27 Şubat 2010 Cumartesi

Gece, Karanlık Bir Gece

Gece, karanlık bir gece.
Fakat insanın hayatında sabahı olmayan gece yoktur.
Yarın bu korkuç geceyi yırtıp, parlak bir sabah yaratacağız.

Halide Edip

17 Şubat 2010 Çarşamba

GERİ DÖNÜŞMELİ Mİ DÖNÜŞMEMELİ Mİ?


Hayat zor; bir de bu hakikatı katlanması daha da zor hale getiren alışkanlıklarımız var. Mesela ben, derdim yetmezmiş gibi bir de gece-gündüz geri dönüşüm mesaisi yapıyorum. Üstelik sadece kendimin değil bütün ailenin. Geri dönüşmcü insanlarla yaşamak çok zor çok...




Gazeteler, belediyenin çevreci kamyonu geçene kadar evde karanlık odada biriktiriliyor, sabahtan kapıya konuyor; kamyonun geçiş günlerini akılda tutmak gerekiyor. Yalnız, kuşe baskı dergiler ve beyaz kağıtlar, belediye hizmetine güvenilmediğinden, üniversite kumbaralarına atılmak üzere ayrılıyor. Ne zaman evden çıksam elime gülle ağırlığında kağıt torbaları sıkıştırılıyor, bir iki gün üşenip atmasam torbaları, arabam çöp arabası oluyor. Meyve suyu kutusunu, tepesindeki plastiğini sökmeden geri dönüşüme atmışsam, o kutu ayıklanıyor, parmakla gösteriliyor ve sanki ben profesyonel geri dönüşümcüymüşüm gibi azarlanıyorum. Neymiş efendim; plastikler ayrı torbada biriktiriliyormuş!


Pili biten gelip pilini, KİPA'daki pil kumbarasına atılmak üzere, bana teslim ediyor. Bir de takip ediyorlar pillerinin akibetini, unutmuyorlar. "Attın mı" diye soruyorlar. Tabii her gün pil atmaya gidecek halim olmadığımdan, odamda beraber yaşamak zorunda olduğum onca kalabalık arasında bir de bir pil torbası var.

Tavalar lavaboda yıkanmadan önce, içindeki yağlar, son damlasına kadar kavanozlara süzülüyor. İyice süzülmezse yine azar geliyor; sanki şehir suyu şebekesine yağ kaçıran tek benmişim, kaçırırsam "yağ polisi" gelecekmiş gibi...

Güneşli bir günde kahvemi alıp balkonda keyif sürmek haram bana. Otursam, gözümün önünde pis kokulu yeşil yeşil sular. Çünkü bizde içinde sebze haşlanan, marul yıkanan sular atılmaz, şişlere doldurulur. Çiçekler, kaktüsler bu şişelerden sulanır. Yine de Japon gülümüz hep böceklidir, o ayrı...

Kısacası, bana güvenip, bir geri dönüşüm bir geri dönüşüm, sormayın gitsin. Bir yığın meselem var dışarıda, kafamda, kalbimde, onunla, bununla, kendimle... Halletmeye çıkıyorum dışarı, hayır duası alarak, "Bismillah" diyerek, sağ ayakla ama Yarabbim elimde hep bir kağıt torbası...

"Vallahi ekonomik kriz yüzünden katlanıyorum buna" derken bu geri dönüşüm mikrobu, ne var ki, benim de kanıma girdi sonunda. Benim de kağıt torbalarım, yağ kavanozlarım, içinde yeşil yeşil sular biriktirdiğim şişelerim olacak, biliyorum. Çamaşırlarımı güzelim 90 derecede değil bildiğin 30 derecede yıkayacağım. Artık yeni son moda diz üstü bilgisayar, cep telefonu hayalleri kuramayacağım özgürce. Afrika kirlenmesin, zenci bebekler yemek sandıkları cep telefonu pillerini kemirmesin diye ben şu anda ne kullanıyorsam yıllar sonra da aynılarını kullanmak zorunda kalacağım. El alem dolaşacak ortalıkta tepeden tırnağa teknoloji, ben çevrecinin daniskası olacağım diye, dünyada ardımda benim fani ömrümden bin katı ömürlü aletlerden bırakmayacağım diye hiç havalı olamayacağım şu hayatta.

Havalı olamayacağım ama yaptım seçimimi; geri dönüşümden geri dönüşüm yok. İnsan olmanın gereklerinden biri; aynı gezegende aynı kaderi paylaşma bilinci....

www.earthfirst.org.uk

14 Şubat 2010 Pazar

İÇ FERAHLIĞI için DUA

Saç telleri ile o kadar da ilgilenmediğini; sana karşı en büyük kabahatin yeise kapılmak olduğunu söylerler. Can, umutsuzluğun karanlığına kapıldığında, senden ümidini kestiğinde, senin ondan ümidini kestiğini düşündüğünde, Şer'in istediğinin olacağını... Ne olursa olsun; uçsuz bucaksız çöle, sağır edici sessizliğe, "aynı taşa takılıp aynı duvara toslamaya," anne duasının duyulmaz olduğu kaosa, güneş yoksunu gölge mahkumu olmaya katlanmak gerektiğini...

Yine de sadece "ol" diyerek alemler yaratan senin biz fanilerin zahmetsiz dileklerine her seferinde böylesine direnmen kalbimizi kırıyor. Ne yapalım...İnsanoğluyuz. Bu yüzden ne olur duy kalbi kırık sana sesleneni; ona iç ferahlığı ver, vesveselerini kovmasına yardım et, aklın mantığını yeisin felç edici etkisine üstün kıl, bu gece o uyurken kulağına "senden ümidini kesmemesini, ondan ümidini kesmediğini" fısılda...

11 Şubat 2010 Perşembe

TÜRK AİLE DEĞERLERİ, ÖRF VE ADETLERİ


RTÜK, Aşk-ı Memnu'ya "ateşli öpücük" uyarısından sonra bir de "aldatmayı normalleştirme" uyarısı verdi. Unutulmaz dizisinin de "insan hiç baldızını hamile bırakır mı?" denilerek kulağı çekildi. Uyarı cezalarının gerekçesi, "Türk aile değerleri, örf ve adetlerine" aykırı durumlar içermek.




Türk aile değerleri, örf ve adetlerinden büyük bir yalan daha var mı acaba? En iyi ihtimalle yetenekler, bireysellikler bu aile sevgisi mapushanesinde ölmüyor mu yavaş yavaş? En kötü ihtimaller ise demir leblebi; yenilir yutulur şeyler değil. Ensest, komşu çocuğu tacizi ve tecavüzü... Siz sayın, ben söylemeyeyim... Ama "Türkiye'de aile yaşantısı mesuttur. Ensest yoktur; hepimiz müslümanız" demeyin.

Behlül'le Bihter'den önce aldatma yoktu demek ki bu ülkede? Karadeniz'de kadınlar, irinli frengi yaralarına havadan kaptıkları mikroplar sonrasında mı kavuşmuştu, yoksa o sene çok mu soğuk geçmişti kış Trabzon'da? Kocasını iş seyahatine yollayıp, hala emzirdiği ikizlerini de dadıya teslim ettikten sonra, kocasının iş ortağı ile yatakta basılan kadının haberini çok iyi hatırlıyorum ben. Bizim milletvekillerinin dini bütündür de Ankara niye çalkalanır o zaman Özel Kalem Müdürleri'ne Olgunlaşma Enstitüsü'nde diktirilen güzelim kaftanların dedikoduları ile. Aldatmayı kimse Aşk-ı Memnu ile öğrenmedi efendiler; hazır putları yıkıyoruz madem şu "aile değerleri, örf ve adetler" putuna da bir-iki taş atsa ya şu Mümtaz'er hoca, İhsan Dağı hoca.

Bu ülkede enişteler baldızı, kayınbabalar gelinleri gebe bırakır. Kendine takılmayan altın bilezik uğruna kadın, görümcesini zehirleyebilir. Yeniyetmeliğe geçerken bir çocuk azıcık bireysellik alameti gösterdi mi, kendi çocuğunun "normalliğinden" emin komşular gider çocuğun ana babasına "çocuklarından utanmaları gerektiğini" anlatıp dururlar. Karısı çalışan adama kahvede karısını pazarlıyormuş muamelesi yapılır. Asıl utanılacak olan; bu ülkenin "bir numaralı kadını"nın özgeçmişine "ailesine çok bağlıdır, kendisini çocuklarına adamıştır"dan başka yazacak şeyi olmamasıdır halbuki...


7 Şubat 2010 Pazar

DURDUĞUNU DÜŞÜNENLER İÇİN


Babam biraz Bedri Rahmi'ye benzer; evde bulduğu kullanılmayan peçete, zarf veya karton parçaları üzerine desenler çiziktirir, dizeler yazar. Bu eskizler bana iltifat etmeyip, beni hala elma koçanını çöpe atmayan sümüklü kız çocuğu olarak resmetse de kıymetlimizdir; elimize geçtikçe saklarız.


Aklımda Bedri Rahmi'nin Bilkent kütphanesinde gördüğüm turkuvaz balık desenleri, geçenlerde babama "ben Bedri Rahmi'yi özlüyorum, bugün bu ülkede yaşasaydı yazdıklarını okur, avunur, biraz ferahlardık" dedim. Bugün masamda, babamın dün alıp elime tutuşturduğu Bedri Rahmi Bütün Şiirleri: Dol Karabakır Dol (İş Bankası Yayınları, 9. Baskı, 2009) duruyor. İçinde desenler de, şiirler de, çeviriler de var... Ve ben bir gecede aradığım pek çok soruya cevap buldum içinde, biraz duygulandım ama çok çok ferahladım. "En azından üç dil bileceksin" şiirini hatırladım, yazmaya çalıştığım "multilingualism" makalesinin kapağına koymaya karar verdim; bu blogun sağ sütununa yerleştirdiğim insanoğlu şirlerine bir katkı da ondan geldi; "bir yüküm var benden ağır, bir yüküm var beni taşır" tekerlemesi dilime takıldı... Kafamı meşgul eden pek çok şeyi geçen gece oturup "dalgalanmış, durulmuş" çok bilge bir dostla konuşmuş gibi oldum...

En güzel sözlerini de, ona durduğumu düşünüp üzüldüğümü anlattığımda söyledi. Ben de size aktarıyorum şimdi dediklerini: ola ki belki siz de benim gibi üzülüyorsunuzdur durduğunuz için...

DURANLA DURMAYAN

Ben duruyordum
Rüzgar esiyordu
Ben duruyordum
Yağmur yağıyordu.
Ben duruyordum
Kuşlar uçuyordu
Ben duruyordum
Benden başka her şey
Kımıl
Kımıl
Kımıldanıyordu.

Ben duruyordum
Yüreğim atıyordu
Ben duruyordum
Güneş batıyordu
Ben duruyordum
Karınca durmuyordu.
Ben duruyordum
Saat tam onikiyi vuruyordu.

sonra

Ben estirdim
Hem de nasıl
Allah Allah
Görenlere maşallah
Bir estirdim ki
Neuzubillah.
Ben yürüyordum
Her şey duruyordu.
Ben koşuyordum
Her şey put misali.

Ben uçuyordum
Kuşlar yuvalarında nakış...
Ben tepeden tırnağa hareket
Çevre tepeden tırnağa sus pus.
Böyle kurulmuş bu pazar
Birimiz koşacak birimiz duracak
Bunda şaşılacak ne var?

25 Mayıs 1974

Anadolu'nun öz malı, bu toprakların erenine rahmet...

5 Şubat 2010 Cuma

Gözyaşlarımızı Bitti mi Sandın?

Olan bitenden anladığım, bu ülkedeki haksızlık, hukuksuzluk, sosyal adaletsizlik ve cinsel ayrımcılık nedeniyle döktüğümüz gözyaşlarının hesabını sorabiliyoruz öyle mi? Sevindim, ne zamandır bugünü bekliyorduk. O zaman başlıyalım...

Öncelikle, bu ülkede nice gerçek anlamda mağdur kadın varken, kadınların sorunu ile, tahminim düşük insanlarla görünüp kutsallığı lekelenecek diye, hiç bir şekilde ilgilenmeyen, Filistinli çocuklar için döktüğü gözyaşının bir damlasını Güneydoğu'nun çocuk gelinleri için dökmeyen, Başbakan eşi olmayı çeşit çeşit kıyafet diktirip giymek zanneden, en önemli açıklaması "Naomi Campell ile ortak projelere imza atacağız" olan, hastaneler zinciri sahibi, mültimilyader bir kadının mağduriyetini konuşuyor olmaktan çok gocunuyorum, onu söyleyeyim. Türbanı erkek egemenliğinin baskıcı yansıması olarak görsem de, gerçek başörtüsü mağdurunun Başbakan'ın eşinden ziyade bir KPSS sınavından önce bahçede, uzun olduğum için benim gölgeme sığınıp, gözünü yerde bir noktaya sabitleyip başını açan ve sınıfa girene kadar kafasını yerden kaldırmayan kumral kız olduğunu biliyorum. Kumral saçların saklanmasını öğreten zihniyetin düşmanıyım ama hanımefendinin değil, bu kızcağızın mağduriyetini oturalım konuşalım istiyorum.

Terörle mücadelede bozuk para gibi harcanan çocukların ardından dökülen, anasının, babası daha O doğmadan öldüğü için Umut adını verdiği tek oğlunun şehadetinin ardından, döktüğü gözyaşlarını konuşalım. Çoban Ceylan'ın, üniversite sınavına hazırlanan Şeyda'nın mağduriyetini konuşalım. Adıyaman'da töre diye evin kümesine canlı canlı gömülen Medine'nin mağduriyetini konuşalım esas.

Bu ülkenin insan kaynağını hiç sevmediğini, benim, hayalleri yıkılmış, olması gereken insan olamayacağına inanan öğrencilerimi konuşalım. Etraflarındaki sıradanlığın boğuculuğunu kısacık hayatları boyunca ciğerlerine çekmiş, asla sıradan olmayacağına yemin etmiş ama büyük çoğunluğu bugün sıradanalığa mahkum olduğu ile yüzleşmeye çalışan bunalımlı gençleri... Sanki Avrupa Sosyal Şart'ında "olmak istediğiniz insan olmak bir insan hakkıdır" denmiyormuş gibi...

Benim mağduriyetimi konuşalım, benim anamın gözyaşlarını...Ama Bulgari türbandan bana mağduriyet yaratmayın lütfen, yemem!