30 Kasım 2011 Çarşamba

BİR PORNOGRAFİ ÖRNEĞİ OLARAK MECLİS TV

Gençsem, güzelsem, tüzel kimliğimi adliyelerde, ıslahevlerinde bıraktıysam
Meclis TV izleyip tahrik olduysam, 31 çektiysem, hatta 3 31,
Mayonezdir asıl sorumlu
K. İskender (Bu Defa Çok Fena)

Her zaman biraz öyleydi ama yeni yasama döneminin başlangıcından beri Meclis TV, pornografik şiddetin doruklarında geziyor. İnsanlar artık kim, ne demiş seyretmek için değil, hangi tanıdık isim, hangi iri kıyım muktedir vekilin sözlü ve/veya fiziksel tacizine uğrayacak, mümkünse yumruğunu yiyecek; onu seyretmeye, seyrederken tatmin olmaya, boşalmaya geçiyor ekran başına. Şiddete uğrayan insanların tanıdık olması görüntülerin pornografik özelliğini arttırıyor. Kaddafi'nin ölüm pornosu, videonun tıklanma sayısı kadar kişiyi tatmin etmedi mi?

Her insanlık haline verecek bir isim bulan gözünü sevdiğimin antik Yunanlıları, müdahil olmadan sadece seyrederek zevke gelme durumuna skopofili (scopophilia) demişler. Bugün bu terim çoğunlukla şiddet içeren hareketleri gözetlemek ya da açıktan seyretmekten cinsel tatmin duymak anlamında kullanılıyor. Meclis TV yayınları içimizdeki skopofili beslerken milletvekillerini de haz nesneleri olarak algılamamıza neden oluyor.

Yürütme'nin, 3 Mayıs'ta Yasama'nın kendisinden aldığı kanun hükmünde kararname (KHK) çıkarma yetkisi ile Yasama'nın yasa çıkarma yetkisi gasp edildi, TBMM idare kanunu bile yeniden KHK ile düzenlendi, TBMM usulden bile olsa karşı çıkamadan 25 mimar istihdam etmek zorunda kaldı diye kilit mi vuralım yani bu ulu mabedin kapısına? Elbette ki hayır. Tarih bilinci ve imparatorluk deneyimi, meclisleri kapamayı değil onlardan gladyatörlerin dövüştürüldüğü bir arena yaratmayı gerektirir. Nitekim bizde de öyle oldu.


Meclis İdari Amiri, kürsüde konuşmasını uzatan milletvekilini aldı, savurdu. Meclis Başkanvekili okkalı bir "hass*ktir" savurdu. İnsanlar artık kim, kime, ne savuracak diye geçiyor televizyonun başına.




Her zaman biraz öyleydi durum ama arada KHK'lar gelirdi Genel Kurul'a ki gelmesi de gerekir. Şimdi yapacak işleri de yok vekillerin. Anayasa'yı da "milletin iradesi" yapmayacağına göre...O zaman tokuşsun kafalar. Sen de tutma içinde; sal filini züccaciye dükkanına. Hangi fili? Skopofili.

Meclis TV! İnterneti sansürlü memlekette fakirlerin pornosu.

19 Kasım 2011 Cumartesi

BU ORTAÇAĞ HİÇ BİTMEZ!


Yeryüzünde unutulmuş olma duygusuyla başedememek fani varlığımızın üzerine gece gibi çöktü mü gözlerimizi Büyük Öte'ye dikeriz. Bekleriz ki umduğumuz işaret, dileyen gözlerimizin önünde, o an çakıversin. Bekleyiş uzarken unutulmamış olmanın yetmediğine karar veririz; "en sevgili kul" olduğumuzun da ispatını isteriz. Biz isteriz, işaret gelmez (aslında gelir de istediğimiz anda gelmez), gelmeyince de biz işaret avına çıkarız. Merkür'ün geri gitmesi, Ay'ın tutulması, meleklerin dünyada bıraktığı, yok kuş tüyü yok çamurda parlayan metal para gibi, izler, yarı değerli taşların hayırlı etkisi, kahvesi içildikten sonra fal için devrilen fincanlar, kaderi değiştirmesi olası Tarot kağıtları, bizi bu işaretlere götürecek aracılardır; bel bağladığımız. Biri "şöyle şöyle yaptım, dileğim oldu" mu dedi, ertesi gün aynısını yapmaya kalkışırız. Çünkü yeryüzünde unutulmuş olma duygusu beşerin omuzunda ağır bir yük, ancak çok, belki de en çok sevildiğinin kanıtı ile hafifleyecek.


http://elementsunearthed.com/2009/07/24/early-modern-technology

Böylece, akılcılığın zirve yapmış olması gerek bir çağda batılın, mistiğin, astronominin, astrolojinin birey üzerindeki yetkisi neredeyse Ortaçağ'daki kadar genişler. İşaret avı sürer gider. İşaret gelir ama istediğimiz anda gelmez. Beşerin boynu bükük kalır.

Halbuki herkesin dileğini öte tarafa iletebilecek kendine özgü bir çaresizlik enerjisi var; sadece ona ait bir dilek anı -başkasının topladığı işaretlerin peşinden koşarsa kaçıracağı.

****

Konuyla İlgili Kişisel Not:

1) Elimle üzerinden gittiğimde bana unutulmadığımı, unutulmayacağımı muştulayan bir dövme var ense kökümde. Hayır, "Allah" yazmıyor.

2) Sol gözbebeğimde çıkan zonayı tedavi ederken babamın, göz sağlığına iyi geldiğini ve İranlılar'ın nazar boncuğu olarak kullandığını okumuş olduğu için Gümüşlük'ten aldığı ağır akik taşlı bir kolyeyi takmışlığım var yaz sıcağında. Gözünüzde zona çıktıktan sonra, Allah esirgesin, "iyi geliyor" deseler boynunuza değirmen taşı bile asarsınız yalnız.

3) Bir de işte, Öte ile iletişim koridorunun açıldığını hissettiğim anda yanlış dilediğim için başıma dilemediğim şekliyle gelen bir gönül meselem var. Dileğini aşikar ederken hangi kelimeleri kullandığının anlaşılan önemi var. Galiba yukarıdakinin gerçekten hınzır (acımasız demeye dilim varmıyor) bir espiri anlayışı var.

Bu arada, kahve fallarını, çantamdaki at kestanelerini, Hıdırellez'i saymıyorum bile... Akılcı tarafta olduğuma inansam da aklımın çözmeye yetmediği çok fazla mesele, insanlık hali var beni bunaltan.

12 Kasım 2011 Cumartesi

CİNNET GÜNDEMİMİZ

Azra Bebek'ten gayrı mucize yaşanmadı Van'da. Gelen haberler hep kötü; kendimizi alıştırmamız istenen hep en kötüsü. Hele ikinci deprem 5.6 şiddetiyle devirebildi ya çok katlı binaları; yorgun, kaçak, hasarlı oldukları için. Sonra bir de kara kış bastırdı. Enkazdan çıkan ölülere, naylon çadırlarda üşüdüğü için zatürre olup ölen bebeler eklendi. Uyum seminerine katılmak için biraraya gelmiş gencecik öğretmenlerin toplu ölümlerinin acısına, görev başında ölen 2 gazetecinin acısı bindi. Gazetecilerin sosyal güvencesinden yıpranma payını çıkaranlar, gazeteciliğin sadece İstanbul plazalarında yapılmadığını hatırlamış mıdır acaba bu vesileyle? Depremde ölen öğretmenlerin memleketlerine gönderilen cenazelerinden, THY 250 lira almaya utanmamış, onu biliyoruz bakın.




İktidarın halka hitap ettiği zamanlarda kendini alkışlatmasına alışığım da hiçbir zoraki alkış, Başbakan'ın Erciş'teki konuşmasından sonra duyduğumkiler kadar dokunmamıştı insanlık onuruma. Bu hafta bir de Kamer Genç'in TBMM kürsüsünden hoyratça itilmesi çok rencide etti beni.

TÜBA'nın başına gelenler ise ayrı bir ibret hikayesi. TÜBA'nın eleştirilecek çok yanı olduğu kesin. Her şeyden önce bilim dünyasında sözü geçen, saygın bir akademi olmayı başaramadı onca zaman. Ama şimdi... Şimdi özerkliği gitti elden. Sadece Yürütme'nin atayacağı adaylar, tek başlarına karar almada gereken çoğunluğu oluşturabilecek bundan sonra. Ayrıca bu kadar kalabalık bilim akademisi olur muymuş? İstediğiniz kadar halkçı olun, bilim akademisi dünyanın her yerinde seçme, seçkin ve seçkinci olur.

Velhasıl enkaz çok memlekette. Van'ın "afet bölgesi" ilan edilmesi yetmeyecek. Türkiye'nin "afet ülkesi" ilan edilmesi gerekiyor.

3 Kasım 2011 Perşembe

İYİ BAYRAMLAR


Büyüklerimizin ellerinden, küçüklerimizin gözlerinden öperiz.

Akça & Kissy

1 Kasım 2011 Salı

OFİSİMİN KARŞISI ÇAY OCAĞI AMAN

Yeni kampüse taşınalı 1 ayı geçti. Bölüm Başkanı bana "odanı seç" diye kat planını gösterdiğinde çay ocağı, seçtiğim odanın çaprazında kalıyordu. Taşınma başladıktan sonra ne göreyim, tam karşısındaymışım meğer. Laz müteahhit kurbanı oldum sanırım.

Aslına bakarsanız günler, çay ocağının karşısında, beklediğimden daha neşeli geçiyor. Bir kere çok ziyaretçim olmaya başladı. Çay ocağına gelen kapım açıksa bana da uğruyor. Kapım kapalıysa belli ki çalışıyorum... Fakültenin iltifat etme fırsatını kaçırmayan kıdemli profesörlerinin nazik sohbetini de çok seviyorum; bir tanesi "aaa yönetime teşekkür edeceğim vallahi, okulun en güzel hocasını çay ocağının tam karşısına koymuşlar" dedi mi, ben kikir kikir.



Tabii çay ocağı karşısındaki ofis, benim sakin hayatıma bir de yeni şahsiyet soktu: Çaycı Mehmet Pala; herkesin deyimiyle Pala Mehmet, benim deyimimle Pala Bey. Çay ocağını çiçek gibi tertemiz tutan Pala Bey, kaynayan çayı ile de etrafta kimse yoksa "Hey yavrum hey. Nasıl da gaynıyor bah. Bekmez be bekmez" diye konuşuyor. O derece seviyor işini.

Çayını pekmez diye seven bir üniversite çaycısının başına gelebilecek en kötü şeylerden biri hiç şüphesiz, ekmek teknesinin tam karşısındaki ofiste çay içmeyen, sevmeyen, kahve düşkünü, hem de nasıl düşkünü, bir hocanın varlığı olsa gerek. Elimdeki kahve fincanının, dükkanının bereketini kaçıracağından korkmasından mıdır nedir, beni bıkmadan çayın olduğundan haberdar ediyor, çay içmemi bekliyordu önceleri. İki kere sabrı taştı; birinde "Sen de sabahları takıyon bu gahveye Akça Hocam" diye, diğerindeyse "Akşamüstü çay içilir. Nokta!" diye yedim azarı.

Sonra bir gün, tezgahına hazır kahve malzemeleri dizdi. Çağırdı beni, şekerin, süt tozunun yerini gösterdi. Ben, "şeker koymam, süt tozu koymam, aslıda Nescafe de içmem pek" dedikçe tamamen kesti benden ümidini, gözlerinden belli oldu. "Bari gönlünü alayım adamın" dedim, çayına ilgi göstermeye karar verdim ben de. "Nasıl çayın" diye sordum. "Çay çöktü Akça Hocam" deyince samimi olarak üzüldüm, "adamcağızın işi ters gitti" diye. "Hiii ne yapacaksın şimdi Pala Bey. Hay Allah" dedim. Adam deliymişim gibi baktı yüzüme. Meğer çayın çökmesi "başa bir felaket geldi" anlamına gelmiyormuş, sadece "çay demlendi" demekmiş. Ayrı dünyaların insanları olduğumuz ikimiz için de bir kere daha aşikar oldu böylece.

Tabii bu bizim iletişimimizin bittiği anlamına gelmiyor. Bilakis! Pala Bey'in işi çıktığında çay ocağı bana emanet; "Bozdurma hocam çayı gözünü seveyim. Kimse 9.35'ten önce çay almasın" dedi mi Öznur Hoca'nın bile önünü kesiyorum kolumdaki saati göstererek.

Benim Pala Bey'i böyle benimsemiş olmamın nedeni çay sevmemekten dolayı duyduğum suçluluk duygusu değil ama. Bir akşamüstü çıkışta, ben ofisi kilitliyorum, o çay ocağını. Durdu, "Hocam yanlış anlamazsan bir şey diyeceğim sana" dedi. Korkmadım, ne korkacağım Pala'dan. "De" dedim. "Hocam bak kapadım gözümü, nolur söyle çekmiş miyim kazanın fişini" demesin mi? "A-ha. Tamam" dedim içimden "Anlaşıldı." Meğer biz Pala Bey'le obsesif kompulsif köyden tanışıyormuşuz. Meğer ondanmış...