15 Mayıs 2010 Cumartesi

YORGUNUM DOSTLARIM...

İğne deliğinden geçemeyen fare, kuyruğuna teneke bağlarmış. Yapmadım diye kimsenin bana hesap sormayacağı bir yığın işi, "böyle olması gerekiyor" diye işgüzar ve biraz da çaresiz bir şekilde vazife ediniyorum, üstelik altından da son dakikada kalkabiliyorum. Yine en son talip olduğum şey ile iş yükümün üstüne tüy diktim. Olursa çok çok güzel olacak, buradan da duyuracağım ama şimdi, bugün, şu anda düşündüğüm tek şey ne kadar yorgun olduğum. O kadar yorgunum ki iç sesimin kontrolünü kaybettim. Kaba bir kadın sesi, benden bağımsız bir şekilde kafamın içinde lan'lı lun'lu konuşuyor. Böyle zamanlarda idolüm Lisa Simpson'ı hatırlıyorum; yapması gerekenleri nasıl sakin sakin listesine çekler atarak yaptığını... Büyüyünce öyle olma hayalimi hiç yitirmedim ama şimdilik çok sefilim (lan!)

İpin ucunu kaçırdığımda, yine çok yorulduğumda akşamları yeni bir alışkanlık edindim. Bazen yemekten sonra koltuğa yan oturup ayaklarımı sallaya sallaya Kelime Oyunu isimli programı seyrediyorum. Ancak öyle sorulan kelimeleri bulmaya çalışıp zamanla yarışıp kendimi falan sınamıyorum. Kendinden önceki yarışmacı daha iyi bir süre elde etmişse sonradan gelen yarışmacılar, biraz panikleyerek yanıt verme düğmesine daha erken basıyorlar ve ilk söyledikleri kelime yanlışsa yeni harf isteyemeden kelimeyi bilmek durumunda kalıyorlar. Ve bir akbaba zihniyeti ile benim en sevdiğim anlar da bu panikleme anları oluyor. Yarışmaya beni ilk çeken görüntü şuydu: Ekranın altında soru olarak "hem otantik hem vamp kadın" yazıyor, bilgisayarın verdiği harflerden sonraki kelime görüntüsü de

F - - T - -

Ben "otantik kadın ne ola ki" diye düşünürken yarışmacının panik anı geldi ve bağırarak "Fıstık" dedi. Ben göbeğimi hoplata hoplata gülerken sunucu, yanıtı "Doğrusu FETTAN olacaktı" diyerek vermişti bile. İşte seyretmeye böyle başladığım programda geçenlerde yine benim sinirimi bozan bir soru yanıtlama anı yaşandı. Yarışmayı önemsemiş tatlı bir kadın, panik anında "Yerinden birden fırlayarak koşmaya başlamak" sorusunun

- - Ğ - R T - E K

görünümündeki yanıtına bakarak "Geğirtmek?" deyince ben az daha yerimden yuvarlanıyordum. Sunucu gayet sakin bir şekilde "Hayır efendim, dooğruuu yanıııt SEĞİRTMEK olacaktı" demesinden çok sonra bile yüksek sesle gülmeye devam ettim. Hay Allahım. Azıcık geçmişti sanki o an yorgunluğum.

Bu arada programdaki sorular çoğunlukla yanıt olarak açığa çıkan kelimeleri karşılamıyor. Herhalde yarışmacılara "itiraz etmeme" koşulu olan sözleşmeler imzalatılıyor...


11 Mayıs 2010 Salı

DOĞDUĞUM EVİ SATIYORUZ


10 yılı aşkın bir süredir başka başka yerlerde otursam da bu evde doğdum, büyüdüm. En sağdaki pencere benim odamın penceresidir. Yolu Çankaya/GaziOsmanPaşa, Kızkulesi Sokak'a düşen arkadaşlarım, beni hala balkondan el sallarken gördüklerine, onlara "pşşt pşşt" dediğime yemin edebilirler.

Çok güldüm, çok ağladım, çok şaşırdım, az anladım. Hep biraz uzundum da 90-91 yazında 6 cm birden boy attım, kocaman oldum. Bu ev benim kişisel tarihimin mihenk taşı olurken, bizleri ülke tarihinin önemli dönüm noktalarına da şahit kıldı. Herkes ülkenin tarihini körlerin fili tarif ettiği gibi, işine geldiği gibi, seçmece tarif ederken, bu ev de benim kendi seçkimi yapmamı sağladı. Ankara'da Kızkulesi Sokak'la Kırçiçeği Sokak'ın kesiştiği noktada durdum, seyrettim. 

70lerin sonuna doğru biz küçük civcivler neşeliydik. Eve kadar çıkmayan dolmuşlardan Filistin Sokak'ta iner, annemin torbalarla dolu ellerinden tutar, aheste aheste NeneHatun'u çıkmaya başladığımızda ise ben ayaklarımı yerden keserdim. Apartmanda bir tek bizim evde telefon olduğu günlerde herkes sırayla bize inermiş telefon görüşmesine de, önce bir evin civcivlerinin ellerinden geçmeleri gerekirmiş. Anlatılan o ki, Tanju Okan'dan yeni ayrılmış güzeller güzeli komşumuz telefonda konuşurken, annem de bizi kadıncağızın eteklerinin altından çıkarmaya çalışırmış.

Karanlık çöktüğnde başka bir atmosfer yaşanırdı, neşe biraz sönerdi. Herkes eve erkenden döner, perdeler sımsıkı kapanırdı. Uzaklardan çat çat, pat pat diye sesler gelirdi. Babamın yengesinin delikanlı kardeşinin Aydınlıkevler'de sağcı-solcu çatışması içinde çocukluk arkadaşı tarafından vurulup öldüğü haberi bomba gibi düştüydü evin ortasına. Bizimkiler bir yandan anarşi ortamında çocuk yetiştirmeye çalışırken diğer taraftan da abime Hansel ve Gratel masalını anlatarak yaptıkları hayatlarının hatasını telaffi etmeye çalışıyorlardı. Hayır, bizi ormana götürüp terk etmeyeceklerdi, kimsenin cebinde ekmek kırıntısı biriktirmesine gerek yoktu...

12 Eylül 1980 gününü hatırlamıyorum ama hayatın birazcık rahatlayıp, normale dönüşünü hatırlıyorum. Bir de okula başladıktan sonra okul yolunda her zaman gördüğüm binlardan birinin yeni sakinleri olduğunu... Annemle babam çapraz aşağımızdaki binanın üst katında balkonda gazete okuyan çifti göstererek "Bakın bunlar Bülent ve Rahşan Ecevit, bir süre burada oturacaklar" demişti. Daha sonra biz mahallenin çocukları onları ne zaman balkonda görsek bağırmıştık "Eeeceeeviit" diye. O da her defasında kalkmış yerinden el sallamıştı bize de umarım bizim yüzümüzden taşınmamıştır Oran'a.

Bu arada yukarıdaki tepelere gelen askeri lojmanlar da mahallenin çehresini biraz değiştirmişti. 80 öncesi anarşisinden herkesin canı yanmış olmasına rağmen kimse memnun değildi her zaman seke seke geçtiğimiz yollarda şimdi annemle babama kimlik sorulmasından, yalnızken bize "sen nereden geliyorsun, annen baban kim" denmesinden. Doğup büyüdüğüm GaziOsmanPaşa tepelerine çekilen tel örgüler üzmüştü hepimizi. Sonra da Özal zenginleri düşmeye başladı tek tek mahalleye. Bugün Hattat ailesinin bilmem kaç kere batırdıkları, tepesine diktikleri vincin artık inidirlemediği, hala boş duran devasa otel de o günlerin bir hatırası olarak ölümsüzleşti.

6 Ekim 1990 günü Bahriye Üçok'u katleden bomba ise bizim evde de patlamıştı. Hayatımda öyle bir gürültü bir daha duymadım, umarım bir daha da hiç duymam. Ecevitler'in evinin tam karşısında çok güzel bir evde oturuyordu Bahriye Hoca, kabul edemedi bizimkiler bir aydının evinin önünde böylesine hain bir saldırıya uğramış olmasını. Camlarımız zangır zangır titrerken, İran tehdidi işte böylece bizim için paranoya değil gerçek olmuştu. Günlerce kulaklarımız uğuldamıştı.

İlk siyasi protestomu Köroğlu'nda Mesut Yılmaz'a yapmıştım. Okuldan eve dönerken karşıma çıkan ANAP konvoyunun en önündeki otobüste en önde oturuyordu Yılmaz. Beyaz kurdeleli, okul formalı bir kız çocuğunu tehlike olarak algılamadığından olsa gerek, öne doğru eğilerek bana el salladı. Benim de kulaklarımda evde bol bol duyduğum "yolsuzluklar, borsa manipülasyonu, haksız kazanç" kelimeleri, bana doğru uzanan eli tutacağıma, kollarımı çapraz yapıp sağ ayağımı pat pat yere vurmuştum. Ne harika hissetmiştim kendimi...

24 Ocak 1993 günü Uğur Mumcu'yu katleden bombanın sesi Bahriye Hoca'nınki kadar yakınımızdan gelmedi. Biraz daha uzakta oturuyorlardı onlar. Ama sonraki karmaşa, ambülans sesleri, polis sirenleri olayın vahametini kapımızın tam önüne kadar getirmişti. Köroğlu'nda tıkanan trafik evin önünden mahallelinin gözyaşları ile birlikte akıp gidiyordu.

27 Mart 1994 günü Refah Partisi'nin Ankara Belediye Başkanlığı'nı kazanması ise doğduğum evin önüne bir kabus getirmişti. Yine okuldan dönüyordum, arabalarından sarkan yekpare kaşlı, kara çarşaflı kadınlar sağ şahadet parmaklarını bizlere doğru sallıyorlar, "hıncımız size hıncımız Çankaya'ya" diye bağrıyorlardı. Gösteriler 1 hafta sürdü, gece yattığımız yerden Refah Partisi konvoylarının korna sesini, "Çankaya da düşecek" naralarını duyuyorduk. Söz konusu partinin kapatılması sürecinde, bize yaşatılan 1 haftalık azabın anıları hep taze, ben şiddet yanlılığı konusunda ikna edilme gereği hiç duymadım. 28 Şubat süreci de benim için dışarıdan bakanlara göre biraz daha gerçektir.

Taşınmamızdan önceki seneyi ben yurt dışında geçirmiştim. Döndüğüm gün karşı apartmanın önünde bir kalabalık, bir kalabalık... Annemle babam ben üzülmeyeyim diye anlatmamış ama karşı apartmanın genç kapıcısının abisi meğer sabıkalı hırsızmış. Failinin o olduğundan şüphelenilen bir hırsızlık olayından sonra abiye ulaşamayan polis, kardeşi almış içeri. İki günün sonunda da adamcağızın karakolda intihar haberi gelmiş lohusa karısına. Bir başka faili meçhulle de işte böyle burun buruna gelmiştik....

İşte ben bu evde böyle büyüdüm politik olarak. "Bu cennet bu cehennem bizim" ne demek çok iyi anladım oturudğum yerden...Vaktim olursa sonra Ankara sokaklarında nasıl büyüdüm, onu da anlatırım... Şimdilik kalemimin ucuna gelenler bunlar....

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Anneler Günü

Babalar, oğullar, kocalar, anne-kız didişmelerini anlamazlar. Ne zaman fırtına kopsa kim haklı kim haksız önemli değildir; erkekler topuklar. Didişmeler hiç bitmez.

Kızlar, babalarının kızıdır ama kaşlarının altından hep annelerini kollarlar. Anne takdir etmezse en harika şeyler önemini yitirir. Anne, tek bir kelime ile kızının ruh halini 180 derece değiştirme kudretine sahip çok ama çok güçlü bir karakterdir. Kızının en büyük korkularını, kimse bilmezse o bilir; kızın kendi kendine bile itiraf edemediklerini pat diye onun yüzüne söyler; sonra da "ne var canım" der. Artırdığı sinir katsayısı ile yüzleşecek vakti hiç yoktur; hep ocakta yemeği vardır. Bugünlerde herkesin dilinde olan o reklam müziğindeki "Her gün bakar bana kusurumu görmez" sözleri müthiş bir kandırmacadır.

Ama kız dışarıdan kızgın, öfkeli, yorgun geldiğinde onu sakinleştirmek, avutmak için söylenecek en doğru sözleri de o bilir. Kızın saçlarını okşayıp "her şey iyi olacak" dediğinde her şey iyi olacaktır. Kızı karanlıklardan çıkarır, ona umut verir. Yukarıdaki ile arası iyidir, yaraları dua gücü ile iyileştirir, soğan kabuğu içinde çörek otu yakar, kötü sözü kem gözü defeder. Kızını kızdırma, eleştirme sadece ona ait bir tekeldir. Ondan başkası küçücük bir söz söylese kaplan kesilir. Kız babasının kızıdır ama kaşının altından hep annesine bakar; memnun mu, giydiğini, yaptığını, dediğini, pişirdiğini beğendi mi diye...

Uzaklara gitse de kız, annesinin sesi her yere onunla beraber gelir. Sağ omuzdaki melektir o, kulağa fısıldar durur.



7 Mayıs 2010 Cuma

İŞTE HAYATINIZ

Uğur Dündar gazeteciliğini, Susurluk'un ortaya çıkşında, mafya ile mücadelede, gıda sağlığında, ihale yolsuzluklarında, haberin veriliş şeklini her zaman beğenmesem de, takdir ederim. Ama bir haberi vardır ki, üzerinden yıllar yıllar geçmesine rağmen aklımdan bir türlü çıkmaz. Hayır, Halil Bezmen olayı değil. Haber kimsenin hatırlamadığı isimsiz bir adamla ilgili. Kimse hatırlamaz, bense unutamadım...



Mahalleli Uğur Dündar ve ekibini çağırır, "evinden dışarı adımını atmayan, hiç çıkmadan yaşayan bir adam var burada" diye. Dündar ve ekibi mahalleye varır, bulurlar adamı. O sırada babam bana agorafobili panik bozukluk nedir, onu anlatmaya başlar. Bir yandan da "inşallah çıkarmazlar adamı evden" der. Ama Dündar, adamı elinden tutar, "bak korkacak ne var kuşlar, böcekler, güneş" diyerek dışarı çıkarır. Adam ertesi gün, belli ki artık evinin içinde dahi kendini güvende hissetmemektedir, yatağının altında ölü bulunur, kalp krizi geçirmiştir. Korkunun tetiklediği şidetli bir panik atak sonucu olduğunu tahmin ettiğim bu ölümün haberini de yine Dündar ve ekibi iletir bize.

Ben ne zaman Dündar'ı görsem, aklımdan mafya ile mücadelesi, Susurluk falan silinir, sadece agorafobik bir adamı "gel kardeşim" deyip elinden tutup dışarı çıkarmasını düşünürüm. Tıpkı Ayşe Arman'ı görünce sadece ve sadece, kendisine röportaj vermeyen bir tecavüz mağduru kadını köşesinden "sen bana röportaj vermezsen başkalarının da başına aynısı gelecek, sen sorumlu olacaksın" benzeri bir cümle ile tehdit ettiğini hatırlamam gibi...

5 Mayıs 2010 Çarşamba

HIDIRELLEZ: HIZIR VE İLYAS

Hızır ve İlyas kardeşlerin yeryüzüne inip birbirlerine kavuştukları bu bahar akşamında dileklerimi sıraladım gül fidanının altına, toprağa gömdüm. Şifre yok, gönderme yok, resim yok, açık açık bir bir sıraladım. Buradan da diyorum ki kul sıkıştı, Hızır yetiş...



Sizin de dileklerinizi dileyebilmeniz için gül fidanımızı kullamınıza açıyorum. Buyrun dileklerinizi dileyin. Benimkileri alırken Hızır, sizinkileri de alabilir....

4 Mayıs 2010 Salı

TÜRK KADININI KİM TEMSİL EDİYOR

Emine Erdoğan’ın Brüksel’de önünde duran kağıdı iyi okudu diye Türk kadınını temsil ettiği iddiasına elbette ki katılmıyorum. Dalga mı geçiyorsunuz? Mesele de bugün bir köşe yazarının yazdığı gibi başı açıkların başı bağlı bir kadına karşı çıkışları değil. “Berna Yılmaz, Rahşan Ececvit, Türk kadınını ne kadar temsil ediyorsa Emine Erdoğan da o kadar etmektedir” diyor yazar özetle.


Hiç bir politikacı eşinin kişisel hayranı değilim ama gayet iyi hatırlıyorum Berna Yılmaz’ın kalp sağlığı kampanyalarının yüzü olduğunu; Rahşan Ecevit’in hayatını anlatan kitapta Oran daha kentleşmenin bir parçası değilken çevredeki çocukları tek tek toplayıp okula götürebilsin diye binek otosu yerine küçük bir minibüs aldığını okuduğumu…


Başbakanın eşi olarak her şeyi yapamazsınız elbette ama bu ülkenin milyonlarca sorunundan bir tanesinin bile ucundan tutmaz mısınız yahu? Hadi ensestle, aile içi şiddetle mücadele etmek herkesin harcı değil; bari anne-çocuk sağlığı kampanyalarından birinin sürekli yüzü ol. Köy köy gez; bebeler çocuk felci, menenjit aşısı olurken onları kucağında tut. Ağlarlarken ağızlarına bir tane bonbon at.

Mesele budur… Yaşadığı ülkenin toz duman karmaşası içinde kamuoyu karşısına çıkışları moda defilileri, Naomi Campell ile ortak işlere imza atacaklarının ilanı ve Filistinli çocuklara ağlamakla sınırlı bir kadını, 2010 yılında önündeki kağıdı okudu diye, müsadenizle ben alkışlamayayım…

Türk kadını ile ilgili düşüncelerimi de bir başka yazıya saklayayım.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

DÜNYA YIKILSA UMRUMDA DEĞİL

Günlerdir kampanya yapılıyor "okulumuz yıkılmasın" diye. Bense "yıkılırsa yıkılsın umrumda değil" diyorum. Belli bir okuldan mezun olmanın verdiği kimliğin tadını çıkardığım çok oldu. Ne zaman ki aklım bize verilenin eğitim değil de etiket olduğuna erdi, o zaman Kolejli kimliğimi terk ettim. Ne zaman birey yetiştiren gerçek eğitimin nasıl bir şey olduğuna aydım, okula akıtılan kova kova paranın karşılığında edindiğimiz hilkat garibesinin eğitim olmadığına da aydım! Doğru eğitimin bir çocuk aklı alıp nasıl durmaksızın evirip çevirip şekillendirebileceği, sayısız yollara, seçeneklere yönlendirebileceği, o küçük bünyenin önünde hayal bile edemeyeceği kapıları açabileceği yüzümde bir tokat gibi patladığında koca kazıktım. Geçmiş ola...



İlkokulda başladım ben Kolej'e. Bugün durup düşündüğümde dehşetle anlıyorum ki bayağı bayağı deliydi benim ilkokul öğretmenim. Hadi teşhis de koyayım; manik depresif... Bir gün ağlatırdı hepimizi "sizi terk edip gideceğim, tiyatrocu olacağım" diye; öbür gün gelir sınıfın tombul çocuğunu koştururdu sınıfın içinde "sen şimdi kaç, yakalarsam seni, yanağına ısırıktan saat yapacağım" diye. Sonraki hocalarım ise etek boyumdan, kazağımın renginden, çok konuşup gülmemden, anlamını bile bilmediğim kim bilir kimden duyup kullandığım bir küfürden dolayı çok uğraştılar benimle de, neye kabiliyetim var; ne ile ilgileniyorum; neyi kolay neyi niye zor yapıyorum; bende ne bakarsan bağ bakmazsan dağ olur onları pek 'enterese' etmedi. Bir tek sağ olsun Nurettin Hoca, eve telefon ettirip, velimi okula çağırtıp benim 'dehamın' ziyan olmamasından bahsetmiştir. Ne var ki Nurettin Hoca kimyacıydı, edebiyat değil kimya seçmemi istiyordu ve ben bugün mütevazi ekmeğimi kalemimin ucundan kazanıyorum hasbelkader...

Kolejin benim üzerimdeki emeği sıfırdır da Kolej'den emekli efsane edebiyat öğretmeni anneannemden öğrendiklerim beynimin ön lobuna kakılmıştır. Yıkılan yıkılsın efendim, ben kendi putlarımdan başlamıştım zaten...

SİVİL TOPLUMLA İMTİHANIM

Başbakanın sivil toplum anlayışının, sivil toplum örgütlerinin iyi havalandırılmamış bir konferans salonuna doldurulması ve kendisinin onlara bayıltıcı bir konuşma yapmasından ibaret olduğunu düşünüyorum. Çataçat tartışmalar, yeniden yeniden düzenlenen, tekrar tekrar kamuoyuna sunulan maddeler, yasa yapma sürecine katılım vs. bu anlayışa göre kesinlikle sivil toplumun özellikleri değil, olsa olsa haddini bilmezlerin itaatsizlikleri... Kendisi çevrecinin daniskası, Greenpeaceciler sidikli zıpırlar...

Bu arada tabii bu ülkedeki bazı sivil toplum örgütleri yöneticilerinin sivil toplum anlayışının Başbakan'ınkinden daha gelişmiş olduğunu da düşünmüyorum. Kasası zengin, ağı gelişmiş sivil toplum örgütlerinde güç sarhoşu olmuş pek çok dernek başkanı tanıdım, hatta kendi sivil toplum deneyimimde bir tanesi de benim payıma düştü. Ankara merkezli, örgütlü meslek kuruluşu gbi çalışan bir dernekte, ileride kendi derneğim için tecrübelenmek amaçlı, bir yer edindim kendime. 5 yıl derneğin muhasebesi benden soruldu, soruldu da neler neler gördüm: Hırsından her daim mosmor dolaşan dernek başkanının yaptığı yüklü ne 'itibar' harcamaları geçti elimden, sevmediği insanı nasıl dernekten kovaladığını, bazı konferans sunum başvurularını nasıl hasıraltı ettiğini, telefonu kapattığında insanlara nasıl hakaret ettiğini, kapattım sanıp kapatamadığında o felaket hakaretlerin karşı taraf tarafından nasıl işitildiğine şahit oldum...

Hayatımın en zorlu yıllarına denk geldi benim muhasip üyeliğim. Gün boyu yel değirmenlerine karşı verdiğim imkansız mücadeleden sonra gece, pis pizza kokulu küçük bir ofiste bu kadının eline düşüyordum sağım makbuz koçanları solum tarihi geçmiş faturlar... Bu yükün altından kalkamadığım zaman oldu, ağır baskı altında hata yaptığım da... Asla tamamladığım işlerle değil, her zaman tamamlayamadıklarımla anıldım. Hocalarıma, görüştüğüm yayımcıya, arkadaşlarıma arkamdan denenlerin her biri teker teker kulağıma geldi. Ama ben orada gönüllülük esası ile bulunuyordum ve yarı yolda bırakmak olmazdı. Bırakıp gittiğim zaman da oldu tabii, ne de olsa, ortalama da olsa bir hayatım vardı benim. Dağınıklığı toplamak için geri döndüm ama... Ne var ki dağınıklık, toplanamayacak çılgın bir harcamalar silsilesi içinde boğazıma kadar çıkmıştı...Kabus günler... Sivil toplum için gönüllü olarak çalışacağım demenin cezası büyükmüş, bu ülkede ağzımın payını bir kere daha çok fena aldım işte... Kabus...Kabus...
Şimdi Perşembe günü başkanla son kapışmamıza hazırlanıyorum. Bu kadar büyük kabalık ve haksızlıklardan sonra son bir kere daha bir pürüzle ilgili olarak derneğin yolunu tutacağım. Sonuç ne olursa olsun umrumda değil. En azından kötü kalpli dernek başkanının öfkesini bu kadar çekmiş olmamamın nedeninin susmamam ve itiraz etmem olduğunu biliyorum. Demediğim, içimde kalan hiç bir şey yok!

En iyi köle sistemi ile çalışan sivil(!) toplum mafyası ile benim imtihanım da şimdilik işte budur.

Bu hikayenin nasıl bittiğini anlatırım merak etmeyin. Şimdilik son nokta konmadan kabusumun bitmediğini söylüyorum size...