21 Kasım 2010 Pazar

PAZAR YAZISI YAHUT 22. GÜNÜN SABAHINDA

Hayatımda ilk defa "21 gün" ilkesini uyguladım. Tam 21 gündür 5.30'da (tatil sabahları 6.30) kalkıp 45 dakika (hafta sonu 1 saat) sabah yürüyüşü yapıyorum. Daha önce de pek çok sefer denemiş olmama rağmen ancak 2 gün üst üste becerebildim. Duymuşsunuzdur; bir eylemin alışkanlık olabilmesi için 21 gün aralıksız tekrar edilmesi gerekiyormuş. Buna göre ben artık bir sabah yürüyüşçüsüyüm.

İlk hafta çok zor geçti, öğleden sonraları saat 2 gibi bir köşeye kıvrılıp uyumak istiyordum. 5.30'da kalkmak zorundaydım, daha geçe kalırsam siteye 6.45'ten sonra girip çıkmaya başlayan okul servislerinin egzosuna maruz kalıyordum çünkü. Bu sefer dayandım. Hayatımın ikinci yarısında artık herhangi bir insan olmayı hayal edemeyeceğime, hayal ettiğim insan gibi davranmak zorunda olduğuma karar verdim. Hayalimdeki insan Nobel falan kazanmıyor, sabahları 5.30'da kalkıp sabah yürüyüşü yapıyordu.



Haruki Murakami'nin What I Talk About When I Talk About Running (Koşmaktan Bahsettiğim Zaman Neden Bahsediyorum) kitabı benim için dönüm noktası oldu. Hayatının belli bir noktasında fiziksel bir iyi alışkanlık kazanmanın, insanın zamanı geldiğinde fiziksel sınırlarını zorlamasının nasıl bütünleyici bir duygu olduğunu ve insanın bu duyguya nasıl ihtiyaç duyduğunu anlatıyor. Bence bu kitabı İstanbul'daki Dünya Basketbol Şampiyonası sırasında FIBA'nın ponpon kızlarının Başbakan tarafından kısıtlanmasına "kadın vücudunun meta olarak kullanılmasına ben de karşıyım" diyerek destek veren Alev Alatlı da okumalı. Başarı, meydan okuma, engel aşma zihinsel olduğu kadar fiziksel eylemler sonucunda da ortaya çıkar ve insan olma sürecinin bireysel deneyimlerinden biridir. Yükselen muhafazakarlığın bu çeşit meydan okumayı özellikle kadınlar için öldüreceğinden endişeliyim.

Verdiğim izlenimin aksine hayatta çok fazla iyi alışkanlığı olan biri değilim ben. Bir kere istifçiyim, güzel kutulardaki nane şekerlerini bitirmeden bir köşede unuturum, yığılırlar, bitmedikleri için atamam da. Son sayfaları boş onlarca not defterim vardır, daha bitmedikleri için onları da atamam. Bitmeden yenisi alınmış kozmetik ürünlerin kötü karması altında ezilmekteyim ve artık iyi alışkanlıkların iyi karmasına ihtiyacım var. Bu yüzden de bu 21 gün ilkesine dört elle sarılmış bulunuyorum. Bahar geldiğinde Murakami gibi koşma aşamasına gelmeyi umuyorum. Hadi hayırlısı.

14 Kasım 2010 Pazar

BÜYÜK SORULAR


Cahit Külebi'nin "dolu kafam bir delinin cepleri gibi" dizesini çok severim. Benim zaman zaman girdiğim ruh haline cuk oturur. Birbirinden alakasız sayısız minicik düşünce ve sorun tıkış tıkış doluşur kafamın içine.

Bu bayram tatiline de müthiş bir kafa karışıklığı ile giriyorum. Dinlenmek, derlenip toplanmak için dört gözle bekliyordum halbuki. Kalan 8 günü verimli geçirmek istiyorum ama halletmem gereken işlerin neresinden başlayacağımı bilemiyorum. İnanır mısınız beni bekleyen işlerin neler olduğunun ayrımına bile varamıyorum şu an. Dedim ya kafamın içi "bir delinin cepleri gibi."

Bazen pek çok kişi için çok kolay olan şeyler benim için çok zor oluyor. Organize olamıyorsam işlevsel de olamıyorum ben. Organize olamamam için de her türlü neden mevcut sanki. Ofise gidecek kitap ve malzemeler, okul Haziran'da yeni kampüsüne taşınacağı için gidemiyor. Diğer eşyalarımı yakında taşınma ihtimalim olduğu için gruplayıp yeniden yerleştiremiyorum. Sıkıştım kaldım. Ama düzen, organize olmak, verimli olmak adına gözle görülür bir şey yapmalıyım; yoksa çıldıracağım.

Bu düşüncelerle stres topu olmuşken bazen annemle babamın her an herhangi bir şey üzerine olabilen teklifsiz, içten, ritmik sorularına yetişemeyebiliyorum doğal olarak. Bizi bekleyen insanlar var, gecikmişiz, akşam trafiğine kalmışız, tehlikeli bir sola dönüş yapacağız ve aynı zamanda sayısız soruya cevap vermem gerekiyor. Hepsi de çalışmadığım yerden; "Akça o adam niye sana ters ters baktı, onun yerine mi park etmiştin?" "Akça senin lisede Zeynep diye bir arkadaşın vardı ona ne oldu?" "Akça sen o makaleyi (hangi makaleyi?!?) neresi için yazıyordun unuttum"... "Bana bakın" dedim sonunda, "Bundan sonra bana küçük soru sormanızı yasaklıyorum. Küçük soru sormak yok. Büyük sorulara cevap vereceğim yalnızca ona göre" Bir sessizlik oldu, bir an ama sadece bir an müthiş bir huzur hisettim "Aferin kızım geri püskürttün galiba sonu gelmeyen soruları" dedim içimden... Ama dememle birlikte ikisi de anlaşmış gibi aynı anda başlamasınlar mı "Akça bu dünyadaki varlığımız gerçek mi yoksa başka bir alemdeki varlığımızın hologramı mı" "Akça evren küçülmeye başladıktan ne kadar sonra güneş sönecek sence"... Ve aynı tepkiyi vermenin neşesi ile bastılar kahkahayı.



Abim de aramıza katıldığında ben bu ailede kendimi zaman zaman Peanuts'daki Lucy gibi hissederim. Elimi yumruk yapar, bağırır çağırır korkuturum bunları geç kalmamaları, vaktinde hazırlanmaları, benim istediğim yere gidilmesi, benim programımın uygulanması için. Görünürde korkarlar benden de gerçekte kimse iplemez. Herkes başlı başına karakter, herkes abide-i hürriyet. Takılmadığımın en belirgin göstergesi de ağır bir şey taşınacaksa ve "biir ikiii üüüç" diye sayan bensem mesela kimse benim üçümü beklemez; ikide başlarlar yürümeye. Hem de meşru olmayan otoriteye başkaldırmanın mağrur duruşuyla. Anlatamıyorum ki benim otoritem onların iyiliği için.



Babama göre zamanında poposunu pudraladıkları birini şu anda aldıklarından daha fazla ciddiye almalarına imkan yok; o yüzden diğer alanlardaki otoritemi onların tutumuna bakarak sorgulamamalıyım. Kafamın içini de kağıdı kalemi elime alıp liste yaparak temizlemeliyim.

10 Kasım 2010 Çarşamba

1881-193∞




Hem okudum hem yazdım, sonunda bir seni bir Stoikler'i sevdim. Birey ortaya çıkmadan bütünün ortaya çıkmayacağını bir senden bir Stoikler'den dinlerim. Belki biraz Kant'tan biraz da John Stuart Mill'den... Mill'in bu ülkedeki anlatımını hep çok eksik ve yanlış buldum bu arada. Bireyin devlet tehditi altında ezildiğini anlatırken Mill'i sevenler sıra bireyi aynı derecede ezen din, töre, gelenek, çevre ve aile tehditi konusuna geldiğinde Mill'in ağzını kaparlar elleriyle. Ama sen merak etme, benim çok güzel bir kitap projem var Haziran'da yazmaya başlayacağım. Benimle konuşacak Mill!


Okudum, yazdım, düşündüm...Senin birey tanımının da mikrokosmos olduğunu gördüm. Gündüz Vassaf'ın bugün Radikal'de yazdığı gibi "genç kuşaklarla dünyaya, dünyalı olabilme yolunu" gösterebileceğini gördüm. Okudum, düşündüm, gördüm, öyle sevdim yani.

...

Birey olma mücadelemde seni özlemle anıyorum.

2 Kasım 2010 Salı

PETER PRENSİBİ, KILIÇDAROĞLU VE ÇUBUKÇU

If you don't know where you are going, you will probably end up somewhere else.

Bir daha şu konuda yazacağım diye not düşmeyeceğim. Başka konularda yazasım olduğu halde önceden belirttiğim konuda yazasım olmadığı için bir türlü yazamadım bloga; özür diliyorum. Yeni gelenler hoş geldi, yorum bırakanların eline sağlık.

Bilenler biliyor, fırsatım olduğunda babama gidip evi işgal eden kitaplarını tasfiye etmeye çalışıyorum. Bagaj bagaj kitap dağıttık üniversite kütüphanelerine; kaç sefer yaptım bilmiyorum.
Satılacaklar hala sandıkta biriktiriliyor. Bu kitap trafiği içinde bir de benim kütüphaneme transfer edilenler ve transfer edilmeyip atılıp/satılmadan önce okumam beklenenler var. Sözünü edeceğim kitap, kapaksız olduğu için geri dönüşüme gidecek ama gitmeden önce de benim tarafımdan okunması beklenen bir kitap: Peter Prensibi



İşletme okumadığım için Peter Prensibi'ni derste görmedim, haberim yoktu. Kitaba babamın hatırı için başladım sonra hayatın gizini bulmuş gibi oldum. Kitap 1969'da yazılmış ama benim elimdeki 1972 yılı 22. baskı. Kim bilir daha sonra daha ne kadar baskı yaptı. Peter Prensibi'ni anlatan slogan olmuş cümle şu: profesyonel hayattaki terfi mekanizması sonucu "her kişi kendi yetersizlik seviyesine ulaşır." İyi işler, henüz yetersizlik seviyesine ulaşmamış kişiler tarafından yapılır. Bu işleri henüz yetersizlik seviyelerine ulaşmadıkları için iyi yaparlar. İşlerini iyi yaptıkları için de terfi ederler. Ama terfi, kişi alt seviyedeki işi iyi yaptığı için gerçekleşir; üst seviyedeki işi iyi yapacağı bilindiği için değil. Üst seviyedeki işi iyi yapacağı, alt seviyedeki performansa bakılarak yapılan varsayımdır ancak. Kişi yetersizliğine ulaşıncaya kadar yükseltilir, böylece o kişinin iyi iş yapması imkansız kılınır. Bu prensip sadece işletmelerde değil, siyasi partilerde de geçerlidir.

Peter Prensibi, elindeki işi iyi yaptığı için bir üst seviyedeki işi iyi yapacağı varsayılan kişinin terfi ettirilmesine "patolojik terfi" der. Ben bunu okuduğumdan beri, Kemal Kılıçdaroğlu'nun CHP Genel Başkanlığı'na seçilmesinin nasıl patolojik bir terfi olduğunu düşünüp duruyorum. Parti içinde alt seviyede görevli iken iyi işler yapıyordu. Bu performansa bakılarak üst seviyede de iyi iş yapacağı varsayıldı. Ancak aslında kendi yetersizlik seviyesine yükseltildi; yeni pozisyonunda iyi iş yapmasına imkan kalmadı. Sonuç olarak iyi iş yapan bir politikacı kendi yetersizlik seviyesine ulaştığı için artık ortada "iyi iş" kalmadı.

Bu durumdan sadece CHP değil, CHP seçmeni ve Kılıçdaroğlu'nun kendisi de sorumlu. Çünkü ironik Peter Prensibi, kişinin kendini "negatif düşünce"nin sağlıklı gücüne teslim etmesini öğütler ve der ki; "kişi terfi ettirildiği görevde başarısız olması sonucunda doğacak olumsuz durumları değerlendirebilmeli ve bu değerlendirmeye göre yeni pozisyonu reddedebilmeli." Negatif düşüncenin gücü, "dünyanın sonunun gelmesini engelleyecektir." Kılıçdaroğlu meselesinde de keşke hepimiz negatif düşüncenin gücüne inanabilseydik. İyi bir politikacıdan olmuş olduk.

Peter Presnibi'nin geçerli olduğunu düşündüğüm diğer bir "patolojik terfi" de Nimet Çubukçu'nun Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı'ndan Milli Eğitim Bakanlığı'na atanmasıdır. Çubukçu'nun Kadın ve Aileden Sorumlu Bakan iken başarılı olduğu yegane konu, kimsesiz ve fakir çocukların kaldığı yurtların denetlenmesi olmuştu. Yurtlardaki çocukları adlarıyla öğrendi, karne notlarını takip etti. Kadın, aile ve çocuk sorunlarından oluşan engin ve dalgalı denizde bir damla su oldu. Onun dışında Türkiye'de kadının algılanması sorunsalı içinde esamesi okunmayacak bir karakterdir ne yazık ki. Şimdi, Peter Prensibi'ne göre, yetersizliğine zaten Kadın ve Aileden Sorumlu Bakan iken ulaşmıştı. Tekrar yeterli olabilmesi için daha da yükseltilmesi değil Çocuk Esirgeme Kurumu Müdürlüğü'ne indirilmesi gerekiyordu. Çocuk Esirgeme Kurumu Müdürü olarak harikalar yaratabilecekken şimdi Milli Eğitim Bakanı olarak sadece forma, kantin denetimi, kız okulu gibi şekilci değişiklikler yapabiliyor. Eğitim bu ülkede çöküyor; bir üniversite hocası olarak elime gelen iyi niyetli, zeki gençlerin bilgi ve algı seviyesine bakıp içim kan ağlıyor.

Peter Prensibi kitabının reklam sloganlarından bir tanesi "İşler Aksadığı Müddetçe Hakkında Konuşulacak Kitap." Çok doğru. Ben de işte tam da bu yüzden, kitabı 41 yıl sonra okuduğumda hayatın gizini bulmuş gibi oldum.

Peter, Laurence J. and Raymond Hull. THE PETER PRINCIPLE. Toronto, New York, London: Bantam Books, 1969 (1972, 22nd Printing)

p.7/ In a hierarchy every employee tends to rise to his level of incompetence...Work is accomplished by those employees who have not yet reached their level of incompetence.

p.57/ A political party now exists primarily as an apparatus for selecting candidates and getting them elected to office.

p.140/ Man must reach his level of life-incompetence. Two things could prevent this happening: that there should not be enough time available, or not enough ranks in the hierarchy.

p.149/ I stronly recommend the health-giving power of negative thinking.

p. 159/ In dealing with incompetence on the civic, national or world-wide scale, the power of negative thinking has great potential.

(Ve benim favorim, en ironik alıntı)

p. 156/ In the meantime, let us hope that a philanthropist somewhere will soon endow a chair of hierarchiology at a major university.