29 Nisan 2010 Perşembe

BLOG BLOKU


Bir süre gittim geldim bu sayfaya. Orasını burasını çekiştirdim, rengini değiştirdim, sayfa düzeni ile oynadım... Ama bir türlü bir şey yazamadım. Ülkenin gündemi ağırlaştıkça söyleyecek sözlerim de çoğalıyor ama buradan slogan atmak da istemiyordum. Fakir, öksüz, yetim, küçücük çocukları koruyamadığımız düşüncesi ile elim böğrümde otururken "çok severek kullandığım Clinique'in Nude allığı geçen sezonda kalmış, keşke bir tane daha alsaymışım, elimdeki bitiverdi" veya "balık yanında limonlu risotto yenir" yazmaya da içim elvermedi.


Blog blokum sürerken başka bloglara girdim çıktım. Blog yazmak ile ilgili yazılar okudum, bol miktarda boş görme ve dudak bükmeye denk geldim. Bu kadar anlamsız mı yani burada yazılanlar... Gerçekten de "hiç bir zaman bu kadar çok kişi bu kadar çok şey yazıp bu kadar az okunmamıştı" mı!!! Bloggerlar sahip olmayı özledikleri, gerçek olmayan hayatları mı anlatıyorlar yani! Ama ben blogda yazdıklarıyla bir yayınevinin kendine ulaştığını ve bir kitap çevirisine başladığını anlatan, Hürriyet'in internet sayfasında köşe yazmaya başlayan, çocuğunun çok ender rastlanan hastalığı konusunda toplumu bilinçlendirmek için başladığı bloguna AB fon katkısı alan bloggerlara rastladım. Julie and Julia filmindeki Julie de bir meydan okumanın blogunu tutmuyor muydu! Gençler arasında çok güzel fotoğraflar çeken ve çoğu çok karamsar da olsa kendini arkadaşlarının önünde açıkça ifade edenler, takma ad kullanarak çok rahat cinsellik yazan kızlar gördüm. Ben kendi adıma memnun oldum, zaten blog yazmayı küçümseyenleri hiç takmadım.

Ve... Bu blok sürecinden bloga ara verme değil de iki yeni blog daha açma düşüncesi ile çıktım. Bir tanesi ciddi güncel ve akademik yazılarımı koyacağım, bir diğeri de babamın kütüphanelere evlere sığmayan kitaplarını satacağım iki yeni blog... Domainlerini aldım, kararlıyım yapacağım. Yalnız beni biraz bahar çarptı, hemen değil, biraz sonra...

20 Nisan 2010 Salı

MAKARON DA MAKARON...

Yemek blogunuz yoksa blog dünyasında geri planda kalmak sanırım kaçınılmaz. Özellikle profesyonel yemek blog sahiplerinin çoğunun profesyonel fotoğrafçılar olduğunu göz önüne aldığınızda... Anlaşılıyor ki bu blogların, görselliklerinin de etkisiyle, ne yenmesi gerektiğine dair inanılmaz bir kamuoyu yaratma güçleri var. Hangi bloga baksam bir makaron sevdasıdır almış başını gidiyor...



Acaba hangi odak verdi bu "Eveeet şimdi hep birlikte makaron tarifi veriyoruz" komutunu? Ve ben sözde bunca okumuş, kül yutmaz halimle bilinçaltımı nasıl koruyamadım bu makaron sevdasından? Hatırlıyorum da yıllar yıllar önce babam alıp getirmişti eve de burun kıvırmıştık "yok muydu şöyle bol çikolatalı bir şey" diye. Belçika'ya gittiğimde vitrinlerdeki dizi dizi makaronlara dönüp bakmamış da kırtasiyelerdeki Fransız Clairefontaine defterlerinin peşine düşmüştüm. Peki ne oldu da ben dün sabah "benim makaron almam lazım" diye uyandım? Bilinçaltım bu kadar mı müsait bu çeşit, nazik ifadesiyle, "müdahaleye"? Makaron lobisinin arkasında kimler var?

Bu arada ben enginar lobisinin de bu işin içinde olduğundan şüpheleniyorum.

16 Nisan 2010 Cuma

ZEN BEN

Dedim ya değişiyorum. Ben yürümüşüm, beni ben yapan, beni hiç terk etmeyeceğini düşündüğüm karakter özelliklerim yolda kalmış.

Hayatta pek çok şeyden çok korktum. Ama korktuğum bir şeyi sırf korktuğum için yapmamazlık etmedim. Kaç kere yüreğim ağzımda topladım bavullarımı, kaç kere bilmediğim diyarlara vardım sabahın köründe, gecenin yarısında... Kavgadan korksam da, haklı olduğum noktada kavga etmekten hiç korkmadım. Dönüp gitmek yerine gömleğimin kollarını sıvamaya başladım hemen. Bu bendim; pire için yorgan yakan, dere tepe düz giden. Bu hep böyle olacak sanıyordum. Sonra dün bir arkadaşım başına gelen mesleki bir talihsizliği anlattı. O ana kadar danıştığı herkes "yalın kılıç dal kavgaya" demiş; "bırakma bunu onların yanına..." Benim de öyle demem beklenirken ben kendimi, arkadaşımın şaşkınlığına ve hoşnutsuzluğuna rağmen "dön arkanı yürü git" derken buldum. O anda da dank etti kafama; ben artık kavgalarımı seçmeye başlamışım...

Vaktimi alacak, kafamı gereksiz yere meşgul edecek, ruh halimi esir alacak, aslında hiç önemsemediğim insanları hayatıma sokacak hiç bir kavgada artık ben yokum.

Arkamı dönüp yürüdüğümde kavgadan kaçmıyorum, sadece o kavgayı seçmiyorum.

9 Nisan 2010 Cuma

FESLEĞEN MON AMOUR

Toprak grubunda benim burcum. Toprak kokusunu sanırım herkesten biraz daha çok severim. Çocukken toprak gibi kokmak için toprağı sadece cebime koymaz, avuçla saçlarımın arasına serperdim. Annemin beni her seferinde küvete atıp ovalaya ovalaya yıkaması mı etkili oldu yoksa büyüdüm mü hatırlamıyorum ama benim toprağa bulanmış günlerim sona erdi...

Okuduğum bir Audrey Hepburn biyografisinden aklımda kalan, UNICEF elçisi olarak katıldığı bir Oscar törenine manikürsüz ve tırnaklarının etrafında toprak kalıntıları ile katılması olmuştu. Tırnaklarını fark edenlere "Buraya gelmeden önce bahçemde çalışmak zorundaydım" diye açıklamış. O zaman bana çok anlamlı gelmeyen bu disiplini, bugün özlüyorum ben. Ankara'da korunaklı bir sitede oturuyorum. Yokluklarım arasında bir de bahçe var. Toprağa bulanmak istiyorum yine.




Bugün market alışverişinde bir saksı toprak ve bir torba fesleğen tohumu gördüm. Aldım, eve getirdim. Besmeleyle serptim tohumları, suladım toprağı. Sulasam sulasam sulasam saksıyı, bir gün bir bahçe büyür mü içinden?

...

Ben beklemeye başladığımda doğan bebeler 2 yaşını doldurdular. Aldığım fesleğen tohumları, biliyorum ben beklemeye devam ederken filizlenecek. Ben beklemeye devam etsem de çağıracağım dostları, fesleğenimden yapılmış pesto soslu makarna yemeğe.

8 Nisan 2010 Perşembe

BU ARALAR...

Bu aralar anneannemi hatırlıyorum sık sık. Yaptığımız son telefon görüşmelerinden birinde bana "Ben o mor çiçek açan sarmaşıklar gibiyimdir Akça... Hani üstlerine duvar yıkılır ama bulurlar bir yolunu yine açarlar mor mor...Ben de öyleyim işte" demişti. Yoğun bakımda ziyaretine gittiğimde ise sevinçle elimi eline almıştı... Almıştı almasına da hemen ardından "Bizim de hiç birimizin eli güzel değildir" demişti...

www.rithea.com

Anneannemden bana miras, sağlam dilbilgisi ve bir kutu Türkeli firketesi kaldı. İkisi için de minnettarım.


4 Nisan 2010 Pazar

DEVLETİ GÖREVE ÇAĞIRDILAR VE...

Yurt dışındaki sperm bankasından hamile kalınmasının yasa dışı ilan edilmesi ile birlikte tüp bebek yöntemi ile gebelikte de çoklu embriyo kullanımı da devlet eli ile yasaklanıyor. Ben bu kararların "Türk aile yapısı" veya "Dinimiz ve toplum ahlakı" ile başlayan açıklamalarıyla hiiiç ilgilenmiyorum. Bana göre devlet, hükmedemeyeceği bir bölge ile ilgili kararlar almakta ve kadının önündeki seçeneklerden beğenmediklerini onun adına elemektedir.

Sperm bankası aracılığıyla hamile kalmak tamam Türk aile yapısına (!) ters ama diyelim ki baba baskısı/tacizi görmüş bir kadının babasız çocuk doğurmak istemesinin önüne de devletin çıkmaması gerekir. Yahut tüp bebek yöntemi ile gebeliklerde tekli embriyo, doğum sonrası bebeğin Yeni Doğan Ünitesi'nde geçireceği süreyi kısaltabilir, doğum sonrası komplikasyonları minimuma indiriyor olabilir. Çoklu embriyolu gebelikler de hamilelik sürecinin ve doğumun başarı ile gerçekleşme olasılığını artırıyor diyor ama doktorlar... Ben de diyorum ki, bu seçeneklerin ikisinin birden kadına sunulmasının önünde devlet bir engel olamaz!



Devleti küçültüyorum ayaklarıyla bireyin tamamen özgür olması gereken bölgelerine el atıldığında ben, yer yerinden oynar sanıyordum. Birkaç protesto yazısından gayrı çok kimse dert etmedi bu durumu. Kendisinin ihtiyaç duymayacağı bir özgürlüğü, bireysel özgürlük meselesi olarak görmedi.

Yine de haksızlık etmeyeyim. Devlet, bireysel özgürlüklere benim dediğim kadar da kör, sağır değil. Bakın eğer yarınki teklif yasalaşırsa, bireysel özgürlükler çerçevesinde 18 yaşındakiler bile silahlanabilecek. Yaşasın özgürlük!