7 Şubat 2012 Salı

BİR KEBİKECİN ACIKLI YAŞAM ÖYKÜSÜ

Bel vermiş tıka basa dolu raflara bakarken “Sanki daha geçen ay bu odadan iki koca sandık kitap çıkmadı” diye düşündü Mete. Evden sahaf sırtında çıkanların, yerde toz içinde istiflenmiş olanlara, fizik kurallarına meydan okurcasına yer açmamasına alışıktı. Komşuların “dolaplı ev” adını taktığı 400 metrekarenin duvarlarında artık dolap yaptıracak, raf taktıracak yer kalmamıştı. Kütüphane haline getirilen odanın yerli dolaplarının önüne ikinci bir sıra raflı modüller yerleştirilmiş, iki kişinin yanyana duramayacağı daracık bir labirent kurulmuştu. Kurulmuştu kurulmasına da, o bile yetmemişti. Duvar saatinin yanı sıra, yatak altları, koridorlar, kapı üstleri, küçük tuvaletin boş köşeleri, her yer kitapların işgali altındaydı. Evden sahaf marifetiyle eksilen kitaplar boş alan yaratmıyor, sadece mutfak dolaplarının da kütüphane olmasını engelliyordu.

Nereye koymuştu şu lanet olası kitabı, çıldıracaktı. Aradığı, bulmayı umduğu yerden çıkmazsa kabusu başlardı. Tren rayları gibi uzayıp giden, evin çevresini iki kere dolaşan raflar dizininin herhangi bir karanlık noktasında olabilirdi çünkü. Böyle durumlarda o kitapla kavuşması, kaderin insafına kalırdı. Neyse ki çoğu zaman, “kütüphane perileri” adını taktığı iyi güçler yüzünü güldürür; imkansızı oldurur, kitabıyla kavuşurdu. Çocukları üniversite kütüphanelerinde aradıkları yanlış rafa konmuş veya saklanmış bir kitabı nasıl mucizevi bir şekilde son anda bulduklarını anlattığında da büyük bir ciddiyetle “Tabii,” derdi, “Kütüphane perileri kitap vurgunu yemişlerin yüzüne bakar.” Babalarının her zaman akılcı konuşmasına alışık çocuklar kikirdeyince de kızardı, “Bunun şakası yok. Periler olmadan bu ormanda halimiz yaman olur, yolumuzu kaybederiz biz.”

Gel gör ki bugün, güneşli günde günışığının ancak damladığı ormanında yalnızdı ve kaybolmuştu işte. Günlük iç huzurunun pamuk ipliğiyle bağlı olduğu kitabı bulamıyordu. Ne demişti kızı ona; “ihtiyaç duyduğun an elinin altında bulmadığın hiçbir şeye sahip değilsin.” Kızgındı tabii Akça biraz. “Sakın satın alma, bende var,” dediği ama hala bulamamış olduğu için bu yetişkin yaşına Tanpınar okuyamadan gelmişti kızcağız. “Kızgın olanlar sıraya girsin. Hem Yıldız dururken Akça’ya söylenecek söz düşmez” dye düşündü Mete gülümseyerek. Kitapların tutsaklığındaki hayatını paylaşan en sevdiklerine, bu zor dostluğun yükünü de kaçınılmaz olarak paylaştırmıştı. Karısı Yıldız, sergilemekten çok hoşlandığı çilek desenli, altın varaklı cam komposto takımını kağıtlara sararak kutusuna geri kaldırdığı gün, onun kalbini kırmış olduğunu biliyordu ama ezoterizm konusunu karşılaştırmalı okumaya başlamıştı ve eve giren yeni kitaplar için ince zarafetiyle sergilenmeyi hak eden komposto takımının durduğu rafa ihtiyacı vardı.

****

Kitapları ayıklamak, elden çıkamak, satmak, bağışlamak da eskisi kadar kolay değildi artık. Onların gerçek değerini ölçmekten aciz yeni kuşak sahafları eve gelmeye ikna etmesi, elden çıkarmak istediklerini seksileştirmek için aralarına mutlaka birkaç tane güncel iyisatan serpiştirmesi gerekiyordu. Gotik alfabe ile basılmış Almanca kitapların hiç şansı yoktu; satılmıyor, alınmıyor, okunmuyorlardı. Gazetelerle beraber geridönüşüme atmaya içi elvermediği için de gençlikten yetişkinliğe geçişinin hazineleri, yaşlılığında sırtında yumurta küfesi olmuştu. Pencereden dışarı baktı. Hava kararmış, akşam çökmüştü. Koyacak yeri olmadığı halde internetten koca bir cilt neolitik arkeoloji kitabı ısmarlamasından dolayı gücenmişler miydi bilinmez ama bu sefer belli ki kütüphane perileri ondan yana değildi. Ellerini ağrıyan dizlerinin üstüne koyarak kalkmaya çalışan Mete, ancak üçüncü denemesinde başarılı oldu. Rafların haddini zorlayan kitap ağırlığı, dizlerine binen kendi ağırlığını ikiye katlıyordu böyle zamanlarda. Çok büyük bir derdi varmışçasına canı sıkılıyor, hareketleri iyice yavaşlıyordu.