30 Aralık 2010 Perşembe
YENİ YIL HEDİYESİ
2011'e DİLEKLER #2
For thirty-somethings from Murakami: "Still young enough, though no longer a young (wo)man...That age may be a kind of crossroads in life. That was the age when I began my life as a runner, and it was my belated, but real, starting point as a novelist."
28 Aralık 2010 Salı
OKUDUM: BALYOZ, BİR DARBE KURGUSUNUN BELGELERİ VE GERÇEKLER
25 Aralık 2010 Cumartesi
ANKARA'DA CERMODERN
21 Aralık 2010 Salı
EĞİTİM, İSTİHDAM, SEN, BEN...
Geçen hafta, ecnebi basında yüksek eğitimin ve üniversite mezunlarının geleceğinin tehlikede olduğuna dair yazılar okudum arka arkaya. Avrupa'da böyle, Amerika'da böyle, bizde belki ezelden beri böyle. Ama 2008 krizinden sonra her şey daha bir endişe verici hal aldı. Hem yüksek öğrenim hem istihdam piyasası çok bilinçli tercihleri, doğru hesaplanmış alternatif (fırsat/vazgeçme) maliyetleri, yerinde kararları talep ediyor. Bu konunun uzmanı değilim ama düşündüklerim, hem de uzun uzun düşündüklerim var. Daha önce bir yazı yazmıştım, şimdi bir tane daha yazıyorum.
12 Aralık 2010 Pazar
2011'e DİLEKLER #1
11 Aralık 2010 Cumartesi
4 Aralık 2010 Cumartesi
NTV TARİH, DİPLOMASİ VE WIKILEAKS
21 Kasım 2010 Pazar
PAZAR YAZISI YAHUT 22. GÜNÜN SABAHINDA
14 Kasım 2010 Pazar
BÜYÜK SORULAR
10 Kasım 2010 Çarşamba
1881-193∞
Hem okudum hem yazdım, sonunda bir seni bir Stoikler'i sevdim. Birey ortaya çıkmadan bütünün ortaya çıkmayacağını bir senden bir Stoikler'den dinlerim. Belki biraz Kant'tan biraz da John Stuart Mill'den... Mill'in bu ülkedeki anlatımını hep çok eksik ve yanlış buldum bu arada. Bireyin devlet tehditi altında ezildiğini anlatırken Mill'i sevenler sıra bireyi aynı derecede ezen din, töre, gelenek, çevre ve aile tehditi konusuna geldiğinde Mill'in ağzını kaparlar elleriyle. Ama sen merak etme, benim çok güzel bir kitap projem var Haziran'da yazmaya başlayacağım. Benimle konuşacak Mill!
Okudum, yazdım, düşündüm...Senin birey tanımının da mikrokosmos olduğunu gördüm. Gündüz Vassaf'ın bugün Radikal'de yazdığı gibi "genç kuşaklarla dünyaya, dünyalı olabilme yolunu" gösterebileceğini gördüm. Okudum, düşündüm, gördüm, öyle sevdim yani.
...
Birey olma mücadelemde seni özlemle anıyorum.
7 Kasım 2010 Pazar
2 Kasım 2010 Salı
PETER PRENSİBİ, KILIÇDAROĞLU VE ÇUBUKÇU
Bir daha şu konuda yazacağım diye not düşmeyeceğim. Başka konularda yazasım olduğu halde önceden belirttiğim konuda yazasım olmadığı için bir türlü yazamadım bloga; özür diliyorum. Yeni gelenler hoş geldi, yorum bırakanların eline sağlık.
Bilenler biliyor, fırsatım olduğunda babama gidip evi işgal eden kitaplarını tasfiye etmeye çalışıyorum. Bagaj bagaj kitap dağıttık üniversite kütüphanelerine; kaç sefer yaptım bilmiyorum.
Satılacaklar hala sandıkta biriktiriliyor. Bu kitap trafiği içinde bir de benim kütüphaneme transfer edilenler ve transfer edilmeyip atılıp/satılmadan önce okumam beklenenler var. Sözünü edeceğim kitap, kapaksız olduğu için geri dönüşüme gidecek ama gitmeden önce de benim tarafımdan okunması beklenen bir kitap: Peter Prensibi
İşletme okumadığım için Peter Prensibi'ni derste görmedim, haberim yoktu. Kitaba babamın hatırı için başladım sonra hayatın gizini bulmuş gibi oldum. Kitap 1969'da yazılmış ama benim elimdeki 1972 yılı 22. baskı. Kim bilir daha sonra daha ne kadar baskı yaptı. Peter Prensibi'ni anlatan slogan olmuş cümle şu: profesyonel hayattaki terfi mekanizması sonucu "her kişi kendi yetersizlik seviyesine ulaşır." İyi işler, henüz yetersizlik seviyesine ulaşmamış kişiler tarafından yapılır. Bu işleri henüz yetersizlik seviyelerine ulaşmadıkları için iyi yaparlar. İşlerini iyi yaptıkları için de terfi ederler. Ama terfi, kişi alt seviyedeki işi iyi yaptığı için gerçekleşir; üst seviyedeki işi iyi yapacağı bilindiği için değil. Üst seviyedeki işi iyi yapacağı, alt seviyedeki performansa bakılarak yapılan varsayımdır ancak. Kişi yetersizliğine ulaşıncaya kadar yükseltilir, böylece o kişinin iyi iş yapması imkansız kılınır. Bu prensip sadece işletmelerde değil, siyasi partilerde de geçerlidir.
Peter Prensibi, elindeki işi iyi yaptığı için bir üst seviyedeki işi iyi yapacağı varsayılan kişinin terfi ettirilmesine "patolojik terfi" der. Ben bunu okuduğumdan beri, Kemal Kılıçdaroğlu'nun CHP Genel Başkanlığı'na seçilmesinin nasıl patolojik bir terfi olduğunu düşünüp duruyorum. Parti içinde alt seviyede görevli iken iyi işler yapıyordu. Bu performansa bakılarak üst seviyede de iyi iş yapacağı varsayıldı. Ancak aslında kendi yetersizlik seviyesine yükseltildi; yeni pozisyonunda iyi iş yapmasına imkan kalmadı. Sonuç olarak iyi iş yapan bir politikacı kendi yetersizlik seviyesine ulaştığı için artık ortada "iyi iş" kalmadı.
Bu durumdan sadece CHP değil, CHP seçmeni ve Kılıçdaroğlu'nun kendisi de sorumlu. Çünkü ironik Peter Prensibi, kişinin kendini "negatif düşünce"nin sağlıklı gücüne teslim etmesini öğütler ve der ki; "kişi terfi ettirildiği görevde başarısız olması sonucunda doğacak olumsuz durumları değerlendirebilmeli ve bu değerlendirmeye göre yeni pozisyonu reddedebilmeli." Negatif düşüncenin gücü, "dünyanın sonunun gelmesini engelleyecektir." Kılıçdaroğlu meselesinde de keşke hepimiz negatif düşüncenin gücüne inanabilseydik. İyi bir politikacıdan olmuş olduk.
Peter Presnibi'nin geçerli olduğunu düşündüğüm diğer bir "patolojik terfi" de Nimet Çubukçu'nun Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı'ndan Milli Eğitim Bakanlığı'na atanmasıdır. Çubukçu'nun Kadın ve Aileden Sorumlu Bakan iken başarılı olduğu yegane konu, kimsesiz ve fakir çocukların kaldığı yurtların denetlenmesi olmuştu. Yurtlardaki çocukları adlarıyla öğrendi, karne notlarını takip etti. Kadın, aile ve çocuk sorunlarından oluşan engin ve dalgalı denizde bir damla su oldu. Onun dışında Türkiye'de kadının algılanması sorunsalı içinde esamesi okunmayacak bir karakterdir ne yazık ki. Şimdi, Peter Prensibi'ne göre, yetersizliğine zaten Kadın ve Aileden Sorumlu Bakan iken ulaşmıştı. Tekrar yeterli olabilmesi için daha da yükseltilmesi değil Çocuk Esirgeme Kurumu Müdürlüğü'ne indirilmesi gerekiyordu. Çocuk Esirgeme Kurumu Müdürü olarak harikalar yaratabilecekken şimdi Milli Eğitim Bakanı olarak sadece forma, kantin denetimi, kız okulu gibi şekilci değişiklikler yapabiliyor. Eğitim bu ülkede çöküyor; bir üniversite hocası olarak elime gelen iyi niyetli, zeki gençlerin bilgi ve algı seviyesine bakıp içim kan ağlıyor.
Peter Prensibi kitabının reklam sloganlarından bir tanesi "İşler Aksadığı Müddetçe Hakkında Konuşulacak Kitap." Çok doğru. Ben de işte tam da bu yüzden, kitabı 41 yıl sonra okuduğumda hayatın gizini bulmuş gibi oldum.
Peter, Laurence J. and Raymond Hull. THE PETER PRINCIPLE. Toronto, New York, London: Bantam Books, 1969 (1972, 22nd Printing)
p.7/ In a hierarchy every employee tends to rise to his level of incompetence...Work is accomplished by those employees who have not yet reached their level of incompetence.
p.57/ A political party now exists primarily as an apparatus for selecting candidates and getting them elected to office.
p.140/ Man must reach his level of life-incompetence. Two things could prevent this happening: that there should not be enough time available, or not enough ranks in the hierarchy.
p.149/ I stronly recommend the health-giving power of negative thinking.
p. 159/ In dealing with incompetence on the civic, national or world-wide scale, the power of negative thinking has great potential.
(Ve benim favorim, en ironik alıntı)
p. 156/ In the meantime, let us hope that a philanthropist somewhere will soon endow a chair of hierarchiology at a major university.
10 Ekim 2010 Pazar
PAZAR DERGİSİ
2 Ekim 2010 Cumartesi
KARAR ZAMANI
25 Eylül 2010 Cumartesi
BEKAR VE ÇOCUKSUZ
24 Eylül 2010 Cuma
KOMŞU KOMŞUNUN...
Ama bir de kadının kadına karşı şiddeti var ki...Affedilir gibi değil...Kadının kadına şiddeti çözülse...Var ya...Bu dünya yıkılır, anında yepyeni bir dünya kurulur.
Kadının şiddeti, özellikle komşu düzeyinde çok çarpıcı bir şekilde ortaya çıkıyor. Komşu düzeyi anlamlıdır; komşu kozmopolitan siyaset teorisinde yaygın bir analojidir. Bireyin ailesine karşı duyduğu merhamet ve gösterdiği anlayışı, komşusuna, mahallesine, şehrine, bölgesine, ülkesine ve tüm dünyaya karşı da duyacağını, göstereceğini varsayar. İçeriden dışarıya doğru büyüyen sevgi, ilgi, umursama, merhamet halkaları yani...Bizde ülke düzeyinde büyük büyük halkalar mevcuttur da komşu düzeyinde nefret, umursamama, şiddet okları bilenmiş durur bir kenarda. Halbuki komşusu ile diyalogunda sorun olanın kozmopolitan teorilerde yeri yoktur.
Bunu neden yazdım? Geçenlerde oyuncu Füsun Demirel ile komşusunun kedi tüyü yüzünden feci bir kavgaya tutuşmuş olduğunu okudum da ondan. Bir profesörün eşi olan komşu, Demirel ve ailesini sitenin standardını düşürmekle suçluyor, Demirel de iftiraya uğradığını, esas mağdurun kendisi olduğunu söylüyor. Herkesin haklı olduğu tipik postmodern diyalektike buyurun bakalım. Üstelik birbirleri ile diyalog kuramayan bu iki kadın da ikiz annesi.
Olabilir...İki ikiz annesi kadın birbirleri ile iletişim kurmamayı tercih etmiş olabilirler. Aktivist bir yanı da olan Füsun Demirel, insanoğlunu kapsadığı büyük halkada komşusunu kapsamamaya karar vermiş olabilir. Olamaz ama hadi olsun...
Beni asıl dehşete düşüren, profesör eşinin okur okumaz inandığım sözleri oldu: "Üstümü parçalamaya çalıştılar, sütyenimi koparıp t-shirtimi yırttılar." Anında inandım çünkü bu topraklarda kadının onuruna saldırmak, onursuzluğunu ilan etmek için yüzlerce yıllık bir pratiktir bu. Kadına yönelik recm/linç, belden üstünü çıplak bırakmadan öldürmezdi kadını. Halide Edip'in Vurun Kahpeye'sini hatırlayın. Roma dizisini seyredenler bilir, Julius Ceasar için çarpışan iki kadından biri bu pratikle onursuz bırakılır.
Bu, öğrenilmiş şiddettir. Doğrudan onura yönelik saldırıdır. Affı, bahanesi yoktur. Bu primordiyal şiddeti bugün hala bilen, öğrenen, uygulayan olması düşündürücü bir olgudur.
17 Eylül 2010 Cuma
REFERANDUM SONRASI II-NAÇİZANE BİR TAVSİYE
14 Eylül 2010 Salı
REFERANDUM SONRASI I- BİR 12 EYLÜL GÜZELLEMESİ
10 Eylül 2010 Cuma
GÖRÜŞMEYELİ...
4 Eylül 2010 Cumartesi
SİYASİ DÜŞÜNCE DERSLERİ: DEMOKRASİ TANIMLARI
2 Eylül 2010 Perşembe
MUTLU MUTLU KADINLAR
30 Ağustos 2010 Pazartesi
SİYASİ DÜŞÜNCE DERSLERİ
27 Ağustos 2010 Cuma
DOĞUM GÜNÜ ŞARKISI
14 Ağustos 2010 Cumartesi
KÜÇÜK BİR ARA
8 Ağustos 2010 Pazar
"KIZ-ERKEK AYRI OKUSUN" ÜZERİNE
7 Ağustos 2010 Cumartesi
Tek Bir İyi Düşüncem Yok!
31 Temmuz 2010 Cumartesi
HEM 100 METRE HEM ENGELLİ
22 Temmuz 2010 Perşembe
“ZEYTİNDAĞI” YENİDEN…
Mahruti
Bu yazı Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı adlı kitabını önceden okuyup unutmuşlar ve aynı zamanda sadece adını duymuş ya da hiç duymamışlar için yazılmıştır. Yakın bir zamana kadar ibret verici, tarihsel belge niteliğinde bir anı kitabı olarak değerlendirilebilecek bu eser, bir süredenberi başka anlamlar da taşımaktadır. Okunduğunda, bugün için öncelikle alınacak ders, rasyonel aklın toplumun yaşantısına, yönlendirilme ve yönetilmesine egemen olmadığı durumlarda, çağın gerçeklerini algılayamamaktan doğan karanlıklara düşmenin, felaketlere uğramanın ve uygarlık yarışında gerilerde kalmanın kaçınılmaz olduğudur.
Ülkemizin tarihi, bu algı eksikliğinin doğurduğu acı sonuçlar ve sonunda onların telafisi için verilmek zorunda kalınan ve çok kere ancak yarım başarılar getiren çetin mücadeleler ile doludur. Tarihimizdeki bütün bu kısa vadeli çözümlerin boşunalığı, 1918 yıkımından sonra, dünyayı bilen ve rasyonel düşünebilen aydınlar tarafından kesin olarak anlaşılmıştır. Mustafa Kemal'in önderliğinde önce kanla, sonra fikirle yapılan eylemler ile çağdaş bir düzen getirmek üzere toplumun yapısını kökten değiştirme yoluna gidilmiştir. Bunun getirdiği onur, umut ve güven duygusunun Cumhuriyet’in ilk dönem aydınlarının ruhlarından nasıl taştığını, kalemlerine yansıdığı biçimiyle günümüz kuşaklarının okuyup öğrenebilmesi mümkündür. Bu aydınlar, Falih Rıfkı, Yakup Kadri, Halide Edip, Şevket Süreyya ve diğerleri ibretle okunmalıdır. Böylece, çağdan uzak düşmenin ne demek olduğu ve ülkemizin çağı yakalama savaşımının ne kadar zor ama o kadar da kutsal bir çaba olduğu anlaşılmalıdır.
Osmanlı’dan gelip Cumhuriyet’e kavuşan aydınlar saltanat hükümetlerinin cahilliği ve yoksulluğu gidermedeki başarısızlıklarına ek olarak, bir de hazırlıksız girilen ve kötü yönetilen Dünya Savaşı’nın acı sonuçlarına tanık olmuşlardı. Bu aydınlarımız içinde önemli bir yeri olan Falih Rıfkı Atay’ın yazmış olduğu Zeytindağı kitabı bize onların duyup yaşadıklarını ve çıkardıkları dersleri anlamak bakımından değerli bir belge niteliği taşır. Bu kitapta, hiçbir gerçeğe dayanmayan boş hayaller uğruna orduların insafsız çöl ortamına nasıl sürüldüğünü; açlık, susuzluk ve donanımsızlık içinde ısrarla sürdürülen anlamsız çatışmalar ve hastalıklarla askerin nasıl boşuna feda edildiği ve bütün bunlara karşın insanımızın gösterdiği fedakarlık ve kahramanlıklar anlatılmıştır.
Falih Rıfkı kitabının sonuna doğru, yedeksubay olarak içinde bulunduğu Cemal Paşa’nın 4. Ordu karargahı ile birlikte artık İstanbul’a temelli dönüş trenindeyken hüzünle geriye bakıp şunları düşünüyor:
“Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan’ı bir safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüssüz, Şamsız, Lübnansız,Beyrutsuz ve Halepsiz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız…Anadolu hepimize hınç, şüphe ve emniyetsizlikle bakıyor. Yüzbinlerce çocuğunu memesinden söküp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz.” (s.118)
Ve kitabın son bölümlerinden birini şu cümlelerle tamamlıyor:
“Mustafa Kemal Büyük Harbe girmek aleyhinde idi: ilim adamı olduğu için!
Mustafa Kemal Kurtuluş harbini bırakmak fikrinde asla olmadı: vatan adamı olduğu için!
İşte size bütün kitabın özü: ilim ve vatan adamı olunuz.
Hiç biri, yalnız başına ne sizi ne milletinizi kurtarabilir.” (s.121)
‘İlim’, çağdaş ve akılcı düşünce; ‘Vatan’, Anadolu ve Trakya’dır. Ülke böyle kurtulmuş ve kurulmuştur. Tersine hayaller içinde olanlara, daha gerilerdeki acılara değinmeye gerek kalmadan, çöl kumlarına ve Kanal sularına düşüp kalmış Mehmetçikleri hatırlatarak, bitirelim.
(Kullanılan kaynak: Zeytindağı, Falih Rıfkı Atay, Remzi Kitabevi, İstanbul 1938, ilaveli ikinci baskı, resimli)
18 Temmuz 2010 Pazar
MANYAK YETİŞTİREN EĞİTİM SİSTEMİ
12 Temmuz 2010 Pazartesi
YAZ YAZILARI-3
11 Temmuz 2010 Pazar
YAZ YAZILARI-2
Yakın arkadaşı Derin Mermerci’yle Hillside Beach Club’ta tatil yapan Serhan Aloğlu ilginç bir tartışmanın ortasında kaldı. Kulübün ‘Silent Beach’ denilen gürültüden uzak plajında müzik yayını yapmaya kalkan Aloğlu diğer misafirlerin tepkisini çekti. Çocukların bile alınmadığı tamamen ıssız koyda Derin Mermerci’ye sevdiği müzikleri çalan Aloğlu duruma tepki gösteren konuklarla mini bir tartışmaya girdi...http://kelebekgaleri.hurriyet.com.tr/galeridetay.aspx?P=2&cid=37620&rid=2368