30 Aralık 2010 Perşembe

YENİ YIL HEDİYESİ

vi.sualize.us

Eylül 2007'den başlayan Haziran 2010'a kadar süren ve artık bir dönem değil de hayatımın kendisi sandığım, hiç bir dileğimin gerçekleşmediği, çok üzüldüğüm ama ıslak kirpiklerimin arasından aslında hiç de dilemediğim iyi şeylerin gerçekleştiğini gördüğüm bir karanlıktan çıktım da geldim karşınıza. Başlangıçta çok zordu, sonra insan karanlıkta el yordamıyla önünü görmeye başlıyor. Zihniyeti değişmeye başlıyor yavaş yavaş. Böyle günlerde okuduğum bir blog yazısı bana çok yardımcı oldu; ben de size onu buradan yeni yıl hediyesi olarak iletiyorum. Contemplative Scholar, maalesef artık yazmıyor, biraz dini yönü de olan, küçük bir liberal kolejde felsefe öğreten işi başından aşkın bir profesör. Ben zaten bu blogu hayatını organize etme, strese girmeden işlerini bitirme/düzene koyma sorgulamalarım sırasında buldum. Diyor ki;

But I also like to think my life as a work of art. There is an art to creating a good day. What does a good day look like to you? We are taught to think that good days just happen to us, occasionally, and for reasons beyond our control. But the truth is, our days are mostly shaped by our own actions. Yes, other things happen to us, but it is our own responses to the unpredictable events in our lives that really makes a difference. It is possible to deal with good fortune badly; but it is also possible to deal with tragedy well.

Much in our lives is beyond our control, but what is within our control matters enormously. No matter how much our lives feel driven by the unpredictables of life, or by our own demanding schedules, at every moment there is a "space of choices."

İyi yıllar, mutlu anlar...

2011'e DİLEKLER #2

Artık sakinleşip, tam yerimi bilip oturacakken içimi kıpır kıpr yapan hissin ne olduğunu anlamak, gereğini yapmak, yeni bir şeyler öğrenme vakti geldiyse onu öğrenebilmek...

For thirty-somethings from Murakami: "Still young enough, though no longer a young (wo)man...That age may be a kind of crossroads in life. That was the age when I began my life as a runner, and it was my belated, but real, starting point as a novelist."



28 Aralık 2010 Salı

OKUDUM: BALYOZ, BİR DARBE KURGUSUNUN BELGELERİ VE GERÇEKLER

Siz de okuyun. Çetin Doğan'ın kızı ve damadı, Pınar Doğan ve Dani Rodrik yazmış. Asker sevmiyorsanız da, darbe girişimleriden eminseniz de bu davada 196 kişi yargılanıyor; toplum vicdanı. Okuyun lütfen.


Benim burada bu kitapta bahsetme nedenim -verilen çelişkili delil örnekleri ibretlik ama onlar değil- bir paragrafa denk geldim. Uzun zamandır hissettiğim ama Orwell'in 1984'ünü okumamış olduğumdan adını koyamadığım bir Türkiye olgusunu açıkladı bana. Gerçekten de durum budur:

George Orwell'in "1984" romanında devlet, kendi realitesini halka empoze etmek için yeni bir lisan icat eder. Lisanın amacı insanların düşüncelerini kısıtlamak ve yönlendirmektir. Zaman ve benzer yayın organları Türkiye'yi de neredeyse böyle bir konuma getirdiler. Bu yayın organlarının Türkçe'sinde terimler anlam karşılıklarıyla tam zıt şekilde kullanılıyor. "Güzel" aslında çirkin, "doğru" aslında yalan oluyor.

Dezenformasyondan şikayet ettikleri an kendilerinin dezenformasyon yaptıklarından emin olabiliyoruz. Hukuk dediklerinde hukuksuzluğu savunuyorlar. Demokrasiden bahsettikleri zaman anti-demokratik yöntemler dahil olmak üzere her şekilde kendi iradelerini kabul ettirmeyi amaçlıyorlar. (syf. 123)

Evet. Bu ülkede hukuk, özgürlük, hak, eşitlik, demokrasi gibi kelimeler zıt anlamlarıyla kullanılmaya başlandı. Dikkat.

25 Aralık 2010 Cumartesi

ANKARA'DA CERMODERN

Ankara'dan benim gibi vazgeçmiş ama İstanbul'da yaşayamayacakları için yine de O'na sığınmış olanlar!

Ankara'nın bilinçli bir şekilde "bozkırdaki kasaba" günlerine geri döndürüldüğüne inananlar!

Kavaklıdere'deki üzüm bağlarını, ayakkabıları boyayan kızıl toprağını hatırlayanlar!

Sokağa çıktığında "Ben sana öyle mi dedim, şerefsiz" "Eşek gibi yapacaksın dediğimi amk" benzeri sözler duymadan adım atamayanlar!

CerModern'e gidin...



İçeri adımını attığı andan itibaren hangi Ankara'da yaşadığını unutuyor insan. Eski cer atölyelerinin restore edilmesi sonucu ortaya çıkan CerModern, devasa borular, taş sütunlar ve pencerelerinden görünen Cumhuriyet binaları manzarası ile sizi İ.Melih'siz bir Ankara'da yaşadığınıza inandırıyor.



CerModern'de Nisan'a kadar Ziraat Bankası'nın resim sergisi var. Eşref Üren, Hikmet Onat, İbrahim Çallı, İbrahim Safi, Fikret Mualla, Abidin Dino, Adnan Turani, Nuri İyem (meraklısına Bedri Baykam) birarada! Üç tane de Melling gravürü var.



Kafesini Divan işletiyor. Çengelhan'daki gibi değil, fiyatlar daha uygun. Espresso (5TL) nefis, pizza ince hamurlu (13TL), brownie hafif (6TL). Öğrenciler kafeyi es geçse de müzeyi geçmesin; giriş parasız!


Bir de benim gibi geridönüşümlü ürün kullanan minimalist Muji'yi sevenler! CerModern'in hediye dükkanı Ankara'da Muji satan tek yer. Kırtasiye ve aksesuarlar biz oradayken paketlerinden yeni çıkıyordu. Ben kendime bir tane Rescued Kimono Purse aldım; cüzdanın eskimiş bir kimonodan dönüştürülmüş olmasını çok sevdim.



Not: Yalnız tabii müzeyi birlikte gezdiğim şu iki koca kazığın (biri mimar, diğeri mimar/sanat tarihçisi) gördükleri her natürmort'a natürzort diyip yerlere yattığını da belirtmek isterim.


21 Aralık 2010 Salı

EĞİTİM, İSTİHDAM, SEN, BEN...


Geçen hafta, ecnebi basında yüksek eğitimin ve üniversite mezunlarının geleceğinin tehlikede olduğuna dair yazılar okudum arka arkaya. Avrupa'da böyle, Amerika'da böyle, bizde belki ezelden beri böyle. Ama 2008 krizinden sonra her şey daha bir endişe verici hal aldı. Hem yüksek öğrenim hem istihdam piyasası çok bilinçli tercihleri, doğru hesaplanmış alternatif (fırsat/vazgeçme) maliyetleri, yerinde kararları talep ediyor. Bu konunun uzmanı değilim ama düşündüklerim, hem de uzun uzun düşündüklerim var. Daha önce bir yazı yazmıştım, şimdi bir tane daha yazıyorum.

UNESCO'ya göre önümüzdeki 30 yıl içerisinde tarih boyunca mezun olmuş olanların toplamından daha fazla sayıda insan üniversitelerden mezun olacak. Bu durumda lisans diplomalarının bir anlamı kalmamış olacak ki zaten günümüzde çoğu çok anlamlı kağıt parçaları sayılmıyor. Türkiye'de 150'yi aşkın üniversitenin dörtte üçü mezuniyet sonrası istihdam piyasasında kabul görecek belge dağıtmıyor aslında. İyi üniversiteler de her yıl o kadar çok mezun veriyor ki hepsinin mezun olduğu yıl iş bulması mümkün değil. Sonuçta üniversite mezunu öğrenciler, işe alınabilirliklerini arttırmak için yüksek lisans ve doktora yapmaya yöneliyor.

1998-2006 yılları arasında OECD ülkelerinde doktora yapanların sayısı %40 artmış. Japonya'da bu rakam, genç nüfusun hızla azalmasına rağmen %46. Ancak doktora programları ayrı bir tuzak. Özel sektörün istediği uzmanlığı hiç bir şekide kazandırmıyor. Akademik olma hayalleri kuranların önünde kadro, fon, kalite ve ayrımcılık engelleri duvar. Amerika'da örneğin akademik kadrolar her yıl %5 artsa -ki artmıyor, doktora derecesi alanların sadece %20'si istihdam edilebiliyor. Belçika'da doktora derecesi alanların %45'i mezun olduktan beş yıl sonra hala yarı zamanlı, geçici üniversite işlerinde çalışıyor. Bizde rakamlar mevcut olmadığı için durumun ciddiyetini henüz ölçemiyor, sadece hissediyoruz. Geçen aylarda Türkiye İstatistik Kurumu, yüksek lisans ve doktora yapanlar arasında yanıtlamamanın 3000 lira ceza ile sonuçlanabileceği bir anket yaptı. Sonucu merakla bekliyorum.

Bir blog yazısı bundan uzun olmaz deyip şimdilik lafın ortasında bırakıyorum. Bu konuya yeni istihdam stratejileri ve doktora yapma nedenleri/yapmama gereği ile geri döneceğim.

12 Aralık 2010 Pazar

2011'e DİLEKLER #1


Zamanı planlamayı, daha az tüketmeyi, hayatı basitleştirmeyi, eşya ve işleri biriktirmemeyi öğrenmek

4 Aralık 2010 Cumartesi

NTV TARİH, DİPLOMASİ VE WIKILEAKS

Diplomasi yazım bu ayki NTV Tarih'te yayımlandı ve WikiLeaks gündemine düştü. Yazı aslında geçen bahardaki monşer tartışmaları için yazılmıştı ama başka gündem konularından kendine yer bulamamıştı. Demek ki yazıların da insanlar gibi bir kaderi ve herşeyin ama herşeyin bir zamanı var.


Diplomasi tarihi dersi verdiğim ve diplomasinin hangi aşamalardan geçerek bugüne geldiğini az çok bildiğim için ben sızan belgelerin içeriğine hiç şaşırmadım. Devletlerarası ilişkilerden söz ediyor olsak da elimizdeki malzeme insan; günahıyla sevabıyla, iradesiyle zaafıyla. Bu diplomasiyi bugün yıksanız, yarın sıfırdan yeni diplomasi yapsanız varacağınız nokta yine budur. Diplomasinin tamamı dedikodu değil elbet ama muhatabınızın iyi şaraba düşkünlüğü, serveti, cinsel tercihi, düşkün olduğu dolmakalem markası altın kıymetinde bilgidir.

Beni asıl dehşete düşüren, bu boyutta gizli bilginin sızdırılabildiği ve bu kadar çok sayıda alakasız insanın erişimine sunulabildiği çılgın bir teknoloji çağında yaşadığımıza bir kere daha aymış olmak. Şeffaflıktan yana biri olarak, üstelik çok ama çok az doğru bilginin dolaşımda olduğu sır dolu bir ülkenin güven(ce)siz vatandaşı olarak kendimin de WikiLeaks'i "yaşasın halkın bilgilendirilme hakkı" diye alkışlamamı beklerdim. Ama alkışlayamadım; şeffaf adaletleri kendinden menkul birilerinin ellerine böylesi kontrolsüz bir güç geçirmiş olmalarından hoşlanmadım.

21 Kasım 2010 Pazar

PAZAR YAZISI YAHUT 22. GÜNÜN SABAHINDA

Hayatımda ilk defa "21 gün" ilkesini uyguladım. Tam 21 gündür 5.30'da (tatil sabahları 6.30) kalkıp 45 dakika (hafta sonu 1 saat) sabah yürüyüşü yapıyorum. Daha önce de pek çok sefer denemiş olmama rağmen ancak 2 gün üst üste becerebildim. Duymuşsunuzdur; bir eylemin alışkanlık olabilmesi için 21 gün aralıksız tekrar edilmesi gerekiyormuş. Buna göre ben artık bir sabah yürüyüşçüsüyüm.

İlk hafta çok zor geçti, öğleden sonraları saat 2 gibi bir köşeye kıvrılıp uyumak istiyordum. 5.30'da kalkmak zorundaydım, daha geçe kalırsam siteye 6.45'ten sonra girip çıkmaya başlayan okul servislerinin egzosuna maruz kalıyordum çünkü. Bu sefer dayandım. Hayatımın ikinci yarısında artık herhangi bir insan olmayı hayal edemeyeceğime, hayal ettiğim insan gibi davranmak zorunda olduğuma karar verdim. Hayalimdeki insan Nobel falan kazanmıyor, sabahları 5.30'da kalkıp sabah yürüyüşü yapıyordu.



Haruki Murakami'nin What I Talk About When I Talk About Running (Koşmaktan Bahsettiğim Zaman Neden Bahsediyorum) kitabı benim için dönüm noktası oldu. Hayatının belli bir noktasında fiziksel bir iyi alışkanlık kazanmanın, insanın zamanı geldiğinde fiziksel sınırlarını zorlamasının nasıl bütünleyici bir duygu olduğunu ve insanın bu duyguya nasıl ihtiyaç duyduğunu anlatıyor. Bence bu kitabı İstanbul'daki Dünya Basketbol Şampiyonası sırasında FIBA'nın ponpon kızlarının Başbakan tarafından kısıtlanmasına "kadın vücudunun meta olarak kullanılmasına ben de karşıyım" diyerek destek veren Alev Alatlı da okumalı. Başarı, meydan okuma, engel aşma zihinsel olduğu kadar fiziksel eylemler sonucunda da ortaya çıkar ve insan olma sürecinin bireysel deneyimlerinden biridir. Yükselen muhafazakarlığın bu çeşit meydan okumayı özellikle kadınlar için öldüreceğinden endişeliyim.

Verdiğim izlenimin aksine hayatta çok fazla iyi alışkanlığı olan biri değilim ben. Bir kere istifçiyim, güzel kutulardaki nane şekerlerini bitirmeden bir köşede unuturum, yığılırlar, bitmedikleri için atamam da. Son sayfaları boş onlarca not defterim vardır, daha bitmedikleri için onları da atamam. Bitmeden yenisi alınmış kozmetik ürünlerin kötü karması altında ezilmekteyim ve artık iyi alışkanlıkların iyi karmasına ihtiyacım var. Bu yüzden de bu 21 gün ilkesine dört elle sarılmış bulunuyorum. Bahar geldiğinde Murakami gibi koşma aşamasına gelmeyi umuyorum. Hadi hayırlısı.

14 Kasım 2010 Pazar

BÜYÜK SORULAR


Cahit Külebi'nin "dolu kafam bir delinin cepleri gibi" dizesini çok severim. Benim zaman zaman girdiğim ruh haline cuk oturur. Birbirinden alakasız sayısız minicik düşünce ve sorun tıkış tıkış doluşur kafamın içine.

Bu bayram tatiline de müthiş bir kafa karışıklığı ile giriyorum. Dinlenmek, derlenip toplanmak için dört gözle bekliyordum halbuki. Kalan 8 günü verimli geçirmek istiyorum ama halletmem gereken işlerin neresinden başlayacağımı bilemiyorum. İnanır mısınız beni bekleyen işlerin neler olduğunun ayrımına bile varamıyorum şu an. Dedim ya kafamın içi "bir delinin cepleri gibi."

Bazen pek çok kişi için çok kolay olan şeyler benim için çok zor oluyor. Organize olamıyorsam işlevsel de olamıyorum ben. Organize olamamam için de her türlü neden mevcut sanki. Ofise gidecek kitap ve malzemeler, okul Haziran'da yeni kampüsüne taşınacağı için gidemiyor. Diğer eşyalarımı yakında taşınma ihtimalim olduğu için gruplayıp yeniden yerleştiremiyorum. Sıkıştım kaldım. Ama düzen, organize olmak, verimli olmak adına gözle görülür bir şey yapmalıyım; yoksa çıldıracağım.

Bu düşüncelerle stres topu olmuşken bazen annemle babamın her an herhangi bir şey üzerine olabilen teklifsiz, içten, ritmik sorularına yetişemeyebiliyorum doğal olarak. Bizi bekleyen insanlar var, gecikmişiz, akşam trafiğine kalmışız, tehlikeli bir sola dönüş yapacağız ve aynı zamanda sayısız soruya cevap vermem gerekiyor. Hepsi de çalışmadığım yerden; "Akça o adam niye sana ters ters baktı, onun yerine mi park etmiştin?" "Akça senin lisede Zeynep diye bir arkadaşın vardı ona ne oldu?" "Akça sen o makaleyi (hangi makaleyi?!?) neresi için yazıyordun unuttum"... "Bana bakın" dedim sonunda, "Bundan sonra bana küçük soru sormanızı yasaklıyorum. Küçük soru sormak yok. Büyük sorulara cevap vereceğim yalnızca ona göre" Bir sessizlik oldu, bir an ama sadece bir an müthiş bir huzur hisettim "Aferin kızım geri püskürttün galiba sonu gelmeyen soruları" dedim içimden... Ama dememle birlikte ikisi de anlaşmış gibi aynı anda başlamasınlar mı "Akça bu dünyadaki varlığımız gerçek mi yoksa başka bir alemdeki varlığımızın hologramı mı" "Akça evren küçülmeye başladıktan ne kadar sonra güneş sönecek sence"... Ve aynı tepkiyi vermenin neşesi ile bastılar kahkahayı.



Abim de aramıza katıldığında ben bu ailede kendimi zaman zaman Peanuts'daki Lucy gibi hissederim. Elimi yumruk yapar, bağırır çağırır korkuturum bunları geç kalmamaları, vaktinde hazırlanmaları, benim istediğim yere gidilmesi, benim programımın uygulanması için. Görünürde korkarlar benden de gerçekte kimse iplemez. Herkes başlı başına karakter, herkes abide-i hürriyet. Takılmadığımın en belirgin göstergesi de ağır bir şey taşınacaksa ve "biir ikiii üüüç" diye sayan bensem mesela kimse benim üçümü beklemez; ikide başlarlar yürümeye. Hem de meşru olmayan otoriteye başkaldırmanın mağrur duruşuyla. Anlatamıyorum ki benim otoritem onların iyiliği için.



Babama göre zamanında poposunu pudraladıkları birini şu anda aldıklarından daha fazla ciddiye almalarına imkan yok; o yüzden diğer alanlardaki otoritemi onların tutumuna bakarak sorgulamamalıyım. Kafamın içini de kağıdı kalemi elime alıp liste yaparak temizlemeliyim.

10 Kasım 2010 Çarşamba

1881-193∞




Hem okudum hem yazdım, sonunda bir seni bir Stoikler'i sevdim. Birey ortaya çıkmadan bütünün ortaya çıkmayacağını bir senden bir Stoikler'den dinlerim. Belki biraz Kant'tan biraz da John Stuart Mill'den... Mill'in bu ülkedeki anlatımını hep çok eksik ve yanlış buldum bu arada. Bireyin devlet tehditi altında ezildiğini anlatırken Mill'i sevenler sıra bireyi aynı derecede ezen din, töre, gelenek, çevre ve aile tehditi konusuna geldiğinde Mill'in ağzını kaparlar elleriyle. Ama sen merak etme, benim çok güzel bir kitap projem var Haziran'da yazmaya başlayacağım. Benimle konuşacak Mill!


Okudum, yazdım, düşündüm...Senin birey tanımının da mikrokosmos olduğunu gördüm. Gündüz Vassaf'ın bugün Radikal'de yazdığı gibi "genç kuşaklarla dünyaya, dünyalı olabilme yolunu" gösterebileceğini gördüm. Okudum, düşündüm, gördüm, öyle sevdim yani.

...

Birey olma mücadelemde seni özlemle anıyorum.

2 Kasım 2010 Salı

PETER PRENSİBİ, KILIÇDAROĞLU VE ÇUBUKÇU

If you don't know where you are going, you will probably end up somewhere else.

Bir daha şu konuda yazacağım diye not düşmeyeceğim. Başka konularda yazasım olduğu halde önceden belirttiğim konuda yazasım olmadığı için bir türlü yazamadım bloga; özür diliyorum. Yeni gelenler hoş geldi, yorum bırakanların eline sağlık.

Bilenler biliyor, fırsatım olduğunda babama gidip evi işgal eden kitaplarını tasfiye etmeye çalışıyorum. Bagaj bagaj kitap dağıttık üniversite kütüphanelerine; kaç sefer yaptım bilmiyorum.
Satılacaklar hala sandıkta biriktiriliyor. Bu kitap trafiği içinde bir de benim kütüphaneme transfer edilenler ve transfer edilmeyip atılıp/satılmadan önce okumam beklenenler var. Sözünü edeceğim kitap, kapaksız olduğu için geri dönüşüme gidecek ama gitmeden önce de benim tarafımdan okunması beklenen bir kitap: Peter Prensibi



İşletme okumadığım için Peter Prensibi'ni derste görmedim, haberim yoktu. Kitaba babamın hatırı için başladım sonra hayatın gizini bulmuş gibi oldum. Kitap 1969'da yazılmış ama benim elimdeki 1972 yılı 22. baskı. Kim bilir daha sonra daha ne kadar baskı yaptı. Peter Prensibi'ni anlatan slogan olmuş cümle şu: profesyonel hayattaki terfi mekanizması sonucu "her kişi kendi yetersizlik seviyesine ulaşır." İyi işler, henüz yetersizlik seviyesine ulaşmamış kişiler tarafından yapılır. Bu işleri henüz yetersizlik seviyelerine ulaşmadıkları için iyi yaparlar. İşlerini iyi yaptıkları için de terfi ederler. Ama terfi, kişi alt seviyedeki işi iyi yaptığı için gerçekleşir; üst seviyedeki işi iyi yapacağı bilindiği için değil. Üst seviyedeki işi iyi yapacağı, alt seviyedeki performansa bakılarak yapılan varsayımdır ancak. Kişi yetersizliğine ulaşıncaya kadar yükseltilir, böylece o kişinin iyi iş yapması imkansız kılınır. Bu prensip sadece işletmelerde değil, siyasi partilerde de geçerlidir.

Peter Prensibi, elindeki işi iyi yaptığı için bir üst seviyedeki işi iyi yapacağı varsayılan kişinin terfi ettirilmesine "patolojik terfi" der. Ben bunu okuduğumdan beri, Kemal Kılıçdaroğlu'nun CHP Genel Başkanlığı'na seçilmesinin nasıl patolojik bir terfi olduğunu düşünüp duruyorum. Parti içinde alt seviyede görevli iken iyi işler yapıyordu. Bu performansa bakılarak üst seviyede de iyi iş yapacağı varsayıldı. Ancak aslında kendi yetersizlik seviyesine yükseltildi; yeni pozisyonunda iyi iş yapmasına imkan kalmadı. Sonuç olarak iyi iş yapan bir politikacı kendi yetersizlik seviyesine ulaştığı için artık ortada "iyi iş" kalmadı.

Bu durumdan sadece CHP değil, CHP seçmeni ve Kılıçdaroğlu'nun kendisi de sorumlu. Çünkü ironik Peter Prensibi, kişinin kendini "negatif düşünce"nin sağlıklı gücüne teslim etmesini öğütler ve der ki; "kişi terfi ettirildiği görevde başarısız olması sonucunda doğacak olumsuz durumları değerlendirebilmeli ve bu değerlendirmeye göre yeni pozisyonu reddedebilmeli." Negatif düşüncenin gücü, "dünyanın sonunun gelmesini engelleyecektir." Kılıçdaroğlu meselesinde de keşke hepimiz negatif düşüncenin gücüne inanabilseydik. İyi bir politikacıdan olmuş olduk.

Peter Presnibi'nin geçerli olduğunu düşündüğüm diğer bir "patolojik terfi" de Nimet Çubukçu'nun Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı'ndan Milli Eğitim Bakanlığı'na atanmasıdır. Çubukçu'nun Kadın ve Aileden Sorumlu Bakan iken başarılı olduğu yegane konu, kimsesiz ve fakir çocukların kaldığı yurtların denetlenmesi olmuştu. Yurtlardaki çocukları adlarıyla öğrendi, karne notlarını takip etti. Kadın, aile ve çocuk sorunlarından oluşan engin ve dalgalı denizde bir damla su oldu. Onun dışında Türkiye'de kadının algılanması sorunsalı içinde esamesi okunmayacak bir karakterdir ne yazık ki. Şimdi, Peter Prensibi'ne göre, yetersizliğine zaten Kadın ve Aileden Sorumlu Bakan iken ulaşmıştı. Tekrar yeterli olabilmesi için daha da yükseltilmesi değil Çocuk Esirgeme Kurumu Müdürlüğü'ne indirilmesi gerekiyordu. Çocuk Esirgeme Kurumu Müdürü olarak harikalar yaratabilecekken şimdi Milli Eğitim Bakanı olarak sadece forma, kantin denetimi, kız okulu gibi şekilci değişiklikler yapabiliyor. Eğitim bu ülkede çöküyor; bir üniversite hocası olarak elime gelen iyi niyetli, zeki gençlerin bilgi ve algı seviyesine bakıp içim kan ağlıyor.

Peter Prensibi kitabının reklam sloganlarından bir tanesi "İşler Aksadığı Müddetçe Hakkında Konuşulacak Kitap." Çok doğru. Ben de işte tam da bu yüzden, kitabı 41 yıl sonra okuduğumda hayatın gizini bulmuş gibi oldum.

Peter, Laurence J. and Raymond Hull. THE PETER PRINCIPLE. Toronto, New York, London: Bantam Books, 1969 (1972, 22nd Printing)

p.7/ In a hierarchy every employee tends to rise to his level of incompetence...Work is accomplished by those employees who have not yet reached their level of incompetence.

p.57/ A political party now exists primarily as an apparatus for selecting candidates and getting them elected to office.

p.140/ Man must reach his level of life-incompetence. Two things could prevent this happening: that there should not be enough time available, or not enough ranks in the hierarchy.

p.149/ I stronly recommend the health-giving power of negative thinking.

p. 159/ In dealing with incompetence on the civic, national or world-wide scale, the power of negative thinking has great potential.

(Ve benim favorim, en ironik alıntı)

p. 156/ In the meantime, let us hope that a philanthropist somewhere will soon endow a chair of hierarchiology at a major university.

10 Ekim 2010 Pazar

PAZAR DERGİSİ

Part-time tuzağına düştüğüm yıllarda tüketim alışkanlıklarım değişti. Çok uygun fiyatlı bir ürüne denk gelmezsem sezon alışverişi yapamıyorum artık, indirimi bekliyorum. Sezon fiyatları kötü niyetli geliyor. Sadece inidirime kalmayacağını tahmin ettiğim ürünleri, çevrelerinde birkaç gün birkaç tur attıktan sonra alabiliyorum. Akıllı alışveriş yapmaya çalışıyorum ama bazen ucuzculuğa kaçıp, kalitesiz mal alıyorum. O zaman çok kızıyorum kendime.

Bu yaz memun kaldığım için düz, baskısız t-shirt ve bluzlarımı Kipa'dan aldım mesela. Ama bunun bir tüketim alışkanlığı olduğunu fark etmem annemin Kanada'dan gelen kuzenime "Akça da Kipa'dan giyiniyor" demesi ile oldu. "Aaa daha neler üstüme iyilik sağlık" dememe rağmen, bir doğruluk payı sezdim, mahçup oldum.

Bu demek değil ki tabii modayı takip etmiyor, sezonun fetiş objelerine gönlümü kaptırmıyorum. Havuç pantalon alacağım bu sezon, kalitelisinden hem de söz. Ayrıca bu kaşmir parmaksız, uzun eldivenlerin de nicedir peşindeydim. Aldım vallahi, hem de bence fahiş para ödedim. Becerikli olanlar için çok basit yapmak...



Üstelik bir de yıllardır hayallerimi süsleyen pembe quartz küpeleri buldum ve çok makul bir fiyata aldım. Daha büyükleri ve 350 liraya olanları bu ay InStyle'da var. Bu ayın başında aldığım halı babetleri de InStyle "trençkotla giyin" diye reklam etmiş. Memnun oldum, Vogue ile değil ama InStyle ile anlaşıyoruz.

Bu aralar yalnız Susan Miler'ın bütün Başak burçlarını uyardığı mal kaybı ve kötü alışveriş dönemine girdim. Part-time döneminin alışkanlığı, ihtiyaçlarımı tamamladıktan sonra onları kaybetmek istemiyorum, kaybedince çok bozuluyorum. Kulağımdaki ikinci, üçüncü deliklerim için ideal altın kahverengi taşlı küpelerimi attım önce çöpe, sonra 1 saat önce kılıfını kaybettiğim şemsiye elimde bozuldu. Geçen gün de Trendyol kendime ısmarladığım kocaman siyah çanta yerine, güdük yeşil süet bir çanta yollamış. Acayip bozuldum ve o zaman fark ettim internet alışverişi başa bela, iadeyi kargo aracılığıya yapacaksın vs. Allahtan annemin boyuna uygundu çanta, sevdi, ona verdim... Şimdi Susan Miller'ı dinleyip Aralık'a kadar bir ara verdim alışverişe. Ucuzculuk da yok. Yalnız bedava Garnier rimelimi biten Estée Lauder rimelimin fırçası ile kullanmaya başladığımı da belirtmeden geçemeyeceğim.




Bu arada pembeyi bu sezonun moda rengi sananlara küçük bir uyarı. Bu ay biliyorsunuz ki meme kanseri ile mücadele ayı ve pembe bu kampanyanın resmi rengi. O yüzden bu ay vitrinde pembe var bol miktarda, Hollywood yıldızları da pembe giyiyor. Pembe sevenler, bu ay iyisiniz de sonrası için, en azından ben garanti veremiyorum. Şaka bir yana meme kanseri ile mücadele ile ilgili ciddi bir söz söylemem gerekirse ben de şunu söylemek istiyorum: Artık deodorant kullanmayın lütfen. Ben kullanmıyorum. "Belli oluyor" gibi olası uygunsuz(!) espirileri duymamazlığa gelerek bu konuda ısrarcı olmak istiyorum. Ben geçen seneden beri deodorant yerine tuz bloğu kullanıyorum. Bildiğiniz tuz... Yani eskilerin "tuzlayalım da kokmasın" anlayışına geri döndüm. Çok geç olmadan siz de dönün lütfen. Duş sonrası kullanarak veya tuz bloğunu hafifçe ıslatarak gün boyu ferahlık elde edebiliyorsunuz. Bir blok tuz, sizi yıllarca idare edebiliyor.



Sizler için hazırladığım pazar dergisinin en son sayfasını da magazin niyetine birkaç haftadır Dailymotion'a girip girip kaçamak seyrettiğim dandik bir dizi sahnesi ile doldurmak istedim. Bu sahnedeki herkesin bakışlarını, tepkilerini çok beğeniyorum, as my guilty pleasure, aklıma geldikçe de dönüp bir seyrediyorum.

Veee Beklenen Şarkı sunar:



Gündeminizi hafifletmek adına bu pazar bakın sizin için dergi hazırladım. Umarım keyifli bulmuşsunuzdur, çünkü vakit bulduğum ilk fırsatta karşınıza ağır bir Kemal Kılıçdaroğlu yazısı ile döneceğim.

İyi pazarlar....

2 Ekim 2010 Cumartesi

KARAR ZAMANI

Bence bu kararı artık kimse daha fazla erteleyemez. Dünyada bırakacağımız iz konusunda karar vermemiz gerekiyor. Bahsettiğim iz gurur duyacağımız bir iz değil, ömr-ü hayatımızda doğada geri dönüşümü olmayan kaç ürün satın aldık, kullandık ve hiç yok olmayacak şekilde ardımızda bırakacağız... Modelini değiştirdiğimiz her bir cep telefonu, LCD televizyon, diz üstü/masa üstü bilgisayar, bizim dünyada bırakacağımız iz olacak.




Dünyadaki izinle gurur duyuyor musun?

IPhone 4 herkesin iştahını kabartırken ben de bunları düşünüyorum işte. Herkes ne kadar hazır bir üst modele geçmeye, ona sahip oluncaya kadar içler nasıl da kıpır kıpır... Geride bıraktığım 20li yaşların bana öğrettiklerinden biri de ahlakçı olmamak, kendi ahlak değerlerimle kimsenin ahlakını yargılamamak. Bu beni çok rahatlattı, çok özgürleştirdi. Şimdi de çevreci ahlakıyla kimsenin tüketici ahlakını yargılamak gibi bir niyetim yok. Ancak tüketimin bir bilinç meselesi olduğunu düşünüyorum. Ben bu "dünyada iz bırakmak" anlayışını doğuştan getirmedim; aileden bir yatkınlık vardı ama asıl okuyarak öğrendim. Belki bir kaç kişi daha kendini bu konuya yakın hisseder diye yazıyorum. Eğer insan yaptığı seçimlerse belki bir kaç kişi daha yeşili seçmeyi seçebilir.

Kendi mütevazi varlığımın bile tüketim alışkanlıklarım doğrultusunda bu gezegende silinmeyecek izler bıraktığı gerçeğine aydığımdan beri panikteyim. Artık karar vermem gerekiyor. Benzin tüketimi, Starbucks'ta kullandığım peçete ve kağıt bardak sayısı, cep telefonu ve laptop değiştirme zamanı...Karar vermemiz gerekiyor: Hem 3G kullanıp, 4G'yi dört gözle bekleyip hem de baz istasyonu sayısından şikayet edemezsiniz. Hem elektriği adeta içen en büyük boy LCD televizyon kullanıp hem de Yağmur Ormanları belgeselleri seyredip dünyanın kıt kaynaklarına ağlyamazsınız. Diğer taraftansa eski model teknolojik ürünler kullanarak cool da olmazsınız. Seçim yapmak zorundasınız. (Benim tuzum kuru; teknoloji kullanımım hiç bir zaman cool olmadı.)



Eğer teknoloji yeşillenecekse bunu benim gibi teknolojik fetişe tapmayan biri yapmayacak tabii ki. Teknolojik gelişmenin erdemine inanan, gelişmelerle hayatını, işini, iletişimini kolaylaştıran, şirketlerden sürekli daha iyisini daha hızlısını talep eden grup, aynı zamanda daha yeşilini de isteyecek. Türkiye'nin teknoloji gurusuna formspring'de sormuştum "kullandığınız aletlerin geri dönüşümü olmaması sizi rahatsız etmiyor mu" diye de "Afrika'nın elektronik çöplük olmasına üzülüyorum ama bu benim değil teknoloji şirketlerinin sorumluluğu" demişti cevap olarak. Orası öyle ama sizin meslek grubunuzun da yeşili talep etmesi gerekiyor.


BM rakamlarına göre her yıl 20 ila 50 milyon ton e-atık açığa çıkıyor. Yeşil tercihlerin artık içimizde büyüttüğümüz bir his olmaktan çıkması ve somut adımlar olması gerekiyor. Geçenlerde uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımla aynı uçakla konferansa gittik. Uçak çıkışı pasaport kontrolu için bekliyoruz, cep telefonunu açmak için çıkardı. Baktım elindeki Samsung'un yeşil telefonu Blue Earth Dream. Dedim ya artık seçim yapma zamanı. Bazıları seçimlerini yapmış bile. Utanmasam sarılıp boynuna vallahi öpecektim onu orada.

Justify Full

25 Eylül 2010 Cumartesi

BEKAR VE ÇOCUKSUZ


Çocuklarla iletişimi sıfır olan bir insanım. Çocukların gördüğü şiddete çok çok ağlarım da bir çocuğun yanağından makas almışlığım yoktur. Arkadaşlarımın çocuklarını gördüğümde ellerini sıkıyorum, beni onlarla yalnız bırakacaklar diye ödüm kopuyor.

Öksüz, yetim, fakir, yaralı, ölü çocuk hikayeleri böğrüme bıçak gibi saplanıyor da yolculukta, restoranlarda, markette bir tanesi fazla yakınımda bitti mi tüylerim diken diken oluyor. Bugüne kadar toplum beklentisini karşılama veya panik halindeki anneme çocuk seviyor gibi gözükme adına bir-iki pıt pıt yapmışımdır bir-iki çocuğun başına. Tek başımayken yörüngeme tanımadığım bir çocuk girmişse zaten göz göze gelmemeye çalışırım ki sıkılıp gitsin başımdan...




Şimdi biyolojik saatim hızla "çocuktan arındırılmış bölge"ye doğru ilerlerken ayrımına varmaya çalışıyorum: Çocuk isteyecek miyim yoksa topluma karşı mahcubiyetim istermişim gibi mi hissettirecek. Gerçekten isteyip istemediğimi bilmediğim bir şeyin yokluğu beni ömür boyu hep biraz mahcup mu bırakacak?!?

Bu konuda hala uzun uzun düşünecek değildim de dün bir çocukla yakın mesafe karşılaşıp çocuğa zararım dokununca bu düşünceler üşüştü kafama...Parfümerideyim; ortada üç-dört yaşında bir oğlan koşturup duruyor. Yapmadığım şey...Şeytan dürttü herhalde, çocuğa "pşşt küçük bey" dedim. Çocuk dönüp "efendim" dese diyecek ikinci bir sözüm yok bu arada. Zaten diyemedi evladım. Meğer gayet utangaç bir oğlan çocuğuymuş; diş macunlarının önünde dona kaldı. Önüne baktı...baktı...Sonra bir Sensodyne kapıp annesi fark etmeden koşup annesinin çantasına attı. Kadın kasada ödemesini yapmış, tuttu elinden bizimkinin, çıkacaklar dışarı. Önce söylemeyeyim dedim ama öttü ötecek alarm, kapıya bir adım kaldı. "Hanfendiii" dedim sonunda, "oğlunuz çantanıza diş macunu attı." Hiiii....Aile faciası...Kadın kıpkırmızı... Çocuk, bir yandan işitiyor azarı bir yandan beni parmağıyla gösterip "gitsin O gitsin" diye ağlıyor.

Ne yapayım, ben de anneyi "utandı, bilemedi ne yaptığını" diye sakinleştirdikten sonra üç-dört yaşındaki bir çocukcağızın içindeki hırsızı çıkarmış olmanın dehşetiyle bir kaşım kalkık, meçhule doğru bir gün daha ilerledim.

24 Eylül 2010 Cuma

KOMŞU KOMŞUNUN...

Twitter'dan takip edenler farkında olabilirler; kafamdaki bir yazı projesi için rastladığım kadın ölümlerini kaydetmeye ve de aynı anda tweet etmeye başladım. Kadına yönelik şiddet aldı başını gidiyor; boşanan kadının kafasına tak tak saydırılıyor her gün...Kurşun sekmiyor, hedefi buluyor.

Ama bir de kadının kadına karşı şiddeti var ki...Affedilir gibi değil...Kadının kadına şiddeti çözülse...Var ya...Bu dünya yıkılır, anında yepyeni bir dünya kurulur.

Kadının şiddeti, özellikle komşu düzeyinde çok çarpıcı bir şekilde ortaya çıkıyor. Komşu düzeyi anlamlıdır; komşu kozmopolitan siyaset teorisinde yaygın bir analojidir. Bireyin ailesine karşı duyduğu merhamet ve gösterdiği anlayışı, komşusuna, mahallesine, şehrine, bölgesine, ülkesine ve tüm dünyaya karşı da duyacağını, göstereceğini varsayar. İçeriden dışarıya doğru büyüyen sevgi, ilgi, umursama, merhamet halkaları yani...Bizde ülke düzeyinde büyük büyük halkalar mevcuttur da komşu düzeyinde nefret, umursamama, şiddet okları bilenmiş durur bir kenarda. Halbuki komşusu ile diyalogunda sorun olanın kozmopolitan teorilerde yeri yoktur.

Bunu neden yazdım? Geçenlerde oyuncu Füsun Demirel ile komşusunun kedi tüyü yüzünden feci bir kavgaya tutuşmuş olduğunu okudum da ondan. Bir profesörün eşi olan komşu, Demirel ve ailesini sitenin standardını düşürmekle suçluyor, Demirel de iftiraya uğradığını, esas mağdurun kendisi olduğunu söylüyor. Herkesin haklı olduğu tipik postmodern diyalektike buyurun bakalım. Üstelik birbirleri ile diyalog kuramayan bu iki kadın da ikiz annesi.



Olabilir...İki ikiz annesi kadın birbirleri ile iletişim kurmamayı tercih etmiş olabilirler. Aktivist bir yanı da olan Füsun Demirel, insanoğlunu kapsadığı büyük halkada komşusunu kapsamamaya karar vermiş olabilir. Olamaz ama hadi olsun...

Beni asıl dehşete düşüren, profesör eşinin okur okumaz inandığım sözleri oldu: "Üstümü parçalamaya çalıştılar, sütyenimi koparıp t-shirtimi yırttılar." Anında inandım çünkü bu topraklarda kadının onuruna saldırmak, onursuzluğunu ilan etmek için yüzlerce yıllık bir pratiktir bu. Kadına yönelik recm/linç, belden üstünü çıplak bırakmadan öldürmezdi kadını. Halide Edip'in Vurun Kahpeye'sini hatırlayın. Roma dizisini seyredenler bilir, Julius Ceasar için çarpışan iki kadından biri bu pratikle onursuz bırakılır.

Bu, öğrenilmiş şiddettir. Doğrudan onura yönelik saldırıdır. Affı, bahanesi yoktur. Bu primordiyal şiddeti bugün hala bilen, öğrenen, uygulayan olması düşündürücü bir olgudur.

17 Eylül 2010 Cuma

REFERANDUM SONRASI II-NAÇİZANE BİR TAVSİYE

Gündemimi hafifletmeden önce bir güzellik de milliyetçi kardeşlerim için yapmak istiyorum. Henüz "İslam tek kimliğim" demiyor ve bu ülke Türk-Kürt diye bölünsün istemiyorsanız dinleyin: Lider olarak yüzde yüz kentli, 40-45 yaşlarında, uzun boylu, yakışıklı (mümkünse karısı da güzel olsun; evli değil ve eş arıyorsa daha da makbul), jilet gibi giynen, sermaye sahibi, sermaye sahipleri ile dost, "ekönömi" demiyen, tek seferde "statüko" diyebilen birini bulmak, bulup buluşturmak, hatta yapmak, en kötü ihtimalle klonlamak zorundasınız. Avusturya'daki Jörg Haider benzeri biri aynı onunki gibi duyanı skandalize edecek gerçek anlamda faşist bir söylem geliştirecek. Erkekler bu janti faşist liderin parasına, gücüne kadınlar da adamın kendine hayran olacaklar. Herkesin nefret ettiği ama gizli gizli seyrettiği, seyretmeye doyamadığı biri olacak bu adam.



"Zaten" diyecek "o bölgenin ülkenin GSYİH'na katkısı çok küçük" diyecek. "O bölgeye yatırım yapmaya değmez... İstiyorsa BDP ile masaya oturmaya biz razıyız. Mersin'den itibaren bölelim gitsin" diyecek. Soğukkanlı, mantıklı, akıllı insanlar dehşete düşecek bu sözleri duyunca ama gizli hayranlarının sayısı artacak -Fransa'daki LePen gibi. Şu anda politik hayatımızda BDP'nin her gün kafamıza pisleyen nefret söyleminin tam öbür ucundaki nefret söylemi boşluğu böyle dolacak. İki ateş arasından kalan aklıselim sahibi insanlar da karar verecek. "Ya tamam ya devam" diyecekler, umuyorum "devam" diyecekler.

Bu benim yarı ciddi fantezimdir, zannımca çiviyi çivi sökecektir...

Bundan sonra ben de cidden gündemimi hafifletmeyi düşünüyorum. Ne bu ya, ben mi taşıyacağım dünyanın yükünü sırtımda. Fashion's Night Out!

14 Eylül 2010 Salı

REFERANDUM SONRASI I- BİR 12 EYLÜL GÜZELLEMESİ

Popüler tarih yazımının, ünlü çağdaş filozof Jean Baudrillard’ın geliştirdiği ve medya incelemelerinde sıkça kullanılan Platonik terimi ödünç alacak olursak, simulacra (simülakrlar) yaratmada üstüne yoktur. Plato simulacra kavramını, gerçeğin müdahele edilerek değiştirilmiş biçimleri anlamında kullanırken Baudrillard, yapılan müdahelelerden sonra ortaya çıkan ve gerçeğe dönüşü engelleyen, gerçeği bulandıran ve ortadan kaldıran biçimler olarak kullanır. Hollywood tarih yazımı mesela gerçeğe dönüşü engelleyecek süreklilik arz eden biçimler yarattığı için Baudrillard’ın kullandığı şekliyle simulacra üretmektedir.

Baudrillard simulacra’yı Disneyland üzerinden tanımlarken, biz de rahatlıkla Disney tarihçiliği için kullanabiliriz. Tarihçiler örneğin, Pocahantas’ı seyretmiş olan her kişiyi tek tek uykusunda yakalayıp kulaklarına “Pocahantas, gerçekte John Smith’i ölümden kurtardığında henüz 10 yaşında, kafası traşlı, baldırı kaslı, güçlü ama minyon bir kız çocuğuydu” diye fısıldayıp duramayacağına göre, tarihçilerin söyleyeceği sözler bittiğinde, biri durduk yere “Pocahantas” dediğinde gözümüzde canlanacak olan görüntü yine de Disney’in ahu gözlü, lepiska saçlı dilberi olacaktır. Ayrıca John Smith anılarını üç farklı şekilde yazmış olmasına rağmen, ki sırf bu örnek bile tarihçiliğin sadece anılara yaslanamayacağını göstermelidir, hiç bir zaman çocuk yaştaki Pocahantas’la arasında romantik bir ilişkiden söz etmemektedir. Ama Disney ekibi, bu iki gerçek tarihi kişilik arasında gerçek olmayan öyle bir aşk kurgulamıştır ki artık 14 Şubat’larda maruz kaldığımız “tarihteki büyük aşklar” arasında John Smith ve Pocahantas, el ele göz göze poz vermiş durmaktadır... 10 yaşındaki kara kuru kız çocuğu gerçeğine dönüş popüler düzeyde mümkün değildir.

Bugün artık 12 Eylül darbesi de bir simulacrum'dur (simulacra'nın tekili) benim gözümde. Hollywood tarihçiliğini aratmayacak bir popüler tarih yazımı mahareti sonucu, bu sürecin tarafsız, soğukkanlı, kapsamlı ve gerçek bir algısı mevcut olmayacak bundan sonra. 12 Eylük 1980 tarihinde portakalda vitamin olan, kül yutmaz geçinip ama aslında kendi klişelerinde kendi yaratacılıklarına çelme takan veletler bugün anayasanın değişmesi ile bu büyük acının tek sorumlularından hesap sorulacağını sanıyor. Veya bebeklikten çıkışları bu döneme denk gelmiş, durumu hasarsız atlatmış ama yaratılan simulacrum'un etkisinde apolitik ve travmasız bir yeniyetmelik geçirmiş olmaktan utanması gerektiğine karar verenler 12 Eylül travması yaratıyor kendine. Spor yazarı Ali Ece'nin bir röportajına denk geldim geçenlerde; "Çocukken kekemeydim. İşkence ve şiddet ortamının yan etkisi tabii" gibi bir şey diyor. Üşenmedim baktım; 3 yaşındaymış darbe sırasında.

Bu sürecin nice sorumlusu var halbuki; özeleştiri yapıp, kendine inanıp peşinden koşan, ölen, öldüren, işkence gören çoluk çocuktan özür dileyecek çok kişi. Türkiye koşullarını iyi etüd edip, bu iklimin insanlarının cılk yaralarını iyileştirecek sosyal adalet politikaları üretmek ve uygulatmak yerine devrimcilik oynayan/oynatan yazar-çizer takımı mesela... Onlar da yargılansın. Hatırlıyorum; 1998 yılında Oya Baydar özeleştiri yapmaya kalkışmıştı da Hiçbiryer'e Dönüş romanıyla, eski yoldaşları afaroz ettiydi kadını. Sonra başka bir romanla "hatasını" telaffi etti de Taraf tayfasından olabilmeyi başardı. Çok büyük acılar yaşandı o günlerde; kolsuz, bacaksız, tırnaksız, dişsiz, gözsüz, nefessiz kaldı insanlar. Devletin ölümcül refleksi kadar bu refleksin hepimizin suratında böyle patlamasına neden olanlar da suçlu ama. Bu yüzden 12 Eylül darbecileri hakkında suç duyurusunda bulunmak, kimse kusura bakmasın, mastürbasyondan öte bir şey değil.

Gerçek neydi, ne niye oldu? Kimse bilmeyecek artık ama önemsiz. Neyse zaten ağır bir blog yazısı oldu. Bitirmeden bir de anı: Efeendiim, kuzenimin kocası 80 öncesi fırtınalar koparken ODTÜ'de doktora yapıyor Elektrik-Elektronik Bölümü'nde. Deneyi laboratuarda, deneyi tamamlayacak ki tezi bitecek, jüriye girecek. Ama okul üst sınıftaki "abiler"in işgali altında. Laboratuara girişi yasak, kapıdaki "abi" sokmuyor içeri. Dönüyor, dolaşıyor, bir daha deniyor, yok. E vazgeçecek de değil 4 yıllık emeği orada öyle onu bekliyor. Allahtan zemin katta laboratuar; çıkıyor bahçeye zorluyor camlardan birini. Her sabah erkenden, her akşam el ayak çekilince gire çıka pencereden deneyini tamamlıyor. Tez bitiyor, sıra geliyor jüriyi toplamaya. Jürinin okulda toplanması ne mümkün, eğitim adına her şey durmuş, durdurulmuş. Hoca cevval ama, yapacak jüriyi. Tez komitesindeki hocalara ayrı ayrı telefon ediyor, gün ve saat kararlaştırılıyor. Mekan bugünkü Rixos görgüsüzlüğünün yerindeki Büyük Ankara Oteli. Hoca, külüstür arabasıyla jüridekileri tek tek evlerinden toplayıp teker teker getiriyor otele. O zaman tabii o kadar kişiyi bir arabaya doldurup trafiğe çıkması mümkün değil, inzibata takılırlar. Neyse... Teker teker geldikleri Ankara Oteli'nin lobisinde ayrı ayrı oturup yapıyorlar jüriyi.

Kaos içinde küçük bir düzen hikayesidir bu benim yüreğime su serpen.


10 Eylül 2010 Cuma

GÖRÜŞMEYELİ...

Görüşmeyeli yarı zamanlı öğretim elemanlığından tam zamanlı kadrolu öğretim üyeliğine geçiş yapmış bulunuyorum. Çok sıkıntılı geçen, Türkiye ve akademinin gerçeklerine aydığım 2,5 yılın kırıntılarını burada sizinle paylaştım daha önce. Bir gün tamamını birarada yazarım ama şimdi hala soğumamış olan yüreğim engel.

Görüşmeyeli çok sevdiğim wasabili bezelyelerin artık Malatya Pazarı'nda satıldığını keşfettim, çok fena dadandım.

Görüşmeyeli bütün yaz elime yapış yapış yapışan Union for the Mediterranean makalemi bitirdim. Üst limitin 1000 kelime üzerine çıktı; kısaltmam lazım ama daha elim varmıyor. Cumhuriyet gazetesinin yeni çıkaracağı ek için özet bir Türkçe metin de hazırlamam lazım aynı konuda. Daha başlamadım bile. NTV Tarih bana sipariş ettiği yazıyı basmadı; Allah'a havale ettim kendilerini. Maalesef Osmanlı Tarihi çılgınlığı içinde sıra Avrupa Tarihi'ne hiç gelmiyor bu memlekette.

Görüşmeyeli referandum konusunda başbakanın vereceği oyu beğenmediği bu ülkenin vatandaşlarına yaydığı nefret söylemi karşısında dehşete düştüm ama bu konuda yazacağımı yazdım. Artık hep beraber göreceğiz yıldırım iki kere aynı yere düşer miymiş düşmez miymiş.




Görüşmeyeli elime yeniden geçenlerden kaybettiğimiz Füsun Akatlı'nın Rüzgara Karşı Felsefesi'ni aldım. Denemelerden oluştuğu için karıştıra karıştıra, bir baştan bir sondan okuyorum. Diyor ki "Cumhuriyet artık bir külkedisidir. Parsayı "sınır tanımayan özgürlükler", "alabildiğine demokrasi, demokrasiyi yok edinceye kadar demokrasi" giysilerine bürünmüş kızkardeşler toplayacaklar." Hak veriyorum.

4 Eylül 2010 Cumartesi

SİYASİ DÜŞÜNCE DERSLERİ: DEMOKRASİ TANIMLARI

Herkesin kendi sanatı ile ilgilendiği rejime demokrasi denir.

Muhalif t-shirt giyen lise öğrencisi çocukların gözaltına alındığı rejime demokrasi denir.

Yılda ortalama 1011 kadının öldürüldüğü rejime demokrasi denir.

Sınıf öğretmeninin süt izni kullandığı, branş öğretmeninin kullanamadığı rejime demokrasi denir.

Bakabildiğin kadar değil yapabildiğin kadar çocuk zihniyetinin olduğu, sümüklü bebelerin b*kları ile oynadıkları rejime demokrasi denir.

"Evlenmek diye dertleri olmayan tiplerin" hoşgörüldüğü rejime demokrasi denir.

70bin kişinin bir hipodroma doldurulup Ramazan paketi karşılığında anayasa paketine oy istendiği rejime demokrasi denir.



Ve... Tabii ki... En güzelini en sona sakladım:

Taraf olanların bertaraf olacağı rejime demokrasi denir.

2 Eylül 2010 Perşembe

MUTLU MUTLU KADINLAR


Dün televizyonda bol bol "yapmayın ya yapmayın ya" diyerek iktidar partisi kadın kolları başkanı konuşuyordu.

Atatürk devrimlerinden beri en büyük kadın "hareketi"ni kendilerinin başlattığını söyledi ama bu tartışma sayesinde biz iktidar partisi döneminde kadın ölümlerinin %1400 arttığını (Adalet Bakanlığı rakamlarına göre), sınıf öğretmenine süt izni verilirken branş öğretmenine verilmediğini, anayasa taslak metnine "fiili eşitlik" ifadesi girmeden şu andakinden daha ileri düzeyde bir pozitif ayrımcılığın yapılmayacağını öğrenmiş olduk.

Fatma hanım, bizlerden farklı çok mutlu ve mesut bir yerde yaşıyordu belli ki. Kıskandım doğrusu. Örneğin kendisine başbakanın "streçli kızlar" hakkında söylediği sözleri sorduklarında gayet şen şakrak "Onlar özgürlük sözleriydi, ayrımcılık değil. Türban giyen de streç giyen de özgür olsun demek istiyordu" diyerek milyonların(!) içini rahatlattı. Ancak, tam o sıralarda çok sevdiğim ama her gün biraz daha fanatikleştiğine şahit olduğum bir öğrencimin Facebook sayfasına "streç giymiş orospuların" kendine "hayır" broşürü dağıtmak istediklerini yazmış olduğunu okuyan ben, dehşete düşmüştüm.

Bir de "kadın hareketi"ne "kadın harekatı" deyip durdu bu Fatma hanım. Harekat oldu ve bana mı haber vermediniz? E aşk olsun.

30 Ağustos 2010 Pazartesi

SİYASİ DÜŞÜNCE DERSLERİ


image: illuminati-news.com

Demokrasi teorilerinin hepsi çok önemli ön kabuller üzerine kurulur. Bu ön kabullerden bir tanesi, bireyin oyunu sorumluluk içinde, yaşadığı hayatın kaliteli sürüdürülebilirliğinde olumlu yapısal bir değişiklik olması yönünde kullanacağıdır. Bireyin, oyunu bu sorumluluk içinde kullanmadığı, tutsaklığını veya fakirliğini sonsuz kılma yönünde oy kullandığı rejimlere fenakrasi, hem de çok fenakrasi denir.

27 Ağustos 2010 Cuma

DOĞUM GÜNÜ ŞARKISI

Budur yeni yaşımda kendime verdiğim söz: Seneye eve gideceğim. Seneye olmasa da en geç bir-iki sene sonra "ev"deyim... Söz olsun.

14 Ağustos 2010 Cumartesi

KÜÇÜK BİR ARA


Biraz zor geldi bana bu sefer yazın Ankara'daki bölümü... Çok çok sıcaktı, günlerdir devam eden baş dönmesi bu gece geçti galiba. Kendime geleyim diye hayatım boyunca tükettiğim tuza yakın tuzu şu birkaç günde yaladım yuttum sanırım ama bana mısın demedi. Anladım ki gece uykusunun yerini bir şey tutmuyormuş; sıcaklardan doğru düzgün uyuyamadım ki, uyuyunca da kabus görüyorum. Yaz okulu boyunca kendimi dersane hocası gibi hissettim, "başka türlü çalışmayacak, geçmeyecek çocuklara bir faydam dokundu hiç olmazsa" diye kendimi avutsam da kapasite altında çalışıyor olmak boynumda değirmen taşı oldu. Memleket yangın yeri, çok çok kayıba çok çok gözyaşı döktük hep beraber. Utanmaz adamların aymaz referandum yutturmacalarına maruz kaldık...Bu karmaşa içinde elimdeki makaleyi daha bitiremedim. Çok başım döndü ne yapayım... Ceza olarak da tatile giderken yanıma alıyorum işte...




Evet, ben iki güne tatile çıkıyorum. Yemeniler, cam boncuklar, yeşil çay eau de cologne, markafoni'nden aldığım İpanema sandal...Her şey tamam. Gisele Bündchen sandalı giyince Gisele Bündchen olunmuyormuş tabii bu arada ama ne gam... Gidiyorum ben bir süre. Ay sonunda doğum günüm var, o zaman ortaya çıkarım. Hepinize çok teşekkürler ve tüm iyi dilekler...

Akça

8 Ağustos 2010 Pazar

"KIZ-ERKEK AYRI OKUSUN" ÜZERİNE


Bir yığın işim gücüm var hanfendi ama size cevap vermek zorundayım: Yurtdışında kız-erkek ayrı eğitim veren okullar var; doğru. Avrupa'da, ABD'de, özellikle ABD'de sadece kız öğrencilerin gittiği çok prestijli üniversiteler var. "Yedi Kızkardeş" denen liberal kolejlerden bahsediyorum. Bu konuda biraz bilgi sahibiyim, çünkü ailede bu okullardan birinde çalışan bir profesör var. Profesör erkek.

Kızları ve erkekleri dini amaçlı ayıranlar haricinde bilinçli olarak sadece kız eğitimine odaklanan okullar var yurtdışında. Ama hiç biri kızla erkeği birbirinden ayrı tutmak, bir cinsin diğer cinsten kaçınmasını sağlamak, iki cinsi ayrı mekanlara kapatmak, kızlara büyüyen göğüslerinden utanmasını, bacaklarını bitiştirerek oturmasını öğretmek amacını gütmüyor. Onlara "kadının en asli görevi anneliktir," "evliliklerde kadın alttan alır," "kocan ne zaman isterse onu yatakta memnun etmek zorundasın, evliliklerde tecavüz olmaz" saçmalıklarını rahat rahat anlatabilmek için kız okulu kurulmuyor.



Dini amaçlı olmayan kız okulları, kadınların erkek egemen dünyada geri kaldıkları ve bu geri kalmayı kendi çabaları ile gideremeyeceği varsayımından hareket ediyor. Onları, her yönden güçlendirerek (empowerment), dezavantajlarını gidermek ve erkek egemen dünyadaki engelleri aşarak erkeklere eşit bireyler olmaları için özel olarak, oya gibi işleyerek eğitiyor. Erkek profesörler de eğitim veriyor. Diplomalarını aldıktan sonra bu zehir gibi kızları, hak ettikleri yere bileklerinin gücü ile geleceklerini bilerek, tekrar erkeklerin arasına salıyorlar.

ABD'deki istatistiklere göre tüm kadın üniversite mezunlarından sadece %4'ü "Yedi Kızkardeş" mezunu. Ama aldıkları eğitim öyle bir işe yarıyor ki; bugün Amerikan Kongresi'ndeki kadınların %50'si kız okullarından geliyor. Yani soyadları Türköne, Dağı veya Albayrak olduğu için değil dezavantajlarını giderecek eğitim aldıkları için meclise geçip oturuyorlar.

Var mısınız böyle kızlar yetiştirmeye? Ama sizin bahsettiğiniz kız-erkek ayrı eğitimin böyle bir amaç gütmediği ortada. Gütseydi zaten "kadın erkek eşit değildir" diyen bir adamın kabinesinde oturuyor olmaktan büyük hicap duyardınız bugün.

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Tek Bir İyi Düşüncem Yok!

Çok sıcak hava... Kafamda tek bir iyi düşünce yok. Referandum tartışmalarına dayanamıyorum; bir siyasi düşünce tarihçisi olarak siyaset bilimcilerin kavramların içini nasıl boşalttıklarını gördükçe, söylemeleri gereken sözleri söylemek için siyaset felsefesini nasıl çarptırdıklarını okudukça çıldıracak gibi oluyorum... Meydanlarda "demokrasi için evet" diyen adamı "ueeeyyyy" diye alkışlayan kalabalığın aynı adamı, iki dakika sonra "ben kimseye hesap vermeeemmm" dediğinde de aynı iştahla "ueeeyyyy" diye alkışladığını görmek gölgede hissedilen sıcaklığı baştan aşağı dökülen kaynar su sıcaklığına getiriyor... Demokrasi zaten iktidarın kimseye hesap vermediği rejimin adıdır!

Çok sıcak hava... Daha tatile gidemedim. Elimdeki makaleyi bitirmeye çalıştıkça yukarıda oturan Toynak Ailesi'nin oğlu Toynakcan'ın ayak sesleri tepemde güm güm diye patlıyor. Payıma insanlıktan nasibini almamış üst kat komşusu düşmüş olmasının acısını aşağıdaki klipteki gibi bir pazar günü geçirmeyi/geçirebileceğimi hayal ederek çıkarmaya çalışıyorum:


Sıcak hava, beynimin içini mayın tarlasına çevirdi. Devamlı kötü kötü düşünceler patlıyor, geçmişten hayaletler uçuşuyor gözümün önünde, gelecek yokmuş gibi sanki...Meydanlardan "ueeeyyyy" diye çığlıklar yükselir yukarıdaki güm güm güm diye dört nala dolaşırken tek bir iyi düşüncem yok...

31 Temmuz 2010 Cumartesi

HEM 100 METRE HEM ENGELLİ

Başbakanının meydanlarda "kadın erkek eşit değildiiir" diye bağırdığına şahit olduğumuz bu ülkede Nevin Yanıt'ın Avrupa Şampiyonu oluşu sular serpti her akşam televizyon başında sıkışan yüreğime....



Yaşa Nevin. 100 metre engellide Avrupa Şampiyonu Nevin. Bu ülkede her gün, sabah akşam, defalarca hem 100 metre hem engelli koşup duran biz kadınlar takdir ederiz en çok senin başarını.

22 Temmuz 2010 Perşembe

“ZEYTİNDAĞI” YENİDEN…

Mahruti

Bu yazı Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı adlı kitabını önceden okuyup unutmuşlar ve aynı zamanda sadece adını duymuş ya da hiç duymamışlar için yazılmıştır. Yakın bir zamana kadar ibret verici, tarihsel belge niteliğinde bir anı kitabı olarak değerlendirilebilecek bu eser, bir süredenberi başka anlamlar da taşımaktadır. Okunduğunda, bugün için öncelikle alınacak ders, rasyonel aklın toplumun yaşantısına, yönlendirilme ve yönetilmesine egemen olmadığı durumlarda, çağın gerçeklerini algılayamamaktan doğan karanlıklara düşmenin, felaketlere uğramanın ve uygarlık yarışında gerilerde kalmanın kaçınılmaz olduğudur.

Ülkemizin tarihi, bu algı eksikliğinin doğurduğu acı sonuçlar ve sonunda onların telafisi için verilmek zorunda kalınan ve çok kere ancak yarım başarılar getiren çetin mücadeleler ile doludur. Tarihimizdeki bütün bu kısa vadeli çözümlerin boşunalığı, 1918 yıkımından sonra, dünyayı bilen ve rasyonel düşünebilen aydınlar tarafından kesin olarak anlaşılmıştır. Mustafa Kemal'in önderliğinde önce kanla, sonra fikirle yapılan eylemler ile çağdaş bir düzen getirmek üzere toplumun yapısını kökten değiştirme yoluna gidilmiştir. Bunun getirdiği onur, umut ve güven duygusunun Cumhuriyet’in ilk dönem aydınlarının ruhlarından nasıl taştığını, kalemlerine yansıdığı biçimiyle günümüz kuşaklarının okuyup öğrenebilmesi mümkündür. Bu aydınlar, Falih Rıfkı, Yakup Kadri, Halide Edip, Şevket Süreyya ve diğerleri ibretle okunmalıdır. Böylece, çağdan uzak düşmenin ne demek olduğu ve ülkemizin çağı yakalama savaşımının ne kadar zor ama o kadar da kutsal bir çaba olduğu anlaşılmalıdır.

Osmanlı’dan gelip Cumhuriyet’e kavuşan aydınlar saltanat hükümetlerinin cahilliği ve yoksulluğu gidermedeki başarısızlıklarına ek olarak, bir de hazırlıksız girilen ve kötü yönetilen Dünya Savaşı’nın acı sonuçlarına tanık olmuşlardı. Bu aydınlarımız içinde önemli bir yeri olan Falih Rıfkı Atay’ın yazmış olduğu Zeytindağı kitabı bize onların duyup yaşadıklarını ve çıkardıkları dersleri anlamak bakımından değerli bir belge niteliği taşır. Bu kitapta, hiçbir gerçeğe dayanmayan boş hayaller uğruna orduların insafsız çöl ortamına nasıl sürüldüğünü; açlık, susuzluk ve donanımsızlık içinde ısrarla sürdürülen anlamsız çatışmalar ve hastalıklarla askerin nasıl boşuna feda edildiği ve bütün bunlara karşın insanımızın gösterdiği fedakarlık ve kahramanlıklar anlatılmıştır.

Falih Rıfkı kitabının sonuna doğru, yedeksubay olarak içinde bulunduğu Cemal Paşa’nın 4. Ordu karargahı ile birlikte artık İstanbul’a temelli dönüş trenindeyken hüzünle geriye bakıp şunları düşünüyor:

“Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan’ı bir safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüssüz, Şamsız, Lübnansız,Beyrutsuz ve Halepsiz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız…Anadolu hepimize hınç, şüphe ve emniyetsizlikle bakıyor. Yüzbinlerce çocuğunu memesinden söküp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz.” (s.118)

Ve kitabın son bölümlerinden birini şu cümlelerle tamamlıyor:

“Mustafa Kemal Büyük Harbe girmek aleyhinde idi: ilim adamı olduğu için!

Mustafa Kemal Kurtuluş harbini bırakmak fikrinde asla olmadı: vatan adamı olduğu için!

İşte size bütün kitabın özü: ilim ve vatan adamı olunuz.

Hiç biri, yalnız başına ne sizi ne milletinizi kurtarabilir.” (s.121)

‘İlim’, çağdaş ve akılcı düşünce; ‘Vatan’, Anadolu ve Trakya’dır. Ülke böyle kurtulmuş ve kurulmuştur. Tersine hayaller içinde olanlara, daha gerilerdeki acılara değinmeye gerek kalmadan, çöl kumlarına ve Kanal sularına düşüp kalmış Mehmetçikleri hatırlatarak, bitirelim.

(Kullanılan kaynak: Zeytindağı, Falih Rıfkı Atay, Remzi Kitabevi, İstanbul 1938, ilaveli ikinci baskı, resimli)

18 Temmuz 2010 Pazar

MANYAK YETİŞTİREN EĞİTİM SİSTEMİ


Daha önce eski tarihi binasının yıkılacak olması vesilesi ile yaratılan nostaljiyi hiç bir şekilde paylaşmadığım okulum hakkında yazmıştım. Dünyanın parasının kova kova döküldüğü bu okulda lafın gelişi değil, kelimenin tam anlamıyla ruh hastası öğretmenlerimin olmuş olduğunu... O okulun altın günlerinden emekli öğretmen rahmetli anneannemin bendeki emeğinin sınıf öğretmenlerimden fazla olduğunu...

Epeydir görüşmediğim abimle hasret giderirken konu çocukluk günlerimizden açıldı yine. Benim iki yaş büyüğümdür, benim gibi ilkokul, ortaokul, lise bu okulun mezunudur. "Bizim günlerimizden bu yana hiç bir şey değişmemiş, biliyor musun" dedi; "Kolejin ilk kısmı hala çok garip." Arkadaşının kızının öğretmeni mesela, sınıfı ikiye bölmüş; "Öğretmenin Kümesi" ve "Tembeller Kümesi" diye. Tembeller kümesinden, öğretmenin kümesine geçiş yokmuş (kast sistemi mübarek) ama öğretmenin kümesinden atılınabiliyormuş. Her yıl 15 bin lira verdiğim okulda çocuğum sınıfta her sabah "Tembeller Kümesi"nde otursa yıkarım o okulu ben, yıkarım. Öğretmenin kümesine geçemiyecekse çocuk ayrıca zaten niye çalışsın ki!?! Bir de öğretmen "evinize kamera yerleştirdim, her yaptığınızı görüyorum" da demiş, kızın ödü kopuyormuş tuvalette öğretmeni görecek diye...



Bu eğitim sisteminin neresinden tutup ne yapmalı bilmiyorum ki! Bir yerde öğretmenler de öğrencileri kadar çaresiz, fakirlik ve her türlü yetersizlik içinde bir şeyler öğretmeye çalışyorlar. Diğer taraftan iyi eğitim için paralar dökülüyor ama manzara bu... Sonra bu çocuklar niye manyak oldu !?! Sonra ben niye manyak oldum !?!

Son olarak abimle korkunç ilkokul anılarımızı paylaşırken, O da kendi eşsiz dağarcığından şu anıyı çıkardı: Gayet sert bir genç kadın olan ilkokul öğretmeni, sınıfa belli miktarın üzerinde para getirmeyi yasaklamış. Bugünün çok meşhur bir müzisyeni/aranjörü/bestecisi olan çocukcağıza da o gün bozuk para olmadığı için büyük kağıt para verilmiş. Çocuk korkusundan öğlen sosisli sandiviç aldıktan sonra paranın üstünü çöpe atmış.

Paranın izi sürülürek çocuk bulunularak cezalandırılmış tabii. Halbuki iletişimsizlik, korkutma, sindirme adına çıkarılacak çok ders varmış bu olayda ama nerdeee....

Allah bütün çocuklarımızı korusun, esirgesin, eşit ve adil şartlarda birey yetiştiren bir eğitim sisteminin parçası yapsın inşallah. Amin.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

YAZ YAZILARI-3

Her türlü yaptırım , kötü söz, aşağılama, yargılama ve espadril düşmanlığına rağmen Tchibo'da 16 liraya görünce aldım gitti espadrilleri. Aldım gitti. Al-dım git-ti...


11 Temmuz 2010 Pazar

YAZ YAZILARI-2

Dün bu haberi Hürriyet'te okudum ve "aha" dedim "işte benim bu ülkede neden asla huzur bulamayacağımın ispatı." Gürültüden, karmaşadan, televizyon ve müzik sesinden kaçış yok artık. Ben küçükken sokakta sesim çok çıktığında eve geri çağrılırdım. Çağrıldım mı geri dönüşü yoktu, abimin "oh olsun"ları arasında utanç yürüyüşü ile veda ederdim o günkü sokak hakkıma. Şimdi çocukları bir yerlerini yırta yırta saatlerce bağrıyor ve biraz yan tarafta anneleri sakin sakin oturuyorlar. Kaçış yok, huzur yok, sükünet yok...

Kafa dinlemek, sakin olmak artık parayla satın alınabilecek bir şey de değil... İşte! İşte, insalar sakin sessiz denize girmek istiyorlar, bedelini ödeyip Silent Beach'e (Sessiz Plaj) geliyorlar ve zıttırık adamın teki yanındaki kıza müzik dinletmek için I-pod'unu hoparlöre bağlıyor ve başlıyor müzik yayınına... Madem müzik yayını yapacaksın sessiz beach'te ne işin var, madem sen de sessizlik istiyorsun niye müzik yayını yapıyorsun.

Yakın arkadaşı Derin Mermerci’yle Hillside Beach Club’ta tatil yapan Serhan Aloğlu ilginç bir tartışmanın ortasında kaldı. Kulübün ‘Silent Beach’ denilen gürültüden uzak plajında müzik yayını yapmaya kalkan Aloğlu diğer misafirlerin tepkisini çekti. Çocukların bile alınmadığı tamamen ıssız koyda Derin Mermerci’ye sevdiği müzikleri çalan Aloğlu duruma tepki gösteren konuklarla mini bir tartışmaya girdi...
http://kelebekgaleri.hurriyet.com.tr/galeridetay.aspx?P=2&cid=37620&rid=2368

Verecek param olsa, sessiz plaja gitsem bile biliyorum başıma böyle bir şey gelecek. Sessizliği, kendi sesini ve müziğini daha iyi duymak için kendine tanınan bir imkan sanan bir şey dibimde bitecek. Biliyorum.

YAZ YAZILARI-1

Hayat bildiğim gibi akmaya devam ediyor. Çalışıyorum; yaz bitmeden bitmesi gereken makaleler var. Yaz okulunda da dersim var bir tane. Gözümde geçen sene ortaya çıkan sorun nüksetti. Hastalik ciddi değil de kimse nüksetmesini beklemiyordu. O yüzden moraller biraz bozuldu. Kelime Oyunu'nu fırsat buldukça seyretmeye devam. En son "Marşandiz" sorusunda

_ Ü K T R _ N İ

görünümlü yanıta bakıp bakıp "Bir şey treni ama ne treni. Ne treni acaba" diyen kadıncağız sunucu da dahil herkesin sinirini bozdu mesela. Temmuz 11'i de ettik bu arada. Daha önceleri, yaz doğumlu olmama rağmen hiç sevmediğim yaz mevsimini sever oldum birkaç senedir. Sebeplerini düşündüğümde aklıma ilk gelenler:



1) Cam boncuk takılar

2) Yemeniler

3) Karpuz

4) Limon dilimli soğuk su

5) Limonata

6) Bisküvi arası dondurma

7) Yeşil çay ve limon çiçeği kokulu eau de cologne (Yves Rocher)

8) Hafif rüzgarla serinleyen akşamüstleri

9) Topukların arkadan parmakların önden fırlamadığı sandallar

10) Tatile erken çıkanların boşalttığı tenha Ankara

11) Okul hazırlığı yapmak için evlerine dönenlerin boşalttığı tenha Bodrum

12) İçi diri kalmış sımsıkı sarılmış kabakçiçeği dolması

13) Gümüşlük'teki Niyazi'de denizin içinde oturarak akşam yemeği yemek

14) 2'ye 5'e püfür püfür elbiseler alınan bez pazarları....

Güneş yanıkları, sıcakta zıplayan sinirler, pişikler için henüz yapacak bir şey yok tabii... Önümüzdeki hafta Ankara'da 36-37 dereceyi bekliyoruz.