arabaya binerken.

Şu andaki en sevdiğin oyuncağın, benim 1 Temmuz'da teslim edeceğim New Diplomacy özetinin taslaklarından birinin top olmuş hali. Sen onunla kendi kendine deli gibi oynadıkça kendimi nasıl suçlu hissediyorum bilemezsin. Benim yüzümden sosyal zekan gelişmezse çok üzüleceğim.

Ama yok. Sen şimdiden bağımsız, cin gibi, avcı ruhlu, koca patili, maceracı, sevgi dolu bir kızsın.




Umarım senin huzurun bana geçer, benim dar ruhumun sıkıntıları sana hiçbir zaman geçmez.

21 Haziran 2011 Salı

YAZMA SEMİNERİ SONRASI

Bir hesaplayalım bakalım. Nisan'ın ortasında başlayan yazma semineri sırasında haftada 12 saat derse girdim, 110 vize sınav kağıdı okudum, iki konferans sunumu hazıradım, bir kitap bölümü bitirip teslim ettim, 110 final kağıdı okudum, 1 atölye çalışması başvurusu yaptım, 2 katarakt ameliyatı sayısız pansumanın gönüllü, istekli refakatçisi oldum, 110 quiz kağıdı okudum, haftada 3 kere gittiğim yogaya 1 kere gidebildim, kortizonun alt üst ettiği metabolizmamı biraz daha ihmal ettim ama seminerde verilen her ödevi, son dakikada da olsa, yaptım. Final kağıtlarını okuduğum hafta sonu, bir de oturup Kemal Tahir'in Yorgun Savaşçı'sını da okudum ki hiç şikayetçi değilim -siz de okuyun, çok dinamik diyalogları var.

Bunları buraya saydım döktüm ki bana dendiği gibi gerçekten semineri ciddiye almadım mı sorgulayayım. Sorgulamamın ardından vardığım sonuç da şu şekilde: "Ciddiye almasam bunca işimin arasında kuyruğuma bir teneke daha niye bağlayayım? Manyak mıyım ben!" O kadar ki bazı günler seminere gidebilmek için duble espressoya ihtiyaç duydum -beni tanıyan Starbucks baristaları "o yolun yolcusu" olmamı istemedikleri için yine tall, sade günün kahvesi verdiler o ayrı.



Seminerde çok konuşulan ve benim de aklıma takılan kelimelerden bir tanesi ketumluk oldu. Büyürken sunulan, içinde "Fenerbahçeli olacaksın, sigara içmeyeceksin, esprilisin tamam ama başkalarını güldürürken karşındakini küçük düşürebiliyorsun, yapmayacaksın" gibi maddeler bulunan paket kimliğin bana en aykırı unsuru ketumluktu. "Ketum olacaksın Akça, yapacaklarını, hissettiklerini kendine saklayacaksın; anlatmayacaksın." Ne çok duydum bu sözleri ve ne çok gereğini yapamadım. Hissettiğimi, düşündüğümü sabahı beklemeden, daha akşamında söylemekten ala koyamadım kendimi; her seferinde de sigara içmiş, Galatasaray için çığırtmış gibi oldum, suçluluk duydum. Aklımın bazı şeylere daha iyi ermeye başlaması ile birlikte açık olmanın bir zaaf değil de iletişim biçimi olduğuna ve benim hayatta başka türlü bir iletişim imkanım bulunmadığına karar verdim. Bunun bayağı mücadelesini verdim, kabul ettirdim bizimkilere; "ama sen zaten açık olduğun için" diyerek karşı tarafla sorunumda hak bile verdiler zamanla. Zararını da çok gördüm tabii açıklığın. Ama dedim ya, ketum olmak gibi bir şansım yok benim. Şeytanlarım benimle konuşmaya başladığında tek çare kendi sesim çünkü.

Seminer çıkışlarında bir-iki kere düşündüm araba kullanırken: Günlük hayatta duygu ve düşündüklerinde ketum olmayan iyi yazar olamaz mı gerçekten? Ketum olmak açık olmaktan evla bir insanlık meziyeti midir ki? Açık insan illa ki gerçeğin tamamını, duygunun tam şiddetini mi iletiyordur? Söylenmemişler söylenmişlerden kıymetli midir?

Aman. Ne ise ne... Aslında şu seminer gerçekten de tam zamanında bitti. Ve iyi ki yaz geldi.

18 Haziran 2011 Cumartesi

BABAMA-DÜDÜK MAKARNADAN KOLYE

Yolumu tutmuştum, yolcuydum. Ta ki bozuk düzenin çatlaklarından birine düşene kadar. Sisteme takılmıştım; yolda kaldım. İlk zamanlar duraladığım yerde aldığım darbelere tepkim çok haşindi, çok şiddetli. Her yerimden çatırdıyor, kırılıp düşen parçalarımı yerden topluyor ama yerine takamıyordum. Övündüğüm şifre kırma, ağızdan girip burundan çıkma meziyetlerimi kullanamadığım bir noktada görünmez olmuş kendimi ifade edebilme olanaklarının tamamından yoksun kalmıştım. Elimi eline alıp fikirlerimi dile getirdiğim için hiçbir zaman utanmamam gerektiğini bana öğütleyen babam, sisteme takılmak, görünmez olmak diye bir lanetten hiç bahsetmemişti.

Kızgındım; babama, kendime, sisteme. Art arda gelen yok saymalar karşısındaki öfkem, alev üfleyen bir rüzgar oldu; kendimin, sevdiklerimin kaşlarını kirpiklerini yaktı. Güzelim bir yazı heba ettim, yerleri yumruklaya yumruklaya ağladım, geceler boyu gözlerimin kenarında biriken gözyaşları ile uyuyakaldım, yoldan çekilip kenara itildim; arkamdan gelen önüme geçti, tufan oldum ama gazabım masumları yuttu; kötülere gücüm yetmedi. Hayatta öğrendiğimi sandığım hiçbir şey yardımıma koşmadı; babam koşamadı. Bir gün haykırdım ona hatta, “bu ülkede kimse teybe meybe konuşturarak yetiştirmesin kız çocuğunu” diye.

Sonra...Sonra tuzlu kirpkilerimin arasından, baba dediğim adamın içinden başka bir insan çıktığını gördüm. Kadim insanlık hallerini bilen, gizemciliğin insanı nasıl da kutsadığını öğreten, en affedilmez insanlık suçunun yeise kapılmak olduğunu öğütleyen... Ondan sonra babam, sisteme karşı verdiğim mücadelede, yaralarımı her gün Büyük Öte’den fısıltılar ile sarıp, “Hadi bakalım, Ali gibi yiğit, Zülfikar gibi keskin,” diyerek tekrar tekrar sefere yolladı. Sistemin çatlağındaki çatlağı nasıl buldum da tekrar gün ışığına çıktım bilmiyorum. Ben mi buldum çareyi hayat mı bilmiyorum. Ama yeni donanımımla tökezlesem de bir daha kolay düşmem; minnet doluyum.


Babam aslında biraz Bedri Rahmi'ye benzer. Sadece Anadolu erenlerine
rahmet okuduğu için değil. Evde bulduğu kullanılmayan peçete, zarf veya karton parçaları üzerine desenler çiziktirir, dizeler yazar; ondan da. Siyah mürekkeple bezediği beyaz bir çay kutusunu çöpten çıkarıp sakladığımı bilirim. Ne var ki, beni çizdiği eskizler de bana pek iltifat etmez; onca yoldaşlığımıza rağmen beni hala iştahını kontrol edemeyip elmayı koçanı ile yutan bir kız çocuğu olarak resmeder. Alacağı olsun.

Hiçbir gizemselciliğin (simya hariç) kendi kendine ödenmesini sağlayamayacağı banka kredisi ayağımda pranga iken bugün ona, anaokulu günlerinde yaptığımız düdük makarnadan kolye kategorisine giren bu yazıyı armağan edebiliyorum yalnızca...




8 Haziran 2011 Çarşamba

DİSTOPYA GÜNLERİ

Dilimin ucunda. Bir şey deniyordu şiddet ve baskı ile beslenen uğursuzluğun şerrine; ütopyanın veznine benzeyen, hayrına benzemeyen bir kelime vardı. Baskın bir eşitlik söyleminin ezdiği bireyin özgünlüğüne yönelik, sistematik bir sindirme politikasının güdüldüğü diyara ne deniyordu yahu? Yetenek ve başarının eşitsizlik yarattığı gerekçesi ile bastırıldığı yerden bahsediyorum. Hani insanları, insan olmanın bolluğuna, bereketine, çeşitliliğine yabancılaştıran, insana tek tip karakter yanılgısını üniforma gibi giydiren.

İnsanoğlunun sürekli olarak teknoloji ile imtihan edildiği, teknolojik yönetişimin özgürleştirmeye değil mekanikleştirmeye, mekanikleştirirken de kısıtlamaya hizmet ettiği memleket; o da, o da Yunanca son ek –topia ile bitiyor. Sözlük anlamında yazıyordu; hatırlıyorum. Teknolojinin nimetlerinin sergilenmesi ama erişimde olmamasından bahsediliyordu sanki. Yani görünürde teknotopya ama gerçekte...Neydi Allahım şu kelime? Çıldıracağım.


http://www.flickr.com/photos/midnight-digital/3532482917/

Diyorum işte; çevre ıslahı adına yeni yerleşim projeleri sunuluyordu. Sürdürülebilir çevre rejiminin baskın geldiği yaşama alanlarına ekotopya deniyordu da doğal kaynakların ölçüsüz tüketiminin desteklendiği, temiz suyun, altyapının yetmediği, kentsel krize doğru ilerleyen hayatlara övgü düzen ikametgah neresiydi? Ütopik söylemin örtmeye çalıştığı yaygın fakirliğe boğazına kadar batan insanların, sokakta yürürken bile hissedilen kolluk kuvvetinin baskısı ile daha da sefilleştiği bir manzara hayal et; işte ondan bahsediyorum. John Stuart Mill kullanmıştı ilk defa bu terimi yanılmıyorsam. 1868? Olabilir.

Maymunlar Cehennemi, Matrix, 1984 hepsi onun bildiğin popüler örnekleri. Tamam mı? Bunlardaki dönüşmemiş, insan olduğunu unutmamış bireyleri gözünün önüne getir şimdi. “Burası ütopya değil, cehennemden çıkma bir kabus” dediklerinde sosyal kabulün nasıl dışına itildiklerini. O noktada, bireyler ya bozuk düzeni yıkmayı ya da kaçışlarını planlamaya başlıyorlar ya çaresizlikten. Onu diyorum.

Yok, boşuna! Bir türlü gelmedi kelime aklıma. Nereden taktımsa. Zaten belki de daha fazla düşünmemek gerek üzerinde. Benim hatırladığım, mutlu sonla bitmiyordu distopyadan kaçış planları. Birey ya bir gammazcı kurbanı oluyor ya da kolluk kuvvetlerinin elinde kalıyordu.

...

Bir dakika. Dur, bir dakika! Demin ben ne dedim? “Distopya” dedim. Aman, çok şükür. Hatırladım en nihayet: dis-top-ya! Şimdi bir de neden bu kelimeyi hatırlamaya çalıştığımı hatırlasam...



3 Haziran 2011 Cuma

"HADDİNİ BİL" DEME EGZERSİZLERİ

Bizimkilere için için kızdığım bir hafta geçirdim. Herkesin çok rahatlıkla kullandığı bazı ifadeler, "onlar çok ağır sözler, söylenmez," denerek benim dağarcığıma sokulmadı. Halbuki elalem ne kolay diyor "haddini bil," "terbiyesiz," "ya o ya ben" diye. Geçen hafta haddini aşan soluğu bende alınca ben de ayna karşısında "haddini bil" deme egzersizlerine başladım.


http://www.rutlandhistory.org/knowyourplace.htm

Kışlada yaşadığımızı sanan emekli asker üst komşuma onlarla beraber 6.45'te kalkmak istemediğimi bir türlü anlatamamaktan Eskişehir Yolu'nda 2 metre ötedeki yaya geçidinden geçmediği için orta refüjde sıkışıp kalan adamın sol şeritten kaptırmış giden, adamı son dakikada gören bana dolu dolu "Allah belanı versin" diye bağırmasına, sayısız olaylar silsilesi sonunda ben de buradan herkese toptan "haddinizi bilin" kartı gösteriyorum. Egzersizlere de başladım bir kere. Bundan sonra "bakın hanfendi/beyfendi" yerine ilk iş "haddini(zi) bil(in)" diyeceğim. Küçük meseleler cehennemi hayatımın şu andakinden daha kötü olacağını sanmıyorum.

Bu haftanın kazananları ise karanlık düşüncelerime teslim olmamı kabullenmeyen, aydınlık tarafa çağıran önce Berrak, sonra Özgür, sonra da Kırçiçeği Sokağı çocukları. Bir de Nahit Hoca'nın (Töre) nazik, ölçülü iltifatları.

Haftanın iyi karması da sonunda bitirmeyi başarıp Kanada'daki editöre gönderebildiğim kitap bölümü. Kitabın Brill yayınevinden çıkacak olması bir rüyamın gerçekleşmesi demek. Metnin ekli olduğu mesajı göndermek için enter tuşuna bastıktan sonra kalbim kendi kendine deli gibi çarptı. Yine de tek başına bu, yeterli olmuyor iyi hissetmeme. İlla küçük meseleler, hep küçük meseleler.