30 Ocak 2011 Pazar

CÜZDANDAKİ KARA DELİKLER

Kolileme tam sürat devam ediyor. Heyecan ve hüzün birarada. Kredi kartlarımın limitine ulaşmış olduğumdan endişe de var tabii.

Kitapları raflardan indirip kutulara koyarken "bu yılın sonuna kadar kemer sıkmalıyım," "artık markafoni'ye girmeyeceğim, beğenince alıyor insan," "keşke lovelyshoes.net'e girmeseydim hiç," "indirim bitmeden Panora'ya adımımı atmayacağım," "aslında benim bir yan gelirimin olması lazım; bu sene beni bir 'big idea' vurur mu acaba?" "evet kemer sıkmalıyım ama acaba Marks&Spencer'daki o güzelim mavi eteğin bedeni kalmış mıdır?" düşünceleri de kafamda uçuşuyor.

Şaka bir yana, mali durumum konusunda bol bol düşündüğüm günler bunlar. Tavan yapmış taşınma/yerleşme harcamalarım bir yana bütçemde kara delikler var üstelik. Bir türlü kapatmayı başaramadığım, son miktarı hep küsüratla kaçırdığım ve o 0.bilmemne lirayı bana 3 liralık ekstre ile duyuran bir Garanti Bankası hesabım var mesela. Telefonla, şubeden çok denedim, kapatamıyorum o.çocuğunu. Yurtdışında yaşarken aldığım ama döndükten sonra "kapatmayın, askıya alın, yine giderseniz hemen 24 saatte aktifleştirirsiniz" dedikleri bir Vodafone hattım var mesela. Her ay 6 lira ödüyorum, Türkiye'den burnumu Kıbrıs hariç bir yere uzatmamış olmamın 2. yılını kutlayacağım yakında. Yazın orada burada çalıştığım için ve de özellikle yazlık için aldığım Vodem'im var mesela Vodafone'dan. Sonbahardan beri zaten sabitleştim, ofis haricinde ya evde ya Starbucks'da çalışıyorum; hiç birinde de Vodem'e ihtiyaç yok. Ama taahüt verdim "kullanacağım 18 ay" diye, ödüyorum her ay 30 da küsür lira. Gerçi yeni eve taşınınca oraya internet bağlatmayacağım, Vodem kullanacağım ama bu sefer de kotasını arttırmam lazım. Yani olmayan paramı saçıp duruyorum.

Bir de tabii devletin ve bankaların aldığı Deli Dumrul vergileri ve masrafları var. Bu ev alma sürecinde bilmem ne masrafı, harcı, katkı payı ödemekten imanım gevredi. Hemen ardından gelen mecburi trafik sigortası, taşıt vergisi üzerine tüy dikti. NTV Tarih'in yatırdığı iki makalelik yazının parasından YapıKredi anında zart diye 60 lira hesap masrafı kesti. Böyle durumlarda aklıma babamın bir tanıdığının hikayesi geliyor. Adam bakmış sahip olduğu her şeyden inanılmaz vergi ve masraf alınıyor. Satmış savmış her şeyini, ev, araba, her şey, kapatmış telefonlarını, çıkmış kiraya... Masrafsız ve vergisiz hayat.

Ya böyle olacak ya da ben cüzdanımdaki kara delikleri kapamayı öğreneceğim. Hesaplı ve kaliteli hizmeti bulup onu satın almayı, indirimden alışveriş yapmayı, ihtiyaçlarıma yani liste yaparak listedeki maddelere odaklanmayı, nakit ödeme yapmayı, nakitim yoksa kredi kartımı çıkarmadan iki kere düşünmeyi... Bu böyle olacak; aldıklarımla değil yaptıklarımla kendimi iyi hissetmeyi öğrenmem gerek.

Ama tabii bu arada "voliyi vurma" hayalim de devam edecek. Bir Steven Jobs olamam elbette ama benim de bir "big idea"m olur bir gün, neden olmasın.


27 Ocak 2011 Perşembe

ELİTİZM'İ YENİDEN DÜŞÜNMEK

Felsefede, politik düşüncede burada ayrıntı verilemeyecek kadar geniş bir tartışma konusudur elitizm. Ben bir blog yazısının dar çerçevesinde ve tabii ki (bilimselin tersi olarak) kişisel olarak ele alacağım. Taa Platon'a gitmeyeceğim.

Eşitlikçilik karşıtı bir avuç çıkarcının tarihsel ve geleneksel ayrıcalıklarını koruyarak sistemden nemalanması anlamına geliyorsa elitizm kötüdür. Olağanüstü düzeyde yetenek, zeka ve deneyim (serveti de dışlamıyorum) sahibi bir avuç bireyin toplumun bütününde yapıcı bir etki yaratması ise elitizm, iyidir. Elitizm'in tek bir tanımı yoktur; iyisi ve kötüsü vardır.

Türkiye'de 2002 seçimlerinden sonra elitizm tek bir anlamda kullanılır oldu; laik elitizmin sona erip halkın iktidara gelmiş olması en güçlü sloganlardan biri oldu. Eşitlik güzel, ideal; daha önce sesini duyuramayanlar duyursun sesini. Ama herkesin karar alıcı olarak doluştuğu sistemlerde etkinlik sorunu oluşur, haberiniz olsun. Bunu ben "laikçi elit" olduğum için söylemiyorum; "conflict between equality and efficiency" (etkinlik ve eşitlik arasındaki çatışma) olgudur, onun için. Çarpık bir elitizmden kurtulurken elitizm terimi bu ülkede öyle bir kirlendi ki; etkinlik ve yapıcılık etkisi yaratacak elitizm de dışlandı, çok büyük darbe aldı. Bu etki olmadan Türkiye makro ekonomi rakamları ile dünyaya hava atar atmasına da insani gelişme endeksi göstergelerinde nal toplar.

Ülkenin ekonomisi dünyanın en büyük 15. ekonomisi olur olmasına da, iyiyi kötüden ayırmaya yardımcı olacak elit bir etki olmadan 187bin kadın kuması ile oturur, 1 yıl içerisinde erkekler 'namus' diye 217 kadın öldürür, yine 1 yılda trafikte 4041 kurban verilir. Aile ve Kadından Sorumlu Devlet Bakanı "erkek adayla daha çok oy alacaksa niye kadın aday göstersin" diyebilir. Geometri "zor geliyor" diye geometri basitleştirilir. Madenler özelleştirilirken güvenlik kontrolleri gevşetilir.

İyi elitizm bugünün yükselen değeridir, aklınızda bulunsun. ABD'de örneğin kendini "çocuğu okula giden ortalama anne" diye tanıtan ve 2012'deki başkanlık adaylığı pek de şaka olmayan Sarah Palin'e baktıkça "elitizm belki de o kadar kötü bir şey değil" düşüncesi yaygınlaşıyor.

Ben bunları niye yazdım? Ard arda benim bu düşüncelerimi doğrulayan iki benzer yazı okudum da ondan; biri Cüneyt Ülsever'den diğeri Oray Eğin'den. Ülsever, "[Başbakanın] kızdığı, rövanş almak istediği kesim (% 42) hâlâ ülkenin en dinamik insan sermayesini oluşturuyor, siyasette azınlık olan bu kesim ülkelerin motoru olan nitelikli insan gücünde çoğunluk" yazmış. Eğin ise elitin "kötü bir kelime değil", "özenilecek bir kelime" olduğunu...

Ben de son olarak diyorum ki; salt halk iktidarı sosyal adaleti, yaygın refahı, yenilenebilir enerji kullanımını, orman arazisini korumayı, cinsel ayrımcılık gözetmeden insan hayatına saygıyı getirmez. İddialıyım; bunlar için elit lazım!
Nasıl bir elitizmden bahsettiğim açık değilse belki sonra yine anlatırım.

20 Ocak 2011 Perşembe

EV HAYALPERESTİ KORUR!

Frances Mayes'in meşhur kitabı Under the Tuscan Sun'ı bundan bir buçuk yıl önce Los Angeles'taki ev sahibimin kütüphanesinde buldum, okudum. Güzeldi; mavi beyaz fayanslar, su bardağında içilen kırmızı şarap, bir ev kurmanın heyecanı, ustalarla uğraşmanın bezginliği hepsi güzeldi. Ama o zaman bir ev alma, dünyalığımı dürüp içine yerleşme gibi bir olasılık yoktu ufukta. Malum zaten yarı-zamanlıydım.

Sonra D&R'da kitabın filmini indirimli DVDler arasında buldum, "neden olmasın" dedim, aldım. Severek, özenerek seyrettim. Birkaç cümle not aldım. Sonra da unuttum. Derken hayat birden hızlandı. Karşıma görür görmez sevdiğim bir ev çıktı. Kendimi içinde yaşarken hayal ediverdim birden. Çalıştığım okulun taşınacağı yeni kampüsünden uzak olsa da aldım; hep birlikte aldık. 2010 yılında bir evim ve nurtopu gibi bir banka kredisi borcum oldu.

Şimdi ustalar, toz toprak, koliler, faturalarla boğuşurken aklıma geliverdi yine Under the Tuscan Sun, yine seyrettim. Bu sefer beni bana anlattı. Ne yazık ki benim hikayemde zeytin ağaçları yok veya yerleşmek üzere olduğum evcik bir Roma villası değil ama heyecan, endişe, dilekler aynı.


Frances, (aynı benim gibi) aniden almaya karar verdiği evin ev sahibesi ile cesaretle pişmanlık arasındaki ince çizgide pazarlık yaparken, fiyattan düşülecek masraf kalemleri arasında çikolata ve her şeyin planlandığı gibi gitmeme durumunda kendini içinde uçurumdan aşağı atacağı kiralık arabayı da sayar ("and a rental car to drive off a cliff when this turns out to have been a terrible mistake"). Benim gözümün önüne de AKP milletvekili ev sahibi ve kredinin alındığı Meclis içindeki Ziraat Bankası ile yapılan çetin pazarlık geldi. Meclis'ten kredi kontratı ile çıkarken "intihar böyle bir şey mi acaba" diye düşünüyordum.

Sonra Frances'in "the trick to overcoming buyer's remorse is to have a plan" demesine dikkat ettim. Ben de bir plan yaptıktan sonra kendimi karmaya/kadere teslim ettim ve rahatladım. Ama "Go slowly through the house. Be polite. Introduce yourself so it can introduce yourself", onun asırlar ötesinden hikayeler taşıyan villası için romantik ve uygun ama benim 3+1 öyle bir heyecan vadetmiyor. Yine de benden önceki ev sahibinin bıraktığı devasa ampüller, mavi fayanslar ve bir şişe tiner, bizi biraz heyecanlandırdı.

Ama filmde beni en çok coşturan Frances'in "What are four walls anyway? They are what they contain. The house protects the dreamer. Unthinkably good things can happen even late in the game" dediği sahne. Benim dört duvarım da beni muhteva edecek işte. Ev hayalperestleri koruyorsa gerçekten, beni de bağrına basacak. Ve ben de iyi şeylerin olacağını hayal etmeyi sürdüreceğim.

A la vie, a l'amour!

14 Ocak 2011 Cuma

TUNUS NERE TÜRKİYE NERE

Sürdürülebilir kalkınma araştırmaları Arap Ligi ülkelerinde genç işsizliğini yıllardır çok vahim bir sorun olarak gösterir. "Genç işsizliğini çözün, terörü çözersiniz" der ama kimse dinlemez. En sorunlu ülkelerin başında da Tunus gelir. Dünya Bankası'nın sırf genç işsizliğine yöneik proje bazlı yardımları sonucu, 336.000 diplomalı genç işsizden sadece 2300'ü işe yerleştirilebilmiştir. Sonuç? Sonuç, bugünkü Tunus ayaklanmalarıdır.
Tunus nere, Türkiye nere midir gerçekten? Tunus ile Türkiye arasında hiç mi benzerlik yoktur? Dünyanın en büyük 15. ekonomisinde, 'akil ülke' Türkiye'de 'diplomalı işsiz' yok mudur?... Vardır! Tunus'ta ne varsa bizde de aynısından vardır. Tunus'ta da şakır şakır üniversite açılmaktadır. Ne var ki bu üniversitelerden mezun olanların %46'sı, diplomalarını almalarının üzerinden 18 ay geçmiş olmasına rağmen hala işsizdir. Pek çoğu 2-3 aylık işsizlikten sonra mecburiyetten yüksek lisansa devam etmiştir. Eğitimli işsizin derdine çarenin daha fazla eğitim olmadığı ortadadır.

Türkiye'de de diplomalı işsizlerin bir memleket meselesi olduğunu ne zaman kabul edeceğiz acaba? Bizde de mi bu gençler kendini belediye binası önünde yaksın, yüksek voltaj hattına atsın? Bu çocuklar aylar süren işsizlik sonunda, çağrı merkezlerinde iş bulduğunda mutlu mu olalım? Diplomanın amacı bu mudur?

....

Duyan olursa; intihar eden Tunuslu gencin ölmeden önce son nefesinde haykırdığı gibi "sefalete hayır, işsizliğe hayır!"

11 Ocak 2011 Salı

AKİL ÜLKE TÜRKİYE

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Türkiye'nin yeni dış politika hedeflerini ve usullerini Üçüncü Büyükelçiler Toplantısı'nda açıkladı.

Gazeteciler günlerdir izlenimlerini yazıyorlar; yeni "vizyoner diplomasi"mize hayran mı olsunlar, şaşırıp kalsınlar mı bilemiyorlar. Türkiye'nin dış politikasına "insani" (humanitarian) boyut ekleniyor, komşularla beraber yeni bir dünya düzeni kuracağından bahsediliyor, 'akil ülke' olacağı konusunda teminat veriliyor.

Türkiye tarihinin karbon dioksit salınımı en yüksek dış politikasının mimarı Davutoğlu, gerçekleri olduğundan farklı algılamamız için onlara güzel, sloganvari isimler takıyor. Bu 'akil ülke' de onlardan biri. Milliyet'teki habere göre Türkiye'de 186 bin kadının kuması varmış. Hizbullah "İslam'da pişmanlık olmaz, ne pişman olucam" diyor. Davutoğlu dedi diye yaşamın sırrına ermemiz kısa vadede pek mümkün gözükmüyor.

Davutoğlu'nun "akil devlet" yerine "akil ülke" gibi bilene çok da anlamlı gelmeyen bir terim üretmiş olmasının sebebi ise bence Google! Evet, Google. Önce bir "wise state" diye arayın, sonra da "wise country" diye. "Wise country" deyince sadece Davutoğlu haberleri geliyor; "wise state" deyince Allah ne verdiyse.

Foto: burokrathaber

Aklımız böyle şeylere süper çalışıyor da bu bizi pek akil yapmıyor!

7 Ocak 2011 Cuma

ÜNİVERSİTEDE PORNO SKANDALI ÜZERİNE


Pornonun hangi durumlarda suç teşkil ettiği konusunda hukuk bilgim, pornografi tartışmasına katılacak kadar da entellektüel birikimim yok. Malum ilgi alanlarım farklı. Buna rağmen sürüp giden Bilgi Üniversitesi'ndeki porno "skandalı"nın ele alınışındaki bazı absürdlükleri göz ardı edemedim:

1) Kimse pornonun ne olduğunu, hangi filmlerin porno kategorisine girdiğini, kamuya açık alanda porno çekmenin, seyretmenin ve dağıtmanın ne anlama geldiğini bilmiyor. Bilgi az, fikir çok.

2) Koskoca bölüm başkanı, sansürcü olmamaya o kadar odaklanmış ki, ki "akademiya"da pek çoğumuzun yumuşak karnıdır, üniversitenin hukuk müşavirine danışmayı, jüriye hukuk müşavirini de davet etmeyi akıl edememiş. Sansür ayrı şey, hukuka danışmak ayrı. Fikrimiz ne olursa olsun, hepimiz yasalarla bağlıyız.

3) Olayı özgürlükler çerçevesinde değerlendirirken bazı "entellektüeller"in "akademiya" tanımına da şaştım kaldım. Öyle özgürlükçü bir alanda yaşıyormuşuz ki meğer; sanki Plato'nun akademisindeyiz, bizi Sokrat yetiştirmiş, biz de Aristolar yetiştiriyoruz. O derece yani. Halbuki boğazımıza kadar ortalamaya batmış durumdayız. Hocası önsöz yazmadan doktora tezi bastıramayan mı istersin, yazdığı makalede istediği adama referans veremeyen mi? Bütün özgürlüklerimiz tamam, bir tek porno özgürlüğümüz kaldı. Veya çok sayın Başbakan'ın çok özlü sözünde vurguladığı gibi, "bütün renkleri boyadınız bir fıstık yeşili kaldı."
(Diğer taraftan özgürlüklerin bölünmez olduğuna inanıyorum elbette. Ama, özellikle sayın H.B. Kahraman, akademiya tartışmalarında gerçekçi olalım.)

4) Bilgi Üniversitesi, "veliler rahatsız" demiş. Ali Nesin, "veliler rahasız diyerek üniversite mi yönetilir" demiş. Ben de "üniversite öğrencisinin velisi mi olurmuş" diyorum. Hani üniversite özgürlük alanıydı? Hani karşımızda 18 yaşını aşmış özgür bireyler vardı? Ama işte gerçek, Hoca Nasreddin gerçeği; parayı veren düdüğü çalıyor. Öğrencilerin sahibi aileleri. Bu ülkede üniversite öğrencileri ne birey ne özgür. Ve evet, çoğunun velisi var.

5) Sihirli kelime "demokrasi"yi kullanan bir yeniyetme, teknik olarak yetersiz olduğu için çaktığı projesi ile arkasında dağ gibi kariyeri olan bir hocanın işsiz kalmasına neden oldu ama "akademiya"nın sınırlarını zorlayan genç olarak Andy Warhol'un muştuladığı üne kavuştu. Tempo dergisinde çalışan dönem arkadaşı muhabir de meslek hayatına "çok parlak" bir başlangıç yaptı. İkisinin de daha sonraki yıllarda adını duyacağımızdan hayli şüpheliyim.

Sonuç olarak, ben bu tartışmalardan bir kere daha herkesin özgürlük, demokrasi, sansür, "akademiya", birey ve tabii ki porno konusunda kafasının son derece karışık olduğunu anlamış oldum.