10 yılı aşkın bir süredir başka başka yerlerde otursam da bu evde doğdum, büyüdüm. En sağdaki pencere benim odamın penceresidir. Yolu Çankaya/GaziOsmanPaşa, Kızkulesi Sokak'a düşen arkadaşlarım, beni hala balkondan el sallarken gördüklerine, onlara "pşşt pşşt" dediğime yemin edebilirler.
Çok güldüm, çok ağladım, çok şaşırdım, az anladım. Hep biraz uzundum da 90-91 yazında 6 cm birden boy attım, kocaman oldum. Bu ev benim kişisel tarihimin mihenk taşı olurken, bizleri ülke tarihinin önemli dönüm noktalarına da şahit kıldı. Herkes ülkenin tarihini körlerin fili tarif ettiği gibi, işine geldiği gibi, seçmece tarif ederken, bu ev de benim kendi seçkimi yapmamı sağladı. Ankara'da Kızkulesi Sokak'la Kırçiçeği Sokak'ın kesiştiği noktada durdum, seyrettim.
70lerin sonuna doğru biz küçük civcivler neşeliydik. Eve kadar çıkmayan dolmuşlardan Filistin Sokak'ta iner, annemin torbalarla dolu ellerinden tutar, aheste aheste NeneHatun'u çıkmaya başladığımızda ise ben ayaklarımı yerden keserdim. Apartmanda bir tek bizim evde telefon olduğu günlerde herkes sırayla bize inermiş telefon görüşmesine de, önce bir evin civcivlerinin ellerinden geçmeleri gerekirmiş. Anlatılan o ki, Tanju Okan'dan yeni ayrılmış güzeller güzeli komşumuz telefonda konuşurken, annem de bizi kadıncağızın eteklerinin altından çıkarmaya çalışırmış.
Karanlık çöktüğnde başka bir atmosfer yaşanırdı, neşe biraz sönerdi. Herkes eve erkenden döner, perdeler sımsıkı kapanırdı. Uzaklardan çat çat, pat pat diye sesler gelirdi. Babamın yengesinin delikanlı kardeşinin Aydınlıkevler'de sağcı-solcu çatışması içinde çocukluk arkadaşı tarafından vurulup öldüğü haberi bomba gibi düştüydü evin ortasına. Bizimkiler bir yandan anarşi ortamında çocuk yetiştirmeye çalışırken diğer taraftan da abime Hansel ve Gratel masalını anlatarak yaptıkları hayatlarının hatasını telaffi etmeye çalışıyorlardı. Hayır, bizi ormana götürüp terk etmeyeceklerdi, kimsenin cebinde ekmek kırıntısı biriktirmesine gerek yoktu...
12 Eylül 1980 gününü hatırlamıyorum ama hayatın birazcık rahatlayıp, normale dönüşünü hatırlıyorum. Bir de okula başladıktan sonra okul yolunda her zaman gördüğüm binlardan birinin yeni sakinleri olduğunu... Annemle babam çapraz aşağımızdaki binanın üst katında balkonda gazete okuyan çifti göstererek "Bakın bunlar Bülent ve Rahşan Ecevit, bir süre burada oturacaklar" demişti. Daha sonra biz mahallenin çocukları onları ne zaman balkonda görsek bağırmıştık "Eeeceeeviit" diye. O da her defasında kalkmış yerinden el sallamıştı bize de umarım bizim yüzümüzden taşınmamıştır Oran'a.
Bu arada yukarıdaki tepelere gelen askeri lojmanlar da mahallenin çehresini biraz değiştirmişti. 80 öncesi anarşisinden herkesin canı yanmış olmasına rağmen kimse memnun değildi her zaman seke seke geçtiğimiz yollarda şimdi annemle babama kimlik sorulmasından, yalnızken bize "sen nereden geliyorsun, annen baban kim" denmesinden. Doğup büyüdüğüm GaziOsmanPaşa tepelerine çekilen tel örgüler üzmüştü hepimizi. Sonra da Özal zenginleri düşmeye başladı tek tek mahalleye. Bugün Hattat ailesinin bilmem kaç kere batırdıkları, tepesine diktikleri vincin artık inidirlemediği, hala boş duran devasa otel de o günlerin bir hatırası olarak ölümsüzleşti.
6 Ekim 1990 günü Bahriye Üçok'u katleden bomba ise bizim evde de patlamıştı. Hayatımda öyle bir gürültü bir daha duymadım, umarım bir daha da hiç duymam. Ecevitler'in evinin tam karşısında çok güzel bir evde oturuyordu Bahriye Hoca, kabul edemedi bizimkiler bir aydının evinin önünde böylesine hain bir saldırıya uğramış olmasını. Camlarımız zangır zangır titrerken, İran tehdidi işte böylece bizim için paranoya değil gerçek olmuştu. Günlerce kulaklarımız uğuldamıştı.
İlk siyasi protestomu Köroğlu'nda Mesut Yılmaz'a yapmıştım. Okuldan eve dönerken karşıma çıkan ANAP konvoyunun en önündeki otobüste en önde oturuyordu Yılmaz. Beyaz kurdeleli, okul formalı bir kız çocuğunu tehlike olarak algılamadığından olsa gerek, öne doğru eğilerek bana el salladı. Benim de kulaklarımda evde bol bol duyduğum "yolsuzluklar, borsa manipülasyonu, haksız kazanç" kelimeleri, bana doğru uzanan eli tutacağıma, kollarımı çapraz yapıp sağ ayağımı pat pat yere vurmuştum. Ne harika hissetmiştim kendimi...
24 Ocak 1993 günü Uğur Mumcu'yu katleden bombanın sesi Bahriye Hoca'nınki kadar yakınımızdan gelmedi. Biraz daha uzakta oturuyorlardı onlar. Ama sonraki karmaşa, ambülans sesleri, polis sirenleri olayın vahametini kapımızın tam önüne kadar getirmişti. Köroğlu'nda tıkanan trafik evin önünden mahallelinin gözyaşları ile birlikte akıp gidiyordu.
27 Mart 1994 günü Refah Partisi'nin Ankara Belediye Başkanlığı'nı kazanması ise doğduğum evin önüne bir kabus getirmişti. Yine okuldan dönüyordum, arabalarından sarkan yekpare kaşlı, kara çarşaflı kadınlar sağ şahadet parmaklarını bizlere doğru sallıyorlar, "hıncımız size hıncımız Çankaya'ya" diye bağrıyorlardı. Gösteriler 1 hafta sürdü, gece yattığımız yerden Refah Partisi konvoylarının korna sesini, "Çankaya da düşecek" naralarını duyuyorduk. Söz konusu partinin kapatılması sürecinde, bize yaşatılan 1 haftalık azabın anıları hep taze, ben şiddet yanlılığı konusunda ikna edilme gereği hiç duymadım. 28 Şubat süreci de benim için dışarıdan bakanlara göre biraz daha gerçektir.
Taşınmamızdan önceki seneyi ben yurt dışında geçirmiştim. Döndüğüm gün karşı apartmanın önünde bir kalabalık, bir kalabalık... Annemle babam ben üzülmeyeyim diye anlatmamış ama karşı apartmanın genç kapıcısının abisi meğer sabıkalı hırsızmış. Failinin o olduğundan şüphelenilen bir hırsızlık olayından sonra abiye ulaşamayan polis, kardeşi almış içeri. İki günün sonunda da adamcağızın karakolda intihar haberi gelmiş lohusa karısına. Bir başka faili meçhulle de işte böyle burun buruna gelmiştik....
İşte ben bu evde böyle büyüdüm politik olarak. "Bu cennet bu cehennem bizim" ne demek çok iyi anladım oturudğum yerden...Vaktim olursa sonra Ankara sokaklarında nasıl büyüdüm, onu da anlatırım... Şimdilik kalemimin ucuna gelenler bunlar....