14 Eylül 2010 Salı

REFERANDUM SONRASI I- BİR 12 EYLÜL GÜZELLEMESİ

Popüler tarih yazımının, ünlü çağdaş filozof Jean Baudrillard’ın geliştirdiği ve medya incelemelerinde sıkça kullanılan Platonik terimi ödünç alacak olursak, simulacra (simülakrlar) yaratmada üstüne yoktur. Plato simulacra kavramını, gerçeğin müdahele edilerek değiştirilmiş biçimleri anlamında kullanırken Baudrillard, yapılan müdahelelerden sonra ortaya çıkan ve gerçeğe dönüşü engelleyen, gerçeği bulandıran ve ortadan kaldıran biçimler olarak kullanır. Hollywood tarih yazımı mesela gerçeğe dönüşü engelleyecek süreklilik arz eden biçimler yarattığı için Baudrillard’ın kullandığı şekliyle simulacra üretmektedir.

Baudrillard simulacra’yı Disneyland üzerinden tanımlarken, biz de rahatlıkla Disney tarihçiliği için kullanabiliriz. Tarihçiler örneğin, Pocahantas’ı seyretmiş olan her kişiyi tek tek uykusunda yakalayıp kulaklarına “Pocahantas, gerçekte John Smith’i ölümden kurtardığında henüz 10 yaşında, kafası traşlı, baldırı kaslı, güçlü ama minyon bir kız çocuğuydu” diye fısıldayıp duramayacağına göre, tarihçilerin söyleyeceği sözler bittiğinde, biri durduk yere “Pocahantas” dediğinde gözümüzde canlanacak olan görüntü yine de Disney’in ahu gözlü, lepiska saçlı dilberi olacaktır. Ayrıca John Smith anılarını üç farklı şekilde yazmış olmasına rağmen, ki sırf bu örnek bile tarihçiliğin sadece anılara yaslanamayacağını göstermelidir, hiç bir zaman çocuk yaştaki Pocahantas’la arasında romantik bir ilişkiden söz etmemektedir. Ama Disney ekibi, bu iki gerçek tarihi kişilik arasında gerçek olmayan öyle bir aşk kurgulamıştır ki artık 14 Şubat’larda maruz kaldığımız “tarihteki büyük aşklar” arasında John Smith ve Pocahantas, el ele göz göze poz vermiş durmaktadır... 10 yaşındaki kara kuru kız çocuğu gerçeğine dönüş popüler düzeyde mümkün değildir.

Bugün artık 12 Eylül darbesi de bir simulacrum'dur (simulacra'nın tekili) benim gözümde. Hollywood tarihçiliğini aratmayacak bir popüler tarih yazımı mahareti sonucu, bu sürecin tarafsız, soğukkanlı, kapsamlı ve gerçek bir algısı mevcut olmayacak bundan sonra. 12 Eylük 1980 tarihinde portakalda vitamin olan, kül yutmaz geçinip ama aslında kendi klişelerinde kendi yaratacılıklarına çelme takan veletler bugün anayasanın değişmesi ile bu büyük acının tek sorumlularından hesap sorulacağını sanıyor. Veya bebeklikten çıkışları bu döneme denk gelmiş, durumu hasarsız atlatmış ama yaratılan simulacrum'un etkisinde apolitik ve travmasız bir yeniyetmelik geçirmiş olmaktan utanması gerektiğine karar verenler 12 Eylül travması yaratıyor kendine. Spor yazarı Ali Ece'nin bir röportajına denk geldim geçenlerde; "Çocukken kekemeydim. İşkence ve şiddet ortamının yan etkisi tabii" gibi bir şey diyor. Üşenmedim baktım; 3 yaşındaymış darbe sırasında.

Bu sürecin nice sorumlusu var halbuki; özeleştiri yapıp, kendine inanıp peşinden koşan, ölen, öldüren, işkence gören çoluk çocuktan özür dileyecek çok kişi. Türkiye koşullarını iyi etüd edip, bu iklimin insanlarının cılk yaralarını iyileştirecek sosyal adalet politikaları üretmek ve uygulatmak yerine devrimcilik oynayan/oynatan yazar-çizer takımı mesela... Onlar da yargılansın. Hatırlıyorum; 1998 yılında Oya Baydar özeleştiri yapmaya kalkışmıştı da Hiçbiryer'e Dönüş romanıyla, eski yoldaşları afaroz ettiydi kadını. Sonra başka bir romanla "hatasını" telaffi etti de Taraf tayfasından olabilmeyi başardı. Çok büyük acılar yaşandı o günlerde; kolsuz, bacaksız, tırnaksız, dişsiz, gözsüz, nefessiz kaldı insanlar. Devletin ölümcül refleksi kadar bu refleksin hepimizin suratında böyle patlamasına neden olanlar da suçlu ama. Bu yüzden 12 Eylül darbecileri hakkında suç duyurusunda bulunmak, kimse kusura bakmasın, mastürbasyondan öte bir şey değil.

Gerçek neydi, ne niye oldu? Kimse bilmeyecek artık ama önemsiz. Neyse zaten ağır bir blog yazısı oldu. Bitirmeden bir de anı: Efeendiim, kuzenimin kocası 80 öncesi fırtınalar koparken ODTÜ'de doktora yapıyor Elektrik-Elektronik Bölümü'nde. Deneyi laboratuarda, deneyi tamamlayacak ki tezi bitecek, jüriye girecek. Ama okul üst sınıftaki "abiler"in işgali altında. Laboratuara girişi yasak, kapıdaki "abi" sokmuyor içeri. Dönüyor, dolaşıyor, bir daha deniyor, yok. E vazgeçecek de değil 4 yıllık emeği orada öyle onu bekliyor. Allahtan zemin katta laboratuar; çıkıyor bahçeye zorluyor camlardan birini. Her sabah erkenden, her akşam el ayak çekilince gire çıka pencereden deneyini tamamlıyor. Tez bitiyor, sıra geliyor jüriyi toplamaya. Jürinin okulda toplanması ne mümkün, eğitim adına her şey durmuş, durdurulmuş. Hoca cevval ama, yapacak jüriyi. Tez komitesindeki hocalara ayrı ayrı telefon ediyor, gün ve saat kararlaştırılıyor. Mekan bugünkü Rixos görgüsüzlüğünün yerindeki Büyük Ankara Oteli. Hoca, külüstür arabasıyla jüridekileri tek tek evlerinden toplayıp teker teker getiriyor otele. O zaman tabii o kadar kişiyi bir arabaya doldurup trafiğe çıkması mümkün değil, inzibata takılırlar. Neyse... Teker teker geldikleri Ankara Oteli'nin lobisinde ayrı ayrı oturup yapıyorlar jüriyi.

Kaos içinde küçük bir düzen hikayesidir bu benim yüreğime su serpen.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder