12 Eylül 2011 Pazartesi

İTALYA GÜNLÜĞÜ

İtalya'ya uçmak üzere havaalanına ayrı ayrı gelen en sevdiğim Akdeniz Çalışmaları akademikleri ayrı check-in noktalarından geçip pasaport kontrolünü ardlarında bırakıp sözleştikleri gibi, içerideki kitapçıda buluştukları Cumartesi günü, benim için bu senenin en unutulmaz haftası başlamış oldu.


Roma ve Vatikan'da gördüğüm her şey nefesimi kesti. Hiçbiri sıradan, hiçbiri turist klişesi değildi. Öyle olacağını düşündüm ama öyle çıkmadı. Via Sacra'da yürümek, Bernini'nin meleklerini görmek, Raffaello'nun School of Athens'ını seyredekalmak, hepsi beni allak bullak etti. İnsan sevmeyen ama insanoğlunu seven ben, bu üst düzey insan tezahürünün yarattığı emsalsiz eserler karşısında insan olmanın gururunu yaşadım. Gördüklerimi İtalyan olarak değil, insanlığın ortak mirası olarak bağrıma bastım. Ne var ki bizi Roma'dan Salerno'ya götüren 8 vagonu olması gerekirken 6 vagonu olan tren için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. O rezalet sanki tipik İtalyan'dı.

Güney'e indiğimizde ekonomik iklim değişti gerçekten; şehirler daha fakir, daha pis, insanlar daha sefil ama çok daha rahat ve sıcak oldu. Bir noktadan sonra kimse anlamadığı için İngilizce konuşmayı kestik, onlar İtalyanca biz Türkçe (benim ağzımdan milletin dalga geçmesine neden olacak şekilde arada Fransızca kaçtı) bayağı iyi anlaştık. En son böyle bir diyalog bizi, Napaoli'de sadece pizza değil kabakçiçeği kızartması da satan, salaş ama çok meşhur bir pizzacıya yönlendirebildi. Vardığımızda saat 18.30'du; 19.00'a kadar akşam servisinin başlamasını beklemek gerekecekti ki boynundaki kalın altın zincir gözümüzü alan bir garson, halimize acıyıp (Pompei'de yürüyerek geçirdiğimiz 3 saatin yüzümüzdeki yansımasına yoruyoruz bunu) bizi içeri buyur etti. Mesailerinin başlamasını beklerken sigara içen, paçaları dizlerine kadar kıvrılmış terlikli, atletli adamların arasında oturup nefis Napoliten pizza yedik.

Pompei muhteşemdi ama beni en çok Vezüv'ü görmek, Pompei'de durup Vezüv'e bakmak etkiledi. Eve de Birkenstocklar'ımı silmeden, üstündeki Pompei tozlarıyla döndüm; acaba silmeden kaldırsam da seneye baharda, yeniden giymeden önce bu 2000 yıllık toza bakıp bir kere daha mı hülyalansam? Amalfi'nin de kendisine o kadar değil ama ona lacivert Akdeniz'in üzerinden, sıçrayan beyaz köpüklerde ıslanarak gitmeye bayıldım. Keşke saçımı da yıkmayıp Amalfi tuzuyla da dönebilseydim.

Konferans güzel geçti; seneye Medworlds yine İstanbul'da, yükü Özlem'in omuzlarında galiba. Bu arada da bir tane yayın haberim geldi (ikinci hakemin raporunu tam 7 ay beklediğim), ona sevindim. Şimdi artık sakinleşip, yoga hocamızın dediği gibi "kabullenip" yeni akademik dönem hazırlıklarına başlamak gerekiyor.
...
Dönüşte uçakta yanımdaki Kıbrıslı arkadaşımız bademli kekinin yarısını bana verirken ben "Emin misin" diye sorduğumda bana "Denemem ya seni. Al işte" dedi. "Efendim?" deyince de açıkladı; "Seni denemek için "al" demiyorum. Gerçekten veriyorum" anlamında kullanmış. Çok hoşuma gitti; uyumak için gözlerimi kapattığımda sanki "Denemem ya seni. Gel işte" diyen bir ses bile duydum.

3 yorum:

  1. :) İtalya şimdilik bu kadar. Daha Bozcaada'yı yazıcam.

    YanıtlaSil
  2. biraz Stendhal sendromu olmuş anlaşılan. çok hoş. --kutlu

    YanıtlaSil