"Ben gitmeden son bir kez görüşelim. Kalk gel" dedi; gittim. Toplam 500 kilo ağırlığında 100 adet kutu var ortalıkta. Kargo çalışanları odadan odaya mekik dokuyor; bir de kıpır kıpır 15 aylık Devrim var ayak bileği seviyesinde. Elma şekeri... Ortada bulduğu çayların içine elini daldırıp, sonra da parmaklarından akan çay damlalarını ikram ediyor İtalyan-Türk misafirperverliğinin erken bir örneği olarak. İkramının bir tek annesi tarafından "ohh ohhh pek güzelmiş" diye kabul edilmesi ile de yetiniyor... Allah'tan...
Bu karmaşa içinde, ben daha anlamadan, elimden ağır kocaman çantam alınıyor, masaya buyur ediliyorum ve tepeleme "al dente" makarna ile karnım doyuruluyor. Aynı Kıbrıs'taki günler gibi... İkramda her şeyin en güzeli var, sohbetin en tatlısı. Bir söyleyip beş gülüyoruz... Sonra sonra... Dolaptan bir şişe şampanya çıkıyor. Beni kutlamak için, patlatıyorlar şampanyayı, şerefime kalkıyor kadehler... Bunca işlerinin arasında bu kız için şampanya patlatıyorlar ya... Giderken de mavi bir çöp torbası içinde kargo kutularına sığmayan ganimetlerim tutuşturuluyor elime: Galileo's Daughter, Wilbur Smith'in Monsoon'u, kocaman Webster Dictionary of Biographies, küçük ahşap bir sandık ve iki toprak sake bardağı...
Kıbrıs'ta da böyle ayrılmıştık...
Bir dahaki kavuşmaya kadar güle güle canım arkadaşım. Beni öğle vakti çakır keyif de yaptın ya... Aşk olsun! Bak yine öperim yanaklarından...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder