26 Aralık 2009 Cumartesi

ECE AJANDALARIM VE GEÇEN YILLAR


Bu sabah kalktığımda tanıdığım birkaç kişi ile beraber üzerimize dün gece kozmik bir şeyler serpildiğini, ayrı ayrı dizlerimizin üzerine çöküp yukarıdakine sığınıp, yakarıp serzenişte bulunduğumuzu fark ettim. Demin Ece ajandama bakıyordum da o zaman gördüm; dün gece Gündönümü Fırtınası varmış. Acaba rüzgar ötelerden bir esinti mi taşıdı bizim fani hayatlarımıza?


2006 yılından beri süslü, cicli bicili ajandalar kullanmıyorum. Hayatımda sadelik, işlevsellik ve hafiflik istediğim bu döneme girdiğimden beri, ilk gençliğimde hiç ilgilenmediğim Ece ajandaları artık benim de vazgeçilmezim. Aşure Günü'nden, üzümlerin kızarmasından, Doğu rüzgarlarının esmeye başlamasından, birinci cemrenin havaya ne zaman düşeceğinden, hepsinden hepsinden haberdar olmak istiyorum.


Yalnız tabii, bu ajandaların Ece'den kaynaklanmayan bir sorunları var; içine benim kendi el yazımla yazdıklarım. Bazı insanların isimleri, not düşülen ve gidilen randevular, olacak zannettiğim ama gerçekleşmeyen hayallerin hayaletleri bugün hala tüylerimi diken diken ediyor. Bu defterleri atmalı mıyım yoksa şu anda tekrar tekrar okumaya yüreğim dayanmasa da saklamalı mıyım; ileride "işte ben bu yollardan yürüdüm de büyüdüm" diyebilmek için...

Herkese tüm dileklerinin gerçekleştiği, sağlıklı, bereketli bir yıl diliyorum. Hoş geldin 2010.

14 Aralık 2009 Pazartesi

ASRİ ZAMANLARDA KİTAPSIZ GÜNLER -I LOVE KINDLE


Bu yazının çok daha uzun ve güzel versiyonu bir gazetenin kitap eki editörü tarafından beğenilmesine rağmen "yazarı ünlü olmadığı" için basılmamıştır.

Amin Maalouf’un son kitabı Çivisi Çıkmış Dünya’yı okurken kitabı, çevirisinden değil de orjinal dilinden alıntılamam gerektiğini fark ettim. İnternet üzerinden ısmarlamanın kargo masrafını hoşnutsuz bir şekilde hesaplarken, beni asıl rahatsız eden, “bir kitap daha alma” fikri oldu. Son zamanlarda, kitaplar, kitap bölümü fotokopileri ve el yazısı notlarla paylaşmak durumunda olduğum kısıtlı yaşama alanıma sığamadıkça sanki hayatın yükü daha bir ağırlaştı. Yerden diz boyu yükselen öbeklere artık gururla bakmıyorum, kitapsız hayatın yollarını arıyorum.

Yıllar önce bir belgeselde seyretmiştim, Adnan Ötüken koskoca Milli Kütüphane’yi kitabın bu istila gücüne dayanarak kurmuş. Hakkı olan odanın resmî olarak kendisine verilmesinin gecikmesi üzerine odaya her gün çeşitli sayılarda kitap bırakarak odayı “kendinin” yapmış. Odayı ona vermek istemeyenler, istilanın yaygınlığı karşısında pes etmek zorunda kalmışlar. Ne yazık ki, her kitap istilası hikâyesi bir Milli Kütüphane ile nihayetlenmiyor. Çoğunlukla bibliyofiller, sıkışıp kaldıkları yaşama alanlarında kitap dağlarının arasına oturup sevdalarına esir düşmenin ironisine acı acı yanıyorlar. Halbuki asri zamanlarda yaşama alışkanlıkları hızla değişiyor. Kişinin sade mekanlarda çalışması, sürekli hareket halinde olabilmede engel tanımaması gerekiyor. Çok kitaplı hayat bu koşulları sağlamıyor.

Son zamanlarda bunu düşünüyorum sık sık, çok fazla esaretin yaşandığı bir hayatın kahramanı olarak “bari kitap istilasından kurtarsam kendimi” diyorum. Zamanında pembe sırt çantası içinde babasının eve kitap sızdırmasına yardım eden bir işbirlikçi olmama rağmen –çok şükür ki- bibliyofil olmamanın rahatlığıyla, kitaplarla ve tozlarıyla paylaşılmayan bir yaşama alanının hayalini kuruyorum. “Ne etsem de kitap sahibi olmadan okumaya devam etsem” deyip duruyorum. Bu nedenle de gözüm, kaçınılmaz olarak, elektronik kitap okuma araçlarında. Hızlı trende giderken, ihtiyaç duyduğu kitabı yanında taşımak yerine o sırada elektronik olarak indiren Fransız gazetecinin Twitter’a yazdıklarını özenerek okuyorum. Yine de şimdilik bekliyorum. Amazon’un Kindle’ı ile Barnes and Noble’ın Nook’u iyice bir kapışsın önce. Hele bir Amerikalı okuyuculara tanınan fiyat ayrıcalıkları uluslararası okuyuculara da tanınsın, kullanıcılar arasında elektronik kitap ödünç alıp verme başlasın, kullanıcılara kendi dilleri dışında yazılmış kitaplar da rahatlıkla erişilir kılınsın. Gelecek yıl da Google girecek elektronik kitap okuma piyasasına Edition ile. Onu da beklemek lazım. Dünya çapında yüzlerce yayınevi ile görüşmeleri devam ediyor, belki de en uygun fiyatı o verecek. Ondan sonra da bir küçücük referans için veya neden çok satıyor diye merak edip nesne olarak kitap satın almaya paydos. Kitap fuarlarının geleceğini yayıncılar tartışsın ama “kitapsız hayat” seçeneğini de göz ardı etmeyelim. Okumak hakkımızsa, ben mesela müsadenizle sadece okuma hakkı satın almak istiyorum.

26 Kasım 2009 Perşembe

CNN HEROES VE BENİM ADAYIM



CNN her sene, Anderson Cooper'ın idaresinde, çevresinde fark yaratan yerel kahramanları seçiyor. "Ordinary People Extraordinary Impact" sloganıyla, sessiz sedasız çevresindekilerin hayatlarını iyileştirenler listeleniyor, oylanıyor. En kahraman, bugün yarın açıklanır.

Ne zaman CNN Heroes zamanı gelse, ben de aşağımızdaki Lalegül Berberi'ni düşünürüm. Anderson bana sorsa, benim adayım kesinlikle O olurdu. Sadece babamın saçlarını güzel kestiği için değil tabii ki... Tek başına çevresindeki pek çok kişiye yetiştiği, anlayana sadece yardım değil bir yaşam tarzı sunduğu için...

Sıkı İşçi Parti'li olan Lalegül Berberi, kitap toplar, topladıklarını tek tek iletir köylüsüne -herkesin ilgi alanına göre. İnşaatları dolaşır, işe yaramaz boruları, boş boya kutularını alır, temizler, tarlasında kullanmak için ihtiyaç duyan çiftçilere dağıtır. Dükkanının önünde organik tarım yapar. Ziraatçıları bunaltmış ama önce; ne nasıl, hangi ortamda yetişir diye... Artık yandaki kuruyemişçi ile ortak hazırladıkları öğle yemeğinde menemeni, kendi bahçesinin malı organik domates ile yapıyor. Bir de dükkanının tabelası yok. İ. Melih Gökçek tabela vergilerini insafsızca yükseltince kapattırdı tabelasını, "öyleyse böyle" dedi... Gören değil, bilen geliyor dükkana.

Parmağını kıpırdatmadan, elini taşın altına koymadan yerinde oturan, dinci, liberal veya Marksist geçinen herkese inat! Benim adayım Lalegül Berberi!

20 Kasım 2009 Cuma

Out of Focus



Uzun zamandır düşünüyorum, sanırım Satürn'ün itip kakmaları sırasında veya evrendeki başka kozmik etkilerin altında benim karmamda bazı unsurlar bozuldu. Görülmem, algılanmam, var olmamla ilgili bir soun var. Bir Woody Allen filminde vardı; karakterlerden biri, bir kozmik etki ile "out of focus" oluyordu. Filmin diğer kahramanları gayet net bir şekilde repliklerini söylerken, "out of focus" olan aralarında duruyor ama yüzü bir türlü seçilemiyordu. Sanırım ben de öyle oldum. Manyetik bir alandan geçerken bozuldum... Bunun en büyük göstergesi de, ister inanın ister inanmayın, artık adımın bir türlü doğru yazılamaması. Karma "out of focus" olunca ismim de algılanamaz oldu. Amerika'da aldığım tren biletinin üzerinde, kadının elinde pasaportum olmasına rağmen, Cemile Ankara yazıyordu. Portekiz konferansında soyadım, organizatör kadına artık bir yalvarmadığım kalmış olduğu halde, Ataca yazıldı. Hadi bunlar gavur illerde geldi başıma, normaldir. E dün, burada Ankara'da, benim içn hazırlanan resmi belgeleri elime aldığımda gözlerime inanamadım. Adım Can Ataç olmuş. Belgeyi hazırlayan kadın kimliğe bakınca gülme krizine girdi. Ben de emin oldum, bir Woody Allen filmindeyim ve "out of focus" oldum.

4 Kasım 2009 Çarşamba

STARBUCKS'I NEDEN SEVİYORUM


Küreselleşme konusunda henüz kararımı vermedim. Elbette ki yerel kültürleri tehdit ediyor, tek tiplilik yaratıyor, küçük sermayeyi büyük sermayenin yatırım eğilimlerini takip etmek zorunda bırakıyor. Ama bana ilaç gibi geldi son birkaç yıldır. Burada kimseye ulaştıramadığım yazılarımı aldı bastı, evimde kara deliklerin yuttuğu başvurularımı aldı, kısa dönemli de olsa kabul etti. Yerel boyutta böcek muamelesi görürken, küresel boyutta bayağı bayağı itibarım var evvelallah.

Yerel kahve sektörümüzü arada desteklesem de bu blogu takip edenler biliyor; seviyorum Starbucks'ı. Zaman zaman bayağı yanık kahve çekirdeği kullansalar da onlara, bana kahvemi alıp kimsenin dikkatini çekmeden elimdeki iş neyse onu rahatlıkla halledebileceğim ortamı hazırladıkları için müteşekkirim. Bugün de, Ankara yağmurunda ıslanan çoraplarımı çorapçıdan aldığım çoraplarla değiştirmeme, ıslak ayakkabı yeni çorapları da ıslatınca bu sefer çıplak ayak, iki çift çorap kurutmama olanak veren ortamı, bana Kızılay'da (Kızılay'da vurgu var) sağladı. Kendisine teşekkür ediyor, küreselleşme mağdurlarına da "Pasta yiyin!" diyorum. Yılbaşı sezonu için getirdikleri ıslak muffin çok güzel.

28 Ekim 2009 Çarşamba

YAŞASIN CUMHURİYET



Yaşasın Cumhuriyet! Temsil ettiğin her şey benim için kutsal bilesin. Sosyal adalet ve yaygın kalkınma ile biraz sorunumuz var, her şey ortada ama biliyorum; bu senin değil bizim suçumuz.

Bir şeyler yapabilecek konumda olanlar da kötü kötü işlerle uğraşıyorlar, tuttukları yer ellerinde kalıyor. Kimi hoyrat, itip kakıyor. Kimi "tadilat yapacağız" diyor, koca koca delikler açıyor; kadınları, gençleri, fakirleri yutan...

Hala çok gençsin Cumhuriyet! Yapabileceğin çok şey, şefkatle sarıp sarmalayacağın çok kişi var. Sana her dakika "işte şimdi öldü" diyen bir çirkin adam, çirkin adam ve kadınlar da var tabii... Ama yanılıyorlar, işte bu sabah milyonlar kocaman bir hayat öpücüğü verecek taa ciğerlerinin içine doğru! Bu günü sevmeyenler de kafasını sokacak kum tepesi arayacak, tahammülü çok güç gelecek onlara.

Cumhuriyet, sen benim gözümde 86 yıl önce babasının bize emanet ettiği, her şeyi, her şeyi başarabilecek çok zeki bir kız çocuğusun. Benim başarım sana, senin başarın bana bağlı. Başarmaktan başka da seçeneğimiz yok, bilesin.

13 Ekim 2009 Salı

Çocukları ile Dereye Atlayan Kadınlar ve Dicle Hoca'nın İntiharı


Kendinden 20 yaş büyük kocasından yediği dayak canına tak eden, gidecek başka hiç bir yeri olmayan, gitse "töre" diye öldürülecek kadın ne kadar çaresizdir? Üvey ana eline bırakmak istemediği çocuklarını da alıp Porsuk'a atlayacak kadar....

Koca evinden baba evine sığınan ama dayakçı kocasına geri gönderileceğini öğrenen kadın ne kadar çaresizdir? Beş aylık yavrusunu göğsüne bağlayıp boğuluncaya kadar dere içinde yürüyecek kadar...

Çaresiz, kimsesiz kadınlarla konuşup onların bu yaman çıkmazına tanıklık eden, töre cinayetleri üzerine çalışan bir Sosyoloji hocası ne kadar acı çeker? Bir sabah şafak sökerken ardında kısacık bir not bırakıp kendini Boğaz'ın sularına atacak kadar...

Boşanamayan, kurşun yağmuruna tutulan, dövülen, tecavüze uğrayan, bilerek cahil bırakılan, bilerek parasız bırakılan kadınlar! Bakın başınızın çaresine. Yok! Bu ülke, bu hükümet, bu bakan, "baba," "abi" dediğiniz adamlar yardım etmeyecek size işte...

Çok ama çoooook acı var.

4 Ekim 2009 Pazar

GRACIAS A LA VIDA

Ne demişti Murathan Mungan? "Hem cehennem hem de cennet yeryüzünün mevsimleri." Kabul ettik, sevdik, korktuk, nefret ettik... Ama geldik işte bu dünyaya. Ağlasak da çok canımız yansa da her şey kabulümüz. Şükürler olsun hayata!

Mercedes Sosa'yı da uğurluyoruz. Ben, çok seve seve çok içten söyledim son zamanlarda Gracias a La Vida'yı. Ipod'umda da var...

2 Ekim 2009 Cuma

SATÜRN SATÜRN SATÜRN

Satürn bu ayın sonunda çıkıyormuş burcumdan; bir ay sonra Satürn etkisi olmayacakmış hayatımda artık. Okuduklarım diyor ki bu etki ile ilgili olarak; "Işığın olduğu yere Satürn karanlık getirir. Sıcağın olduğu yere soğuk, neşenin olduğu yere hüzün, talihin olduğu yere talihsizlik, bilginin olduğu yere korku, ümidin olduğu yere yeis getirir." Hemen tanıdım ben bu etkiyi, 2,5 yıldır gece-gündüz birlikte yaşıyoruz çünkü...

Tam omuzları düşürüp başka bir işe dalmak üzereydim ki gözüm okuduğum makalenin sonuna takıldı. "Ama" diyordu..."Ama, kişi hayatının, hayatta başına gelenlerin sorumluluğunu almaya başlayınca Satürn'ün sınırlayan etkisi, öğreten etkiye dönüşür. Satürn, kişiye sınırlar olduğunu öğretir; ödülün ancak hak edildiğinde geleceğini..."

Anladım ki; son iki yıldır beni evire çevire pataklayan Satürn'müş. Fena dayak yedim ama galiba sonunda öğrenmeye de başladım. Hayatta sınırlar olduğunu, bunları kendini yerden yere atmadan sakinlikle karşılamak gerektiğini öğrendim. Bundan sonra beni ne bekliyor, hiç bir fikrim yok. Ama, Satürn'ün dersleri cebimde. 2,5 yıl öncesine göre daha aydınlık bir yerdeyim; daha ödülümü almadım ama sakinim. "Satürn eline geçirdiğine son şeklini verir" de diyor okuduğum makale. Bazı yerlerim hala çürük, hala sızlıyor ama alacağım son şekli merakla bekliyorum. Hayatımda ilk defa seveceğim kendimi galiba.

18 Eylül 2009 Cuma

TANGOLAR EŞLİĞİNDE BİR BAYRAM

Blogspot bazen çok yavaş açıldı, bazen hiç açılmadı. İşte o zaman aklıma geldi; ya bu ahlakçı internet sansürü bir gün gerçekten de blogları vurursa? Ya Türkiye'nin sansürcü zihniyeti nefretini, bu özgür platformlara yöneltirse? Yedeklemek lazim galiba; wordpress gibi baska bir adreste... Umarım savsaklamam bu işi.

Bayramın ilk günü sabah 6'ta yolcuyum. Bayramlaşma faslını kaçıracağım; içim buruluyor ama ne var ki Peripatetic görev beni bekliyor... Yine de bayram havasını kıyısından yakaladım sayılır... Sema'nın tango albümünü (SEMA / Ekho II/ Efsane Hanımlar) dinliyorum. Suzan Lutfullah, Seyyan Hanım, Denizkızı Eftalya'nın söylediği tangoları bir de o söylemiş. Siz hiç Seyyan Hanım'dan Hasret tangosunu dinlediniz mi? Hayatımda dinlediğim en içli, en ürpertici performanstır: "Ben kimeee baağ-laan-mııışım/Ağ-laaa-yooo-rrrum gizlice"....


Hepinize iyi bayramlar! Ben Sema'nın şakıdığı gibi "Uzakları özleyen bir martı gibi kaaaç-tııım."

11 Eylül 2009 Cuma

YAĞMURU BEKLERKEN

Dedim ya Bulgarlar habersiz kapakları açmadıkça biz güvendeyiz; Edirne'de Meriç taşmayacak. Ama hava yine karardı; yağmur bekliyoruz. Aklımız Tekirdağ'daki çiftçilerde, Silivri'deki yazlıkçılarda, annesinin kucağındaki bebeklerde, İstanbul'daki, tır şöförleri ve tekstil işçilerinde... Sevgisiz ülkenin sevgisiz yöneticileri biliyorum, sele kapılıp ölen insanlara kızıyorlar; sorun çıkardılar, paçalarına çamur sıçrattılar diye

Bu arada evet; peripatetic yolum Edirne'ye düştü şimdi de. Nüfus kütüğümün nerede olduğunu düşünürsek, düşmesi de gayet olağan aslında...

Oldum olası severim Edirne'yi. Köprüsünü, nehirini, yeşilini, insanını, çarşısını, pazarını...Renklidir, espirilidir Edirne. Bugün yağmur başlamadan, sabah erkenden pazara gittik mesela. Esmer bir vatandaşımız biber satıyordu; biber alan teyze de soruyordu "Biberin çekirdeksiz mi?" diye... Biberci önce bana göz kırptı sonra teyzeye "Yok be teyze, daha yapmadılar ondan. Tıp ilerledi ama biber ilerlemedi" deyiverdi... Hala gülüyorum bak aklıma geldikçe.

7 Eylül 2009 Pazartesi

JAMIE EVDE!


Şu bir zamanların Çıplak Şef'i Jamie Oliver elimde büyüdü. Tabii adamın kariyerinde hak iddia ettiğimden değil; nerden nerelere geldiğini takip etmiş olduğumdan... İngiltere'ye ilk gittiğimde tanışmıştım kendisiyle. O zamanlar, eğlenceli ve cool ortamlarda, arkadaşlarıyla paylaşmak veya aile bireylerinin bir araya gelişini kutlamak için biraz havai, biraz meslek adamı, yarı şaka yarı ciddi pişiriyordu yemeklerini. Yeteri kadar safran mı kalmamış evde, hoop kameraların önünde atlardı Scooter'ına, doğru pazara... Bir piknik sepeti hazırlamıştı içini çocuklar için ayrı büyükler için ayrı yiyeceklerle doldurarak, hiç unutmam. Piknik yapmayı hiç sevmediğim halde -hep bir arı kovalar beni, sokmadan da bırakmaz- sepeti koluma takıp kendimi yeşil alanlara atasım gelmişti.

İşte böyle yemek pişirip, eğlenip eğlendirirken büyüdü Jamie. Önce öğrenciler yetiştirdi, sonra İngiltere'deki, devlet okullarında başlayan, obezite sorununa el attı; çocukların tabaklarını sebze yerine patates kızartması ile dolduran okul aşçılarının kabusu oldu. Bugünse artık satın aldığı kır evinde organik tarım yapıyor, toprağa övgüler düzüyor, kendi yemeğini kendi yetiştirmediği günlere yanıyor ve biraz fazla rustik olsa da nefis yemekler yapıyor.

Sebze ve meyvalara duyduğu sevgi, doğaya duyduğu sevgiye dönüştü; doğa ile iç içe yaşamak da yerküreye saygıya... En son, ekibiyle Amerika'ya program yapmaya giderken uçak ve kiralanan arabalarla katedilen yol sırasında ne kadar karbondiyoksit gazı salınımına yol açtığını hesaplatıp, Çin, Hindistan ve Kamboçya'daki çevreci enerji yatırımlarına, bu etkiyi giderecek para bağışı yaptı. Hamlıktan olgunluğa, bütün büyüme ve dönüşüm hikayeleri beni çok etkiler; neşeli, zıpır Jamie'nin toprağın gücüne kapılıp herkesin harcı olmayan bir yerküre bilinci geliştirmesine bayıldım bayıldım... Yıllar yıllar önce, güzeller güzeli Audrey Hepburn'ün UNICEF'in İyi Niyet Elçisi olarak katıldığı bir toplantıya, toplantı öncesi bahçesinde çalışmak zorunda olduğu için kirli eller ve tırnaklarla katıldığını okuduğumda da bayılmıştım. Böyle toplumsal şahsiyetleri ne kadar özlüyorum bu ülkede bir bilseniz.....

31 Ağustos 2009 Pazartesi

İLHAN BERK


Sevdiklerime burun kıvıranlara aldırmıyorum epeydir. Neyi sevdiğimin kararını ben veririm; keyfimin kahyası benim. O yüzden de, bay Murat Bardakçı televizyon programında, ağzını doldura doldura "İlhan Berk de şair mi" dediğinde kızmadım, sadece "Evet, şair" dedim. Beni yüreğimden vuran, döne döne okuduğum, içim ürpermeden bitiremediğim şiirlerden birini, Bir Alageyik'i yazmış bir şair... Attila İlhan'ın dahi zenginliği yok belli ki şiirlerinde ama Stoik bir insancıllık ve yalınlık var. Rilke'nin "Çünkü burada (dünyada) olmak çok şey de ondan" diyen sesinin Türkiye'de duyulan yankısı O.



"Kimsecikler yoktu gayet iyi hatırlıyoruz/Bir sabah biz erkenden geldik dünyaya" dediğinde, o tekrarı olmayacak sürenin başladığını haber veriyor işte. "Hepimiz ayrı ayrı tutulduk dünyaya/Denizi görenler deliye döndü/Gökyüzüne bir bakışı vardı bir ceylanın/Bütün ömrümce unutmam" dediğinde, kahretsek de, yaşadığımız hayata, içimizde çok derinlerde bir yerlerde, nasıl da "tutkun" olduğumuzu hatırlatıyor. "Bir vakit yaşamaktan" başkaldıramayacağımızı söylüyor ama sonra "Hepimiz(in) işimizi gücümüzü bırak(ıp)/Tam beş dakika dünyayı dinle(yeceğimizi)" de... Dünyaya gelecek ruhlardan olduğumuzu öğrendiğimizde "fevkalade" sevindiğimizi, "bugün bir tek bunu bil(menin)" yeterli olduğunu fısıldıyor kulağıma.

İçim daraldığında, yine çıkmaza sıkıştırdığımda kendimi, dünyaya gelecek ruhlardan biri olduğumu öğrendiğimde nasıl "fevkalade" sevindiğimi hatırlamaya çalışırım. Öyle zamanlarda öbür kulağıma da Rilke fısıldar; "bir kez olmuş olmak, yalnız bir kez de olsa: bulunmuş olmak yeryüzünde" der "hiç değişir mi bu?"

28 Ağustos 2009 Cuma

SECOND HALF TIME


Celebrating my 35 th year on earth, I would like to dedicate Natalie Merchant's song "Wonder" to my sweet self, if you will.



I believe
fate smiled and destiny
laughed as she came to my cradle
"know this child will be able"
laughed as she came to my mother
"know this child will not suffer"
laughed as my body she lifted
"know this child will be gifted
with love, with patience
and with faith
she'll make her way"

23 Ağustos 2009 Pazar

LIBRAIRIE DE FRANCE


Eylül ayının sonunda New York'un kültür hayatından bir yıldız kayacak. Fifth Avenue'daki Rockefeller Center'ın kocaman binalarının gölgesinde kalmış Librairie de France , kepenklerini son kez indirecek. 1980'lerden bu yana, zincir kitabevleri ile rekabet etmekte zorlanan, New York'un, Fransa'da basılan Fransızca kitapları satan bu son kitabevi, kirası yıllık 360.000 dolardan 1.000.000 dolara (yanlış okumuyorsunuz) çıkınca tarihi mekanından çıkıp, sanal ortama geçmek zorunda kalmış.

Selanik'ten göç eden Isaac Molho, 1935 yılında, yeni binalarının kiracıları arasında Avrupalılar'ın da olmasını arzulayan David Rockefeller'ın davetiyle, Fransız kültür ve edebiyatını New Yorklular'a sunma hizmetini, bu gösterişli cazibe merkezinde sürdürmeye karar verir. Molho, II. Dünya Savaşı boyunca, Nazi işbirlikçisi Vichy hükümetinin baskısından kaçan Fransız yazarların kitaplarını basabilmek için kitabevinin yanı sıra bir de basımevi işletir. "Küçük Prens"in babası Antoine de Saint-Exupéry'nin "Pilote de Guerre" (Savaş Pilotu) kitabını Molho basar. Gallimard tarafından basılan Küçük Prens'in ise Amerika'da tanınıp satılmasında ve yazıldığı dilde okunmasında, Librairie de France'ın hiç tükenmeyen Küçük Prens stoklarının ve posterlerinin büyük katkısı olur.


Bugünlerde, sayısız Amerikalı ve Fransız, dükkan kapanmadan Molho ailesine saygılarını sunmak ve tezgah üzerinde duran defteri imzalamak için, 610 Fifth Avenue adresine son ziyaretlerini gerçekleştiriyorlar. Tasfiye indiriminde, bazı cep kitaplarının hala 21 dolar olması, insana tabii bu hikayenin böyle sonlanmasının kaçınılmaz olduğunu düşündürmüyor da değil. Belli ki artık sürdürülmesi mümkün olmayan bir işletme modeli bu. Yine de saygıyı, hiç bir şey için değilse bile, savaş sırasında bastığı romanlar için hak ediyor. Nicolas Sarkozy'nin, geçen Eylül ayında "Amerikalı dostları" ile Rockefeller Center'de yemek yedikten sonra, Molho ailesi tarafından kendine yazılan onca yardım talebi mektubuna rağmen, kitabevine uğramamış olması inanılır gibi değil.

14 Ağustos 2009 Cuma

PASİFİK'TEN ATLANTİK'E

Vedalar zor... Üç aydır gurbette olduğumu bildiğim halde, farkında olmadan, kaldığım yer evim olmuş. Her gün ayağımı sürüye sürüye gittiğim kütüphane, ofisim... Evren, isteklerimin sadece birazını yerine getirmiş ama yine karşıma sıcak, neşeli, ilham verici insanlar çıkarmış. O insanlar, bugün bana veda partisi hazırlamış,


kart yazmışlar...


Şarkıdaki gibi bu dünyadaki en zengin kişi gönül fetheden midir? Bu, bu kadar basit midir? İsteklerim olmasa da, istediğim yere bir türlü varamasam da, önümüzdeki yıl yine yarı zamanlı çalışacak olsam da ben aslında zengin biri miyim?

Neyse, bir yandan bu soruların cevaplarını düşünürken, diğer yandan da bavulumu hazırlamam ve içine, otobüsten annesine çaktırmadan yürüttüğüm ciddi suratlı Aztek bebeklerinden bir tanesini koymam lazım. Umarim gümrükte "kimin bebeği bu" diye sormazlar...

9 Ağustos 2009 Pazar

AMERİKA'NIN KONUŞTUĞU KADINLAR-2 JULIA CHILD


My Life in France kitabının son sayfasını okuyup kapağını kapamamla hayatımdan çıkan Julia Child'ın içimde yarattığı boşluk büyük oldu. Onu yeniden hayatımda istedim. O yüzden de, bu hafta gösterime giren Julie&Julia ilaç gibi geldi.

Kendi deyimiyle bu, "1.88 metre boyunda, neşeli ve gürültücü Kaliforniyalı" kız, tavadaki omleti fırlatma cesaretini göstererek hayatını değiştirmiş, ruhunun, çok sevdiği kocasının ardından da olsa, sürüklenip gitmesini engellemişti. 1948 yılında başlayan macerasında, Fransa'da Fransızlar gibi alışveriş yapmayı, yemek pişirmeyi ve yemeyi öğrenen Amerikalı Julia, ülkesine geri döndüğünde, mutfaklarında sıkışıp kalmış kadınlara "boef bourguignon" tarifi ile birlikte bir de hayat görüşü sunmuştu: "Yeni şeyler deneyin!" "Özür dileyip durmayın ama hatalarınızdan ders alın!" "Korkusuz olun!" veeee "Her şeyden önemlisi, hayattan zevk almaya bakın!"


Youtube'dan Julia Child videolarını seyrederseniz, Meryl Streep'in oyunculuğuna siz de hayran kalacaksınız. Hazır Youtube'a girmişken bir de Dan Akroyd'un Saturday Night Live için yaptığı Julia Child parodisini de seyredin. Ev sahibimin söylediğine göre, parodi yayınlandıktan sonra, bütün Amerika günlerce buna gülmüş. Filmde de var.

2002 yılında, kendini çaresiz hissettiği ve kurtuluşu 365 günde Julia'nın 536 tarifini tamamlama ve bu macerasını bloglamada bulan Julie'nin hikayesi, bana göre, Julia'nın kocaman gölgesinde kalıyor. Nitekim sinemadakiler de, en büyük tepkiyi, çoğu zaman alkışlayarak, Julia'nın göründüğü sahnelerde veriyorlardı.

Hiç bir zaman, günümüz TV yemek yıldızları, Martha Stewart ve Rachel Ray gibi "hatasız" olmayan ve canlı çekimlerde patates gözlemesini döküp saçan Julia, belki de özellikle bu yüzden Amerikalılar'ın sevgilisi olmuş. Hata yapmak kadar olağan ne var ki... Filmde de, ters giden bir "tavada fırlatma" girişiminden sonra gamsız Julia, kameralara dönüyor ve "Gözlemeyi fırlattığım zaman, fırlatmam gerektiği gibi fırlatacak cesareti gösteremediğim için gözlemem bozuldu. Siz siz olun her zaman kaldığınız yerden devam edin" diyor; "yeniden fırlatmaya cesaret edin"... İşte bu bir yemek tarifi değil hayat felsefesidir!

26 Temmuz 2009 Pazar

PASTA YİYİN!!!


Beni merak eden çok sevgili herkese, önce "iyiyim" diyor sonra da Malibu'daki Etrüsken villamın havuzundan "pasta yiyin" diye sesleniyorum...

Perie Antoinette

23 Temmuz 2009 Perşembe

Kısa Kısa

Ev sahibimin ABC'de yayınlanan yeni şovu, NCIS'ın reytingleri karşısında eriyip gitmiş olsa da ona ve ekibine iki Emmy adaylığı getirdi. Daha önce kazandığı üç gündüz Emmy'sinin tamamı görüntü ödülü olduğu için bu sefer ses ödülünü almayı umuyor. Ben de içimden "inşallah inşallah" diyerek, promosyon için kendisine gönderilen muhteşem amabalajlar içindeki DVD'ler arasında eşelenmeye başlıyorum. Bu akşam için kendime HBO dizisi In Treatment'ı seçtim. Her bölümü, bir psikoanaliz seansı olan dizinin orjinali İsrail yapımıymış. Senaryoyu birebir tercüme edip, adapte etmişler.

Obama, Harvard Üniversitesi'nin gururu Afrika Çalışmaları profesörü Henry Louis Gates Jr'ın Harvard Square'deki kendi evinin önünde tutuklanmasından sonra, dün, Cambridge polisinin "aptalca" davrandığını söyleyiverince, benim de ağzım apaçık kaldı. Obamaların aile dostu olan Profesör Gates, bir seyahat dönüşünde kapıda kalınca, taksicinin yardımıyla evine normal yolların dışında giriş yapmış ve tabii ki, komşular tarafından çağrılan polisi de karşısında bulmuş. Sonrasında ne olduğu, kimin kime ne dediği çok kesin değil ama polis, profesörü evinden dışarı çıkartıp (evinde tutuklayamayacağı için) tutklamış.


Beni şaşırtan kısım ise ABD Başkanı'nın sağlık reformunun tartışıldığı bir basın konferansında, spesifik bir olay karşısında, sırf olayın taraflarından biri dostu olduğu için, haklı veya haksız, böyle bir yorum yapmış olması... Yapamaz ki; ne olursa olsun. Acaba diyorum, zamanında aldığı "diklenmeden dik dur" tavsiyesinin bir sonucu mu bu?

Ankara'daki, sabahın beşinde kalkıp AC360'ı seyreden Anderson Cooper hayranlarına duyrulur. Bu cuma, Marihuana özel programı yapıyor. Yine kurun bakalım alarmlarınızı.


Zaten programlarının arasına sıkıştırdığı özel marihuana bölümlerinden sonra böyle bir özel "edition" geliyorum diyordu. Olumsuz ve olumlu yanlarını birlikte ele alacağını söylüyor ama ne tarafa daha yakın durduğu da son derece ortada....

Son olarak, Julia Child'ın My Life in France kitabına başlamak üzere olduğumu bildirmek istiyorum. Yemek pişirmeyen biri olarak, son zamanlarda, mecburiyetten, ardarda yemek ile ilgili kitaplar okudum. Önce Frances Mayes'in Under the Tuscan Sun, şimdi de bu. Böylece kendimi Ağustos'ta gösterime girecek Julie and Julia filmine hazırlıyorum sanırım.


Bu arada, ev sahibimin gururla bana gösterdiği bir Amerikan yemek kitapları kolleksiyonu var. Kafamda bir popüler tarih yazısı planlıyorum epeydir...

19 Temmuz 2009 Pazar

BİR KERE DAHA THE MENTALIST



Geçen hafta Emmy adayları açıklandı ve şansıma Simon Baker bu adaylar arasında olduğu için CBS neredeyse bütün LA çatılarını The Mentalist, dolayısıyla Simon Baker billboard'ları ile donattı.

İkinci sezon gerçekten birincisinden çok daha karanlık ama şaşırtıcı bir şekilde daha keyifli. Daha önce yazmıştım; bu diziye hayranlığım Patrick Jane'in (Simon Baker) bir kere çok fena faka bastıktan sonra artık asla kül yutmuyor olmasından kaynaklanıyor. Arap saçı olaylar çözüldüğünde, "namus sözü" verenler yalancı çıktığında, kurban muamelesi görenin aslında eli kanlı katil olduğu anlaşıldığında Jane hazır; gerçeği çoktan anlamış, önlemini almış ve gülümsüyor. Bir daha faka basmak mı? Asla! Kendisine "Are you a psychic" dendiğinde "No, just paying attention" deyip mutevazi olsa da müthiş bir zeka.

Hayat karşısındaki hiç değişmeyen hazırlıksız halimi The Mentalist'inki ile kıyasladığımda ben, ödül bisküvisini almak için yapması gereken "otur, kalk, patini uzat" rutinini bir türlü ezberleyememiş olan ev sahibimin köpeği Jack kadar salak kalıyorum. Oturmam gereken yerde patimi uzatıyorum hep.


MENTALIST
/ ' men-tə-list/ noun

MENTALIST
Someone who uses mental acuity, hypnosis and/or suggestion.

MENTALIST
A master manipulator of thoughts and behavior.

13 Temmuz 2009 Pazartesi

AMERİKA'NIN KONUŞTUĞU KADINLAR-1


Sonia Sotomayor'un hikayesi gerçekten ilham verici: Porto Riko'dan New York'a göçen ve İngilizce konuşamayan bir çiftin çocuğu olarak Bronx'ta büyüyüp, 8 yaşında şeker hastası olduğunu öğrenen, 9 yaşında babasını kaybeden, İngilizce'yi yabancı dil olarak öğrenmenin güçlüğünü ancak positif ayrımcılıkla okuduğu Princeton'daki üçüncü senesinde atlatabilen bir kız çocuğunun Amerikan Yüksek Mahkemesi'nin ilk "Latina," üçüncü kadın hakimi olma yolunda ilerliyor olmasından etkilenmemenin imkanı yok. Ancak tabii ilerlediği yol gül bahçesi değil.


2001 yılında, Berkeley'de yaptığı ve de La Raza Law Journal'da yayımlanan konuşmasında, Amerika'nın "akil bir erkek hakimle akil bir kadın hakimin aynı hükmü vereceklerine" dair meşhur hukuk tekerlemesine, "akil bir Latina hakim farklı hüküm verirdi" diyerek turp sıktığı ortaya çıkınca büyük kıyamet koptu.

Sotomayor'ın atanmadan önce Yüksek Mahkeme önünde kendini anlattığı günler başladı. Cumhuriyetçiler, bir yandan Sotomayor'un özgeçmişine saygı gösterirken diğer yandan "akil Latina hakim" vurgusunun hesabını sormak için sıraya dizildiler. Hukukta "bakış açısı" olur mu? Ya "empati"? Hukukun uygulanışı "tek" değil mi? "Latina" bakış açısını vurgulamanın ne anlamı var? Hukuka "yorum" katarak "aktivist" hakim olmanın hukuka yararı var mı? Bunlar aslında önemli sorular ve sırf Cumhuriyetçiler, kaderini yenmiş bir kadına soruyor diye boş görülmemeli... Diğer yandan da ortada hukuka adanmış etkileyici bir yaşam öyküsü var. Ne gereği varmış ki "Latina" vurgusunu yapmanın.

Her şeye rağmen Sotomayor, çook büyük ihtimalle Yüksek Mahkeme'ye seçilecek. Darısı Türkiye'deki kaderini bir türlü yenemeyen küçücük, mini mini kız çocuklarının başına.

4 Temmuz 2009 Cumartesi

MICHAEL JACKSON YENİDEN!

Blogdaki MJ yazıma yorum gönderen arkadaşımın yazısının yorumlarda sıkışıp kalmaması gerektiğini düşünüyorum. Benim yazabileceğimden çok çok daha iyi bir MJ yazısı. Lütfen okuyun...

FINDING NEVERLAND

Benim gibi, Spielberg gibi bir de Michael Jackson’ın iflah olmaz Peter Pan hayranlığı vardı. Yaşadığı yer Neverland’di, kendisi de Peter Pan .... MJ= eksantirikler kralının garipliklerinden biri. Ancak çok zengin olup parasını nasıl harcıyacağını bilemeyen birisi 20 milyon dolara kendi için eğlence parkı yaptırıp hayvanat bahçesi kurabilirdi.

1980’lerde ne kadar yetenekli müzisyen olursa olsun ya da dans ederse etsin, herkes onun için ölüp ölüp dirilse de Michael Jackson ismi benim için günlük hayatımın ayrılmaz parçası olan müzikte bana pek fazla şey ifade etmeyen bir isimdi. Bunun en büyük sebebi de bu yıllarda Michael Jackson’ın müziğine ‘maruz bırakılma’ ‘ istesen de istemesen de her zaman karşına çıkma’ duygusuydu. O en iyiyidi, şarkılarını beğenmemek, onu sevmiyorum demek cesaret işiydi. Arkadaşların arasında, okulda madara olmaktı, nefret ettiğim ‘ayyy inanmıyorum’ nakaratını defelarca duymaktı. Michael Jackson yabancı müzik denilince sadece- Beatles’ı isim olarak bilen, benim dinlediklerimi kafa ütüleyici olarak tanımlayan ve kısık sesli olsa bile ‘kıs şunun sesisini’ ‘zaten yeterince kısık’ ‘bıktım senin bu bütün gün süren tangırtından’ diye günlük olağan tartışma nedeni annemle , müzikle uzaktan yakından hiç alakası olmayan babam için oldukça tanıdık biriyidi . Afrika’dan Amerika’ya avlanılarak getirilen, köle olarak satıldıktan sonra merhamet duygusu olmayan acımasız beyaz efendileri tarafından kırbaçlandıklarında gözyaşlarını tutamadığımız Kökler dizisindeki Kunta- Kinte ve arkadaşlarının çektikleri cefanın boşa gitmediğinin, onların sayesinde Afro- Amerikalıların da Amerikan rüyasına dahil olabileceğinin göstergesiydi. W.A.S.P etiketli Amerikan kültürünün hegomanya temsilcilerinin Coca-Cola, Mcdonald’s, Levi’s, Mickey Mouse-Disney’in aksine canlı etten kemikten bir insan ve Sovyetler Birliği ile girilen her alandaki rekabette Amerika’nın karşı tarfa popüler kültürde attığı altın goldü.

Duygularımın tercümanlığını (benim için kültür manifestosu değeri taşıyan) Greil Marcus’un muhteşem kitabı ‘Lipstick Traces’ta bulduğumda çok sevinmiştim: O oradaydı, her gün işe gelişte, gidişte , işyerinde, alışverişte, yolda, kısacası hayatın her alanındaydı. Onu beğenmek zorunda değildiniz. Onaylamanız yeterliydi; fakat onaylamak bir şekilde öyle veya böyle beğenmek anlamına geliyordu ... O onay benim için radyoda şarkısı çaldığı zaman istasyonu değiştirmemek, televizyonda klibi oynarken seyredebilmek, onun dansını çok seven bir arkadaşın ısrarıyla ‘uzun metrajlı filimsi-klibimsi ‘Moonwalker’ı izleyebilmekti. Onun her şeyin en yenisi, en teknolojiği , en gösterişlisi, en pahalısı, klibimde oynayacak en ünlüler saplantısından, kimilerine göre mükemmelliyetçiliği, bana hep itici gelse de bilinçaltında farkında olmadan onaylama durumu hep devam etti.

Bad albümüne isim veren klibini izleyince ilk defa bir MJ ürününe maruz kalmadığımı aksine sevdiğimi düşündüm. Herkesin mükemmel dediği kişinin ‘Ben kötüyüm.... ben kötüyüm...gerçekten kötüyüm...’ demesi hoşuma gitmişti. Şarkının diğer bölümlerinde ne söylediği önemli değildi. Kötü olmak da iyi olmak kadar insani bir şeydi . ‘We are the World’ ve benzeri kampanyalarda üstlendiği/kendisine biçilen beyaz melek rolünden, siyah kıyafetlerin içinde normale/sıradanlığa geçiş yapabiliyordu. Tabii ki ondan benim için en iyi kötü olan Dart Vader ‘a dönüşmesini beklemiyordum ama klibin metro istasyonunda çekilmiş olması ve dansçılarla birlikte orayı altını üstüne getirmeleri oldukça Amerikanvari bir gerçekti.

Ama 1990’larda MJ’e ihtiyaç var mıydı? Artık devir ‘I’m fucked up, need to be fixed up’ diye rahattan bunalıp bunalıma giren , problemli ya da boşanmış orta ve orta-alt sınıf ailelere mensup, ellerinde gitar Nirvana ya da Peal Jam türevi yeniyetmelerin ve internet kullanımının yaygınlaşmaya başlamasıyla plak şirketlerinin tahtının sallandığı ve MJ’in içini doldurduğu mega-star kavramının yok olmaya başladığı ve bunun yerine müzikte binlerce çeşninin birbiri içine gireceğinin emarelerinin gözlemlendiği devirdi. Artık birinin çıkıp ta MJ gibi olması hatta orjinalinin de bir dönem önceki etkisini göstermesi imkanzısdı. Belki O da bunun farkındaydı; 90’larda medya sirkindeki yerini müziğinden daha çok giderek beyazlaşan teni, estetik müdahalerle tanınmayacak hale gelmeye başlayan ve Thriller videosundaki zombie haliyle karşılaştırılan yüzü, yetişkin bir adam olduğunu ispat etmek için anlaşmalı yapıldığı söylenilen ve hemen sonlanan ilk evliliği, suratına maske takarak dışarıya çıkması ve benzeri bir çok tuhaf davranışı belirledi. Çıktığı bir televizyon programında “Ben sizler gibi normal hayat süremiyorum, yolda yürüyemiyorum, sinemaya gidemiyorum, süpermarkette alış veriş yapamıyorum hapishanede gibiyim...” diyordu. ‘Leave Me Alone’ diye haykırıp , bütün bunlardan kaçmak için Neverland’de yarattığı gerçeküstü dünyaya sığındıkça , normaller canını acıtarak O'nu gerçek dünyanın içine çekmeyeye çalıştılar.

1993’te Amerika’da çocuk kaçırmayla birlikte en büyük suç olarak kabul edilen çocuk tacizi iddalarının şöhretine düşürdüğü gölge, suçsuz olduğunu söylemesine rağmen aileye sus payı vermesi, onu ne olursa olsun destekleyen insanların bile kafasına ‘Bad’ şarkısında söylediği gibi ‘Bad’ bir şey yaptı mı, yapmış olabilir mi sorularını getirdi. ‘Wacko Jacko’ (Deli Jacko) talk showların, komedi programlarının, daha çok para kazanmak isteyen paparazilerin ve yüksek tiraj açlığındaki tabloid gazetelerin ve dergilerin altın madeniydi.

Çoğu zaman kendisine ve müziğine mesafeli durduğum Michael Jackson’ı sevmemi sağlayan ise 2003’te İngiliz televizyoncu Martin Bashir’in Michael Jackson’la birlikte geçirdiği 8 aylık sürecin sonunda ITV’de yayınlanan ve sonrasında deprem etkisi yaratan belgeseldi. 14.5 milyon kişinin izlediği belgesel aslında Michael Jackson’ın şöhretini geri getirme çabalarıydı ama MJ açısından ise tam bir PR felaketine dönüşmüştü. Martin Bashir’in tabloid gazeteciliği sorularıyla Michael’ı köşeye sıkıştırması, taşıyıcı annenin doğurduğu yeni çocuğunu yüzünü örterek biberonla beslemeye çalışması ama bunu eline yüzüne bulaştırması, Las Vegastaki bir antikacı dükkanına girip 6 milyon dolarlık alışveriş yapması ama en önemlisi ise ‘Neverland’a gelen çocuklar’a yatağını verdiğini ve onları yatarken seyrettiğini söylemesi ise insanların kanını dondurmaya yetmişti. Ertesi gün, herkes ilk taşı atan olmak yarışıyordu.

Benim o belgeselde gördüğüm Michael Jackson ise manevi olarak canı yanmış ve tekrar canının yanmasından ürken bunu engellemek için de dönüşümlü olarak Peter Pan/Wendy rolünü üstlenen bir çocuktu. Bashir’in köşeye sıkıştırıcı sorularına verdiği cevaplar, gerçekten ancak bir çocuğun verebileceği kadar saf ve dürüsttü... Çocuğunu beslemeye çalışırken (ya da çocuklarına babalık yaparken) Wendy’di. Neverland’a gelen çocuklar Peter Pan’ın ne büyüyen ne de ölen oyun arkadaşları Lost Boys’tu. Ama belgeselin yayınlanmasından kısa bir süre sonra Lost Boys’un birinin şikayeti üzerine 1993’teki iddianın takibini yapan savcının açtığı dava yine MJ’i medyanın bir numaralı malzemesi haline getirdi. Kararın açıklanacağı gün mahkeme salonuna girdiğinde gözlüklerinin arkasına saklamaya çalıştığı (hiç bir zaman unutamıyacağım) korku dolu dolu yüz ifadesi aslında her şeyi anlatıyordu.... Michael ruhsal olarak bu dünyadan ayrılmıştı...

Peter Pan’ın sonunda Wendy kardeşleriyle birlikte geri dönmek istediğinde Peter ‘Ama geri dönersen büyürsün’ der. Yalnızca Wendy değil Lost Boy'lar da geri dönmek ve büyümek arzusundadırlar. Ve... Lost Boys, Wendy ve kardeşleri Neverland’den ayrılırlar; büyümek istemeyen Peter’i tek başına bırakarak.....

1 Temmuz 2009 Çarşamba

HATIRLA PERIPATETIC


Kitap anlamında çok fazla seçeneğim bulunmuyor şu anda. Araştırma dolayısıyla okuduklarım haricinde ev sahibimin kütüphanesi ile kısıtlıyım. Ancak iki kitap seçebildim şimdilik ve bunlardan bir tanesi Dan Brown'un Angels and Demons'u, düşünün... Yine de, bu seneye kadar hiç Dan Brown okumamış olduğumdan (geçen ay Da Vinci Code'u okudum) ve kitabın da filmi daha yeni çekilmişken durumum çok kötü sayılmaz. Tavsiye eder miyim? Yok etmem... Kitabın büyük kısmını "evet evet Illuminati, evet evet Benini, demek antimatter hmm evet evet" diyerek okumama rağmen aklımda bir şey kaldı. Kitabın deniz biyoloğu olmasının yanı sıra Yogi de olan kadın kahramanı, çözüm bulamadığı, köşeye sıkıştığı durumlarda, kendi kendine "düşün" yerine "hatırla" diyordu. Tanrı'nın ihtiyaç duyduğumuz bütün çözümleri aklımıza kodladığı varsayımıyla "hatırla" diyordu.


Ben de artık arada diyorum; "Hatırla Peripatetic. Hatırla."

27 Haziran 2009 Cumartesi

UCLA MEDICAL CENTER'dan BİLDİRİYORUM!!!

Gittiğim yerlerin olayı bitmez... Yıllar önce 1997'de Londra'dayken kendimi Prenses Diana'nın cenazesinde bulmuştum. Hala şaşırırım o kadar büyük bir kalabalığın nasıl olup da o kadar sessiz yürüdüğüne... Los Angeles'taki günlerim daha yeni hafta olmuşken yine bir dünya olayının ortasında buldum kendimi ve henüz bildiğim tek tük yollardan biri olan üniversite yolundaki hastane, Michael Jackson'ın ani ölümü ile medya ve hayran akınına uğrayarak beni şaşırttı. Sokağın iki yanında insanlar birikmiş ağlıyor, herkesin elinde mum ve çiçekler, tepemizde helikopterler dönüyor...

Ben haberi alınca açıkçası ne hissedeceğimi bilemedim. Benim için dehasını çoktan unuttuğum
garip bir yaratığa dönmüştü çünkü MJ. Çocuk istismarı suçlamaları kesinleşmese de, onlarla "sağlıksız bir yakınlaşma içinde olduğu" düşünülen, o kazandığı inanılmaz servetin neredeyse tamamını birlikte vakit geçirdiği çocukların ailelerine "sus payı" olarak dağıtan, Lisa Marie Presley ile o tüyleri diken diken eden garip evliliği yapan, daha sonraki evliliğinden olan çocuğunu balkondan aşağı sallandıran bir yaratık... Ama şimdi hakkında söylenenleri dinleyip yazılanları okuyunca yavaş yavaş hatırlıyorum albümlerini nasıl beklediğimi, videolarını tekrar tekrar nasıl seyrettiğimi...

Özgün bir deha olduğunu, hepimizin hayatında mutlaka bir yeri olduğunu kabul ediyorum. Sonra da düşünüyorum; çocukluğunu yaşayamamak gerçekten böylesine onulmaz yaralar açıyor mu insanın ruhunda diye... Ayakkabılarının altı delik bir maden işçisinin çocuğu iken Los Angeles'a ilk geldiklerinde ağabeyleri otelde kalırken MJ'in Diana Ross'un malikanesinde kalması, bu zenginlik karşısında onun gibi olmaya karar vermesi, gün gelince suratını da Diana Ross'a benzetmeye kalkmasını nasıl açıklar? Aslında anlaşılan o ki gerçek hikayesini hiç bir gazeteciye, yazara, arkadaşa anlatmamış. Yıllar yıllar önce Jacqueline Kennedy Onassis, Doubleday'in baş editörlüğünü yaparken MJ ile biyografi sözleşmesi imzalamış ve heyecanla beklemeye başlamış gerçek hikayeyi... Teslim zamanı gelince karşısında hayat hikayesi değil de fotoğraf albümü bulunca kızılca kıyamet kopmuş... Yani ortada çektiği sıkıntıları ve mutsuzluğunu dile getiren bir insan var ama hikayesi yok... Valla ben kendim dinleyemeyeceğim ama "Beni anlamak isteyenler Childhood'u dinlesinler" diyor bir röportajında. Zeki Müren de "beni anlamak isteyenler Kandil'i dinlesin" demişti ölmeden önce... (O şarkıyı severim ama) Neyse belki bunda sonra ortaya çıkar gerçek hikaye...

Söz konusu çocukları gerçekten de üzmediğini umuyor, muhteşem videolar ve Thriller ve Bad albümü için gönülden teşekkür ediyorum... Allah, ruhlarının seçmedikleri bir bedene hapis olduğunu düşünen herkesin yardımcısı olsun.

22 Haziran 2009 Pazartesi

Nida'nın Nidası

Amerika'nın batı yakasında olanların hayatı daha yavaş ve keyifli yaşadıklarını hepimiz biliyoruz. Şimdi şimdi merak etmeye başladım ben de, "Acaba bu keyif ve rahatlık, televizyondaki ciddi programların doğu saati ile yayınlanmasından ve orada akşam üzeri 4 ila 7'de gösterilmesinden dolayı mı?" diye. İş dönüşü, akşam yemeği derken televizyonlarının başına geçtiklerinde CNN'de Anderson Cooper bitmiş, diğer kanallardaki dizi ve filmler başlamış oluyor. Dünyanın yükünü böylece o yük omuzlarına hiç binmeden hoop atmış oluyorlar. Yine de işte Nida'nın sesi burada bile duyuldu.

CNN belli ki sabahtan akşama kadar İran yayını yaparak İran Devrimi'ni tersine çevirebileceğini düşünüyor. İran'daki gençler sabahtan akşama Twitter'den haber geçiyorlar kendilerine uygulanan orantısız güçten dünyayı haberdar etmek için. İran'daki protestocuların hissettikleri, tanıdık geliyor bana. Oyları ile kendilerini yöneten karanlığı sona erdireceklerine inan, seçim sonuçları açıklandığında çoğunluk denilen bir yığının karanlığı yeniden seçtiğini duyan insanların hissettiği o büyük hayal kırıklığı çok tanıdık. Hayal kırıklığı, öfke sonucu değiştirmiyor ama. İran'da devrim yerinde duruyor, benim ülkem yönetilirmiş gibi yönetilmeye devam ediyor. İran'da Nida ölüyor, Türkiye'de nidalar duyulmuyor.

Şimdilik...

20 Haziran 2009 Cumartesi

BABALAR GÜNÜ



Kızının bilmiş bilmiş de olsa belirttiği her fikri dünyanın en akıllı yorumu gibi kabul eden, fikirlerini daha sık, daha rahat dile getirmesi için onu cesaretlendiren, anneyle birlikte onu sonuna, en sonuna kadar okutan, dışarıdakiler onun sesini duymadığında veya bu kız seferlerinden yorgun, yenik, yaralı geldiğinde onun yaralarını sarıp tekrar sefere yollayan, insanlık hallerini çok iyi anlayan, en büyük günahın umutsuzluğa kapılmak olduğunu öğreten ve koca kazık olduğu halde babasına hala "düdük makarnadan kolye" hediye eden kızını bağrına basan babamın Babalar Günü kutlu olsun.

18 Haziran 2009 Perşembe

LOS ANGELES GÜNLÜĞÜ: BATI YAKASI

Araştırma yapacağım kütüphaneye yakın diye Los Angeles'ın batı-
sında kalıyorum. Yirminci yüzyılın başında burası aslında zengin muhitmiş, zencilerin mülk almasının yasak olduğu. Sonra (sanırım 1940'ların sonu) Nat "King" Cole batıdan ev almak istemiş; yerel yönetim "hayır" deyince de mahkemeye vermiş. Kazanınca da batıya hızla "renkli vatandaş" akını başlamış. Zengin beyazlar doğuya doğru kaydıkça onlardan boşalan evlere zencilerle birlikte Hispanicler, Koreliler, İranlılar yerleşmiş.





Evler 1920'ler özellikleri taşıyor ve tarihi. İçinde oturanlar, evlere bakmak zorunda.
Tamir etmezse, çürümye bırakırsa veya planını değiştirirse, hemen yiyor cezayı. Sakin, hatta zaman zaman ıssız bi mahallede oturuyor olsam da Los Angeles'da her yer insana tanıdık geliyor. İşte oturduğum sokağın karşısındaki ev! Six Feet Under dizisini seyredenler hatırlasın bakalım altında cenaze hizmetleri verilen ev hangisiydi...

Gerçekten de pek çok şey dizilerde (The Closer, Mentalist) gördüğümüz gibi. Sabahları kütüphaneye yürürken (5 dakika)arabalarının içinde uyumuş ve yeni uyanan evsiz insanlar görüyorum. Otobüse yetişmek isteyen birinin yanar halde attığı sigara izmariti, hemen biri tarafından yere düşmeden havada kapılıyor. Mahalledeki sosyal güvenlik bürosuna kayıt olmaya gittiğimde evsiz bir anne-oğul geldi. Zenci anne, incecik çok güzel 20-21 yaşında, oğlu da en fazla 5 yaşındaydı. İçeri girer girmez hemen uyumaya başaldılar. Sokakta yattıkları için kat kat giyinmişlerdi. Anne, çocuğunu tuvalette silerek temizledi. Tam kafamdaki evsiz tanımına uyuyorlardı; bir tek kızcağızın çanta ve ayakkabısı hariç. Onları yepyeni ve son moda görünce, "aaa yanıldım herhalde" dedim, "bunlar evsiz değil." Sonra kız çantasını karıştırırken çatal, bıçak, bardak vs çıkarınca "eee?" dedim. Sonra geldi aklım başıma. Öyle değil miydi okuduklarımız, "bir çift ayakkabı karşılığında..." Sonra etrafıma bakınca benden başka herkesin, güvenlik görevlileri dahil, durumu tabii çook önce çözmüş olduğunu fark ettim. Benim için çok acıklı bir sahne olarak kalacak bu.

Kütüphaneden üniversiteye gitmek için bindiğim otobüs, batı yakasını aşarak beni manzaralı yollara taşıyor. Wilshire'dan Westwood'a giderken de hep tanıdık yerler görüyorum ama bu sefer güzel giyimli, sapsarışın insanların yürüdüğü sokaklar. Adım başı, bir spor arabanın üstüne çıkmış bikinili bir kızın fotoğraf çekimi var. Bugün kampüste de abc'nin, Good Morning America'sını çekiyorlardı. Kameraman ben oradan geçerken "Darliiing" deyip kameraya bakmamı istedi. Uzadım tabii hemen oradan...

11 Haziran 2009 Perşembe

ATLANTİK'TEN PASİFİK'E

Amerikalılar yılda 25 milyon dolar kazanan Angelina Jolie'nin nasıl olup da "Amerika'nın en güçlü kadını" sıralamasında, yılda 275 milyon dolar kazanan Oprah Winfrey'i geçerek birinci sıraya oturduğunu tartışa dursun, bende yeni yolculuk heyecanı başladı. Çok değil bir-iki gün sonra bu kıtayı neredeyse boydan boya geçip LA'ye ineceğim...


Amerikan İmparatorluğu'nun merkezinden bambaşka bir aleme, iklime gidiyorum... Sağlık kesintilerinin en çok vurduğu, eyalet valisinin Arnold Schwarzenegger olduğu yere gidiyorum... Paparazilerin ünlü çekmek için üşüştükleri Los Angeles LAX'ten giriş yapacağım bu diyara... Hadi bakalım....  


 

5 Haziran 2009 Cuma

ATLANTİK ÖTESİ


Atlantik ötesi günler, bir ayı devirirken çok hızlı geçmeye başladı. Buradaki hayat da, gündem de, benim için dünyanın dönüşü de çok hızlı.

Gündemde tabii ki Obama'nın Ortadoğu gezisi ve Kahire Üniversitesi'nde yaptığı konuşma var... Cumhuriyetçiler "ABD başkanı tüm dünyayı özür dileyerek dolaşamaz" deseler de ülkenin geniş kesimi memnun. İnsan burada olunca, bizdeki medya mensuplarının tercüme ettikleri görüşleri köşelerine nasıl orjinal diye koyduklarını son derece açık, tabak gibi görüyor. En son Akşam gazetesinde bir köşe yazarı kadın, "Bence Obama'nın yer seçimi o kadar yanlış ki kendini bacağından vuruyor. Mısır yerine bence Endonezya olmalı" diyordu. "Pes" dedim, "bence" dediğin şeyi burada günlerdir herkes tartışıyor.

General Motors iflas etti. Hemen arkasından televizyona "biz böyle olsun istemezdik, çok genişledik rekabet edemedik ama yenilenip yeniden geleceğiz" reklamı verdiler, çok takdir ettim. Malum bizde yanlıştan sonra özür dilenmez, kötü biten şey konusunda hiç konuşulmaz. 

Batı yakası henüz ne dinliyor bilmiyorum ama doğu yakası, Bob Dylan ve Dave Matthews Band'in son albümlerini dinliyor. Nemlendirici losyon yerine Nivea ve Vaseline, "jel yeni losyon" diyerek jel promosyonu yapıyorlar. TLC, Jon ve Kate ve 8 çocuklarının anlatıldığı reality show ile reyting rekorları kırıyor. Ben buradayken Jon ve Kate'in boşanma olasılığı ile yer yerinden oynadı, bir an İngiltere'de miyim diye düşündüm... Allah'ın Kızları kitabı yüzünden yargılanan Nedim Gürsel'in davasının 25 Haziran'a ertelenmesi New York Times'da haber oldu. 
          
Ben, özlediklerim dışında iyiyim. Soya sütünü sevdim. Üzerinde çalıştığım filozofun Stoik olduğunu söyleyen bir kitap okudum. Ben biliyordum öyle olduğunu da ben deyince kimse ciddiye almıyor malum... 

26 Mayıs 2009 Salı

...

Peripatetic hikayeler başladı başlamasına ama onları anlatmadan önce edilmesi gereken bir veda var. Herkesin içinden çok, çok sevdiği, uzaklarda zeytin bahçelerinin orada yaşayan ama kalplerimizi kazanmış bir yeğendi O. Dünya iyisi, dünyanın yükü omuzlarında, kendi dünyasında, yüreği koskocaman... Çok üzüldü, içine attı. Gülmeyi de sevdi, bazen takıldı gevrek gevrek, babası gibi O da sevdi evin çocuklarını kızdırmayı. Çin kurabiyesinden halasına çıkan yazı gibi O da "iyi bir iş çıkardı" bu hayatta. Vedasında bile son bir iyilik etti işte. O'nun vedasına çok üzülen başka diyardaki bir savruk yeğen de barıştı bu sabah teyzesi ile. 

Ne olurdu bir kaç yıl daha geçirseydik bir arada demek boşuna, demek günah.

Mekanın cennet olsun, melekler yoldaşın.        

12 Mayıs 2009 Salı

GİDER AYAK

Ben mevsimin yaza döndüğünü, havaların ısınması, yeşil eriklerin kirazlara yer açmasının yanı sıra bir de Ankara 7. caddedeki balıkçıların terlikçi olmasından anlarım. Ve ne zaman ki balıklar kalkar tezgahlardan, kuvvetli bir kaçıp gitme duygusu uyanır içimde. Sonbaharlarda kendime zaman biçerim: "Bu sene balıkçılar terlikçi olmadan" derim "gitmem gereken yere gideceğim," "bunu yazacağım," "şunu göreceğim," "bak o pantolona gireceğim," "balıkçılar terlikçi olmadan kesin..." 

İşte şimdi, bu sefer, balıklar kalkarken tezgahlardan birer birer, gidiyorum ben. Peripatetic ayaklarım beni önce Philadelphia'ya sonra California'ya götürecek gibi... Yolda görüşür müyüz?  

12 Nisan 2009 Pazar

Halimiz Duman


Konser arkadaşım dün yine tuttu beni kolumdan, "Hadi" dedi "Bizi saat 7'de sahne arkasından Duman konserine sokacaklar." Eee "tamam" dedim ben de; konser arkadaşım kadar büyük bir hayranları değilim ama sevdiğim şarkıları var; Köprüaltı, Belki Alışman Lazım, Seni Kendime Sakladım gibi. 



Tam 7'ye 5 kala hazırdık kapıda. Konser arkadaşımın tanıdığı kişi, bir numara güvenlik şefiymiş meğer; bizi büyük bir nezaketle aldı "şurada oturun kapılar açılınca arkadaşlarım sizi salona alacak" dedi. Valla, 1,5 yıldır devlet, hükümet, sistem, üniversite, kötü kalpli rektör, hoca ve insanlar tarafından çekiştirilip durmuş, itilip kakılmış bir kız çocuğu olarak o anlık itibar ilaç gibi geldi ne diyeyim...



Albüm konseri olduğu için eski şarkı pek çalmadılar veya biz ayrıldıktan sonra çaldılar. Grubun kimseyi takmadığı tabii salonun "es-ki, es-ki" diye inlemesine rağmen yeni şarkılarını çalmalarından belliydi. Ama yeni şarkıları da bütün salon bir ağızdan söyledi.  


Gençler, yeniyetmeler çok alemdi. Her yanları delik deşik piercing; baştan aşağı siyahları çekmişler; kızların saçları kahküllü, oğlanlarınki dik dik... Çok havalıydılar. Ama konserin bitiş saati yaklaşınca durum değişti; havalar biraz söndü... Salonun dışındaki bekleme odası, piercingli, simsiyah giyinmiş çocuklarını almaya gelen anne babalarla dolmuştu. "Aferin" dedik "konsere gitme haklarını söke söke alan çocuklara." "Aferin" dedik "çocukları Duman konserine gidecek diye cumartesi gecelerini kapıda onları bekleyerek geçiren anne babalara."     

İyi ki Duman var bu ülkede.   
 

28 Mart 2009 Cumartesi

KAYBOLMAK ÜZERİNE

Artık kabul etmemiz lazım, bir gün kaybolursak bu ülkenin gücü bizi bulmaya yetmeyecek. Sevenimiz eli böğründe öyle kalacak günlerce, yıllarca.... İster dağın tepesinde, ister hayatın içinde... Bir kere kayboldun mu ya kimse gelmeyecek aramaya ya da yanlış yerde arayacaklar... 

İyi niyet yetmiyor işte kurtarmak için; kurtulmak için. Uzmanlık gerekiyor, kişinin kendi uzmanlığı... Onun için diyorum ya hep; herkesin cebinde bir kurtuluş veya kaçış planı olması gerek. Yardım her çağırdığınızda gelmiyor. Yaşaya kalmak gerek.....   

   

22 Mart 2009 Pazar

KAHVE

Biri bana "sonra da kahve içeriz" dediğinde sanki dertlerimden biri azalır. 

Okuduğum romandaki kahraman kahve içerse ben kokusunu alırım. 

Yeni yeni tanıdığım bir arkadaşım "aaa ben kahve içmiyorum, kafein alerjim var" deyince ondan biraz soğurum. Sonra aynı arkadaşım "madem sert kahve içiyorsun o zaman sana evdeki iki büyük kahve çekirdeği paketini (Etiyopya) getireyim" dediğinde onu yine sıcak bulurum. 
Hele bir de bir sonraki buluşmamızda unutmayıp kave çekirdeklerini kucağıma bırakınca onu çok çok severim. 

Abim, artık akşam 6'dan sonra kahve içmeyeceğini söyleyince çok korkarım; sonra sabah kahvesini içtiği halde "bu kahve beni kesmedi şöyle koyu koyu bir tane daha yapalım" dediği zaman çok rahatlarım.
 
Bir başka arkadaşım, "geçen hafta içtiğimiz kahve çok güzeldi, yine ondan içelim" deyince dünyalar benim olur. 

Nazan Öncel'in İbrahim Tatlıses'e verdiği "Tamam Aşkım"  şarkısında "kahveni yudumlarken" sözlerini duyunca mutlu olurum; şarkıyı gizlice Ipod'uma indiririm. 

Bana ilk filtre kahvemi içiren kuzinlerimi çok severim. 

Kıbrıs'ta içilen sayısız ve teklifsiz kahveciklerin hatırasını hiç unutmam. 

Osman Müftüoğlu, kahvenin insülin salgısını arttırdığını ve bu yüzden çabuk acıktırdığını yazınca üzülürüm; kanser araştırmacıları "kahve müthiş bir antioksidandır" dediklerinde memnun olurum. 

Mitinge kahvesini içmeden gitmeyen miting arkadaşı, tam bana göredir. 



Starbucks'da babamla kahve paylaşmaya bayılırım. Kahve kokusu evi tutunca söylenen anneme kızarım ama annem "Türk kahvesi yapayım bir de fal bakayım" dediğinde çok çok sevinirim.
 
Hayatımın en güzel kahvelerini Viyana'da içtiğimi hep söylerim. 

Bana uzun uzun fal bakan arkadaşımı, kahvesini sade değil de orta şekerli sevdiği, Starbucks'ta da sütlü Misto içitiği halde çok severim. 

Süpermarkette bana "baklayı fasulye pişirir gibi mi pişiriyorsunuz" diye soran kadına mahçup mahçup bakarım, cevap veremem. Amaaaa çok iyi kahve yaparım.

Kahve makinasını temizlemeyi hiç sevmem.          

4 Mart 2009 Çarşamba

CİDDİ, ÇOK CİDDİ BİR YAZI

Peripatetic şartlardan dolayı biraz erken bir Kadınlar Günü yazısı oldu bu. 

Farkındasınız değil mi son günlerde kadına yönelik şiddet kafa kesmek, delik deşik edinceye kadar bıçaklamak, sıcak su ile haşlamak, gaz döküp yakmak halini aldı. Hani her geçen yıl azalacaktı bu şiddet? Şimdi tam tersine, şekil değiştirip son derece ilkel bir hal aldı. Karşısında sivil toplum örgütlerinin yayımladığı istatistikler haricinde hiç bir kitlesel tepki, hükümet girişimi yok. Babam farkında; "her geçen gün kaç kadını bu ilkel erkekler -barışalım- anlaşalım boşanalım- diyerek kandırıp vahşice öldürüyor," diyor. "Sanki kadının başka hayat yaşamaya hakkı yokmuş gibi" diyor. Babam farkında da Nimet Çubukcu duvar...

Kulağım kocaman, hükümetin kadın politikasını dinliyorum, daha doğrusu bekliyorum. Görüyorum Nimet Çubukcu, Çocuk Esirgeme Kurumu ile çok ilgili. O öksüz-yetim çocukları tek tek, isimleri ile tanıyor; karnelerindeki notları biliyor. Takdirlik, gerçekten... Ne var ki, Türkiye'de kadın-aile-çocuk sorunu bundan ibaret değil. Çok büyük, çok karmaşık ve büyük mücadele, bambaşka bir mesai gerektiriyor. Gerçek şu ki; bu iş bir çap meselesi ve Çubukçu'nun çapı bu mesaiyi yapmaya yeterli değil. Herkes en iyi yaptığı işi yapsın ve Çubukçu, Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürü olsun. O da görev, büyük değişiklikler yapılacak bir görev.

Sorun şu ki; mevcut hükümet kadın sorununu iyileştirecek çapta bir kadın çıkaramaz kendi içinden; çıkartmak işine gelmez. İşlerine gelen "kendini ailesine adayan" kadın. Kadında görmek istedikleri tek özellik "anne şefkati"...

Son olarak; bu erkek egemen sistem erkeklerin de başını yemeye başladı işte. "Sen benim namusumsun, malımsın, sen çalışma evde otur, eve ekmek getirmek benim görevim, birey olmak da ne demek, sen annesin anne" diyenler bunalıyor işte krizde acı acı. Siz hiç kredi kartı borcu yüzünden intihar eden kadın duydunuz mu? 
         

1 Mart 2009 Pazar

GAZETE HABERTÜRK'UN OKUYUCUSUNU ZEHİRLEME İHTİMALİ

Bugün yeni bir gazete Türkiye'de basın hayatına başladı; HaberTürk... Gazeteyi okuduktan sonra başarılı olup olmayacağı, nasıl bir yayın politikası izleyeceği, yeni bir soluk getirebilirliğinden daha büyük, hatta neredeyse hayati bir endişe duydum yalnız... Hala da duymaktayım. Gazetenin diğer gazetelerin baskısıdan farklı olacağı, dergi kalitesinin hedeflendiği duyrulmuştu. Nitekim şööyle gıcır gıcır, parıl parıl bir gazete basmışlar, tebrik ediyoruz kendilerini. Ancak sayfaları çevirdikçe dehşetle fark ettim ki, soluk alıp verdikçe ağzımda onlarca posta pulu yalamışçasına kötü bir tat kalıyor. Tabii hemen aklıma Seinfeld'deki, Geogre'un pintiliğinden dolayı ucuzundan aldığı düğün davetiyelerinin zarflarını yalarken zehirlenerek ölen nişanlı bölümü geldi. Gazetenin boyasından zehirlendim sandığım için de kalkıp süt içtim. 

Sayın gazete yetkilisi,

Yeni gazeteniz hayırlı olsun. Ancak dergi kalitesindeki renkli sayfalarınızı soluyan okuyucunuzun zehirlenme ihtimali var mı? Hayatımdan endişeliyim.

Sayın peripatetic,

Gazetemizin okuyucusunu gerçek anlamda (başka anlamlara karışmıyoruz) zehirleme ihtimali yoktur. Yine de siz siz olun gazetemizin sayfalarını kesinlikle parmaklarınızı tükürükle ıslatarak çevirmeyin. Zaten bu ne biçim bir gazete okuma yöntemi öyle.       

26 Şubat 2009 Perşembe

SEVGİSİZ POLİTİKANIN İNSAN SEVGİSİ YOKSUNU NEFERLERİ

Oturduğum yerde oturmamı engelleyecek, kalkıp her gün karşımdaki televizyona bağıracak kadar çok kızıyorum bu adamlara... En çok da nasıl bu kadar sevgisiz olabildiklerine hayret ediyorum. Ölen insanların varlığı karşısında nasıl bu kadar ruhsuz ve kalpsiz durabiliyorlar... Bir can kaybının ailesinde yarattığı yıkımı paylaşmak için o insanı tanımak mı gerekiyor? Ulaştırma Bakanı'nın seçim gezisi programını değiştirip İstanbul'a dönmesi için bir uçak kazasından daha büyük ne olması lazımdı? Kazazede yakınlarını Hollanda'ya götüren uçağa Bakan'ın da binmesini beklemek, kendi aldığı bilgilerle endişeden ölmek üzere olan insanları rahatlatmasını istemek koskoca, büsbüyük, sıradan insanlardan çook önemli  bir bakandan beklenmeyecek bir şey mi? 

O kadar önemli bir insan ki kendisi, uçağa binip Hollanda'ya gitmedi, İstanbul'a veya Ankara'ya da dönmedi. Gazetelerden öğrendiğimiz kadarı ile Bingöl'de zaten daha önce açılmış olan cadde ve parkları kurdele kesip yeniden açtı....Uyduruktan hızlandırdıkları trene oturttukları yolculardan 40'nın ölmesini de istifa etmek için yeterli görmemişti kendisi. Her kar yağdığında, buzlanma olduğunda ölümlü kazaların yaşandığı Bolu Tüneli'ni davul zurnayla kendilerinin açmış olduğu da umrunda değil.

Sonuç olarak işte bir kere daha gördük ki  sevgisizsiniz, yetersizsiniz, beceriksizsiniz, kötüsünüz kötü...         

22 Şubat 2009 Pazar

KENDİME NOT!

Bugün saat 23.00'de hafta içi seyretmeyi unuttuğum DiziMax'in yeni dizisi The Mentalist var. Unutma! 

Simon Baker'ı yıllar yıllar önce The Guardian'da Nick Fallin rolünde seyrederken bu adamın hiç gülmediğini düşünmüşüm ki Mentalist'te Patrick Jane rolünde bol bol gülümserken görünce çok şaşırdım. 
En az Guardian kadar karanlık bir dizi Mentalist. Ama ben bayılıyorum Jane gibi dizi karakterlerine...  Hayatta karşılaştıkları ters durumlar için hep bir planları var ceplerinde. Dizinin ortasına doğru her şey öyle bir karışıyor ki "hah işte şimdi bittin sen oğlum" derken sonunda anlıyoruz; gerekli önlemler alınmış ve "harm is not done". Prison Break'teki Micheal'da böyle bir karakter. Ben, hayatta ters giden işler karşısında hiç bir hazırlığı olmayan (artık salak mı dersiniz) bir insan olarak, bu dizilerde oynasaydım kesin ilk bölümde bitmişti benim için yazdıkları rol....

Meraklısına Not: Guardian, TNT kanalında yeniden gösteriliyor. Ben sırf jeneriğine bakıyorum Wallflowers'ın Empire in My Mind şarkısını dinlemek için.     

20 Şubat 2009 Cuma

ANKARA'DA KAR VAR

Ankara, sevgilim gri Ankara... Bu sabah, ne güzel bir sürpriz yaptın bize. Bütün işlerim kaldı ama perdeyi bir açtım ki bembeyaz olmuş her yer... 

Laf aramızda ödüm kopuyor küresel ısınmadan, Ankara'ya artık doğru düzgün kar yağmayacağından, yaz gelince Avustralya gibi yanacağımızdan.... Neyse ki şimdilik kar var. Ben de kış çoraplarımı geçirdiğim Yeti ayaklarımı uzatıp şöyle kopkoyu bir kahve içeceğim şerefine. 

Hani Benim Evrensel Misafirperverlik Hakkım?

Her ne kadar şu Stoacı kalbim insan sevgisiyle dolup taşsa da (!) hiç bir zaman Kant'ın evrensel misfirperlik hayali ile eğlemedim kendimi. Ama ne zaman ki yeşil pasaportun konforundan lacivert pasaportun çilesine düştüm "ne oluyoruz" oldum. Hele geçen sene bir Portekiz vizesine başvurma hikayem var ki daha önce kendimi hayatta hiç bu kadar "öteki" hissetmemiştim. Salazar artığı, "döt" vize memuru Jorge bizden noter onaylı otel rezervasyonu istemeye kalktı. Pazar günü uçacağımız halde vizeleri ancak Cuma 15.55'te alabildik. 
Şimdi yine vize alma/alamama kabusları çöktü üzerime. Almanya transit vize istiyor mu? Sırf geçmek için mi veriliyor yani o 60 Avro? İşte Kant'ı yetiştiren ülkenin bana ettikleri... Sonra da anlat çocuklara yok sonsuz barış teorisiymiş yok insanlık toplumu bölünmez bir bütünmüş... Yaaa bir de benim ABD vizem öbür pasaportumda kaldı, çift pasaportla seyahat ederken bir sorun çıkmaz değil mi? 

Bu arada, hadi ben şu vize işlerini hallettim. Ama canım ülkem beni o kadar sevip bağrına basmış ki öyle kolay kolay bırakmıyor bir yerlere. Dünyanın en pahalı pasaportlarından birini kullandığımızı biliyor muydunuz? İki sene önce iki senelik pasaport için 230 lira ödemişim. Şimdi bir sene için 253,80 lira ödemem gerekiyor. Bir de tabii yurt dışına çıkış harcı var. Evet, belki dışarıda kimse benim misfirperverlik hakkımı önemsemiyor ama gördüğünüz gibi kendi ülkem beni sevgisiyle öyle bir sarıp sarmalamış ki "nereye" diyor, "kal".    
  

14 Şubat 2009 Cumartesi

ANKARA’DA DAHA ÇOK FİNLİ OLMALI VEYA ODE TO A FRIEND



Faranjit olmuşum çok kötü. Yeni yeni 2 dakikadan biraz daha uzun konuşabiliyorum. Ama bu hafta sonu The Rasmus var. Eeee ne olacak şimdi? Şarkılara eşlik edeceğim derken sigara dumanı yutacağım bol bol. Bu, afadersiniz, öküz deviren virüsü hala vücdumdan atmamışken bir de faranjitin gereksiz yere azdırılmış, fenanın da fenası versiyonu ile mi uğraşacağım? Ama öbür tarafta da gri Ankara'ya, taa ayağıma kadar gelmiş Finliler var... Zor bir seçim derken tabii ki Finliler ağır bastı. Çantama pastil, antibiyotik, ıslak mendil, kuru mendil ve su koyarak yollara düştüm. Başımda Katmandu dükkanından aldığım iki kat turkuaz bantım, boynumda kendim örmeye başladığım ama örgü becerilerimi bir türlü takdir etmeyen sevgiili annem tarafından bir gece, herkes uyuduktan sonra bitirilen, yün boğazlığım...

Etraftakilerin bakışlarından anladığım kadarı ile deli bir insan gibi görünüyor olmama aldırmadan peripatetic ayaklarımla tıpış tıpış konser arkadaşımın ofisinde buldum kendimi. Bu çok eski sevgili arkadaşım, beni yılların iniş çıkışlarında, çalkantılı denizlerde, güneşin altında, öfkemde neşemde, güzel topuzlu iken kalın kaşlı iken, her halimle gördü; avucunun içi gibi tanıdı işte. En çok da son iki yıldır devam eden (evet hala devam ediyor) deliliğimi sakinliğe dönüştürme çabaları sırasında... Bir yaz boyunca neredeyse her buluşmamıza koca koca kitapları 34,5 numara ayakları ile getirdi bana "Bak bunlar senin araştırmanla ilgili" diye. "Ağlama. Ne olursun ağlama" dedi. Öyle tanıdı ki beni sonunda, The New Adventures of Old Christine'i seyrederken Christine'in söylediği "I thought there was enough happiness
for everyone, but Richard got it all" sözlerini aslında benim söylediğimi şıp diye anlayıverdi mesela. 





Bugün de almış konser biletlerini, elinden tutup öbür tarafa, delilikten normalliğe geçireceği arkadaşını bekliyordu. Bekliyordu beklemesine de konser başladığında taktı çantasını benim koluma, bastı gitti faranjitli boğazımla gidemeyeceğim derinliklere "remember the times/ together we swore, never give up this life/ still hanging on/ still going strong" diyerek.... 

Ayrı noktalarda vardığımız gecenin sonunda yine aynı görüşteydik; Ankara'ya daha çok Finli gelmeli!!! Kuğulu Park'a sarhoşlar pişirip yesin diye kuğu getireceklerine görenleri mest edecek Finlileri getirsinler efendim!!! Belediye başkanı adaylarının kampanyalarında halkımızın bu ihtiyacına değinmiyor olmaları anlaşılır gibi değil.