8 Aralık 2012 Cumartesi

KİSSY HALLERİ

Kissy kocaman oldu. Kedi karakteri ve cüssesi olanca ihtişamıyla ortaya çıktı. 4 Nisan'da 2 yaşında olacak. Ondan önce Mart ayında azacak ama toplarından ameliyat olduğu için neden azdığını bilemeyecek yavrucak. Toplardan değil böbrek üstü bezlerinden azarmış ya kediler... Onu dişi sandığım ilk 6 ay boyunca kararlıydım, bir kere doğuracak, sonra ameliyat olacaktı. Ama erkek olduğunu, yakaladığı sineği yemesini engelemek için aniden ensesinden yakalamam suretiyle korkudan verdiği "tepki"den anladığım anın haftasında soluğu veterinerde aldık. Doğallığına yaptığım bu müdahelenin vicdan muhasebesi uzun sürdü, sonunda "ömrü uzadı" argümanına sığındım.



Yavruluğunda çok şirindi ama beni mahvetti. Patisiyle vurup da devirip kırmadığı şey kalmadı. Kendini temizlemeyi bilmiyordu, kumundan kalkıp kendini kucağıma atıyordu. Oynarken heyecanlanıp gaz kaçıryordu. Sınav kağıtlarını okurken hız alıp alıp kağıtların üstüne atlıyordu. Bir kereside cevap anahtarımı tam ortasından yedi. Sonra aklı erdikçe kumunu beğenmedi.  Sentetik olanı tavsiye ettiler önce; koku yok, poposuna yapışıp etrafa dağılmıyor. Ama Kissy istemedi onu, istemediğini anlatmak için de kakasını kum kutusunun içine değil önüne yaptı. Doktora sordum, "vurun kafasına hafifçe birkaç tane, başka türlü öğrenmiyorlar" dedi.  Dayak yemesine rağmen vazgeçmedi, ben de biraz araştırdım; meğerse sentetik kum hem doğaya, hem kediye hem de sahibine zararlıymış. O sentetik kumdan kalkan beyaz toz, kot işçilerinin soluduğu zehirli maddeymiş. Doğal kuma döndük. Bebek pudrası kokulu, topaklanan doğal kum. Çok mutluyduk. Ama bazı zamanlarda yine kum kutusunun önündeki gider ızgarasının üstünde buldum kakasını. Dayağı yedi ama ben yine de düşündüm, "Bu kedi iletişim kurmak istediğinde kakasını dışarı yapıyor. Şimdi ne demek istiyor?" diye. Sonra anladık değiştirilmeye yakın kumu temizlenmekten azalıyor ya, Kissy kumunu hem temiz hem de bol bol istiyor. Dayak yiyeceğini bildiği halde  "kumum hiç azalmasın istiyorum" diyebilmek için yapmış yine o kaka manifestasyonunu.

Kissy'nin diyeceğini diyip sonra "biliyorum dayak yiyeceğim ama iletmek istediğim bu, bunu yapmak zorundaydım" diye bekleyişi hepimize çok şey öğretti aslında. Ne yaptığından eminsen, ucunda dayak da olsa yap! Üstelik banyoya kapatma cezasını da ceza olmaktan çıkaracak ne varsa onu yapıyor. İçeride mutlaka oynayacak bir şey buluyor ve "beni çıkar" diye asla yalvarmıyor. "Cezam neyse yatar çıkarım. Her yer aynı bana" duruşu da öğretici geldi bana. Başıma gelen her bir talihsizliği dünyanın sonu gibi karşılayan ben, bir kediye bakıp cezanın da, mutsuzluğun da bir bakış açısı olabileceğini gördüm.  

Bu aralar doğal kumumuz istediğimiz gibi topaklanıp kokuyu hapsetmiyor. Sonunda torbası 23 liralık organik mısır koçanından kuma geçtim. Tahtalara vuralım, çok çok mutlu. Satıcı bana "İran kedisi değil mi? Çok seçici onlar," dediğinde "Hayır bu temizliğine ve doğal hayata çok düşkün bir tekir kırması, sokak kedisi yavrusu" diyemedim. Babam Kissy'e sokak kedisi dediğimde çok kızıyor, "asil o asil" diyor. Yavruluğundaki kokulu, gazlı hali geçince bir temizlik düşkünü oldu ki sormayın. Saatlerce temizliyor kendini. Patilerinden fışkıran tüylere bakıyorum da Kissy'nin içinde bir yerlerde bir orman kedisi olabilir diyorum.

Yemek konusunda masalara atlamaktan vazgeçti. Kendi mamasının ne olduğunu öğrendi. Yaş mamayı haftada 1 gün yiyebildiğini öğrendi. Bana top atmasını öğrendi; bazen ben ona topu geri attığımda topa gelişine bile vuruyor.

Bir de sokak kapısı açıldığında dışarı kaçmamayı, dünyasının sınırlarını öğrendi. O sınırlar içinde varolması gerektiğini. Bu işte ama, kalbimi kırıyor biraz.                         

26 Ekim 2012 Cuma

HER TARTIŞMAYA RAZI OLMAMA DURUMU: MILL VE VOEGELIN

Liberal değilim ama liberallerin amentüsü John Stuart Mill'in Özgürlük Üzerine baş ucu kitaplarımdan biridir. Kitaptan takip ediyorum; bireyi bastıran, kıstıran güç odaklarında sıra ne zaman devletten dine ya da aileye gelecek merak ediyorum. Bireyi "kurtardık" diye bir devletin elinden alıp diğer bir devletin, iyiden iyiye kurumlaşan dinin ya da acımasızca yargıçlaşan ailenin kucağına atmak değil benim okuduğum özgürlükten anladığım. Endişeliyim ama liberal olmadığım için gidişattan sorumlu da değilim. Türkiye tarihine hep dışarıdan bakmış, hiçbir sıkıntılı, trajik olayda paçasına çamur sıçramamış,  kendi kendini atadığı ombudsman koltuğundan normatif normatif parmak sallayan liberal, o koltukta eğri oturup doğru konuşmak zorunda olduğu noktaya geldi. Örneklerini bir-iki görmeye başladık.

Mill'i yeniden hatırlamamın nedeni geçenlerde Eric Voegelin'in "John Stuart Mill: Freedom of Discussion and Readiness for Discussion" makalesini okumuş olmam. Ben de Mill'in tartışma özgürlüğünü savunurken aslında bir de özgürleştiren tartışma tanımı sunduğunun pek fark edilmemiş olduğunu düşünürüm. Karşı taraf konuşurken göz devirmenin, alaycı gülmenin bile ifade özgürlüğünü engelleyen unsurlar olduğunu yazmıştır da nedense kitabın o kısmı pek okunmamıştır. Voegelin de Mill'in önerdiği bu özgürleştiren tartışmanın, mevcut sosyal düzende artık pek mümkün olmadığını yazmış. Çünkü Mill;

1) Toplumun sorumluluk sahibi bireylerden oluştuğunu

2) Sorumluluk sahibi bireylerin sorunları akılcı tartışma yolu ile çözmenin görevleri olduğuna inandıklarını ve bu görevi ifa etmeye her zaman hazır olduklarını

3) Sosyal düzenin akıl yolu ile ikna sonucu kurulacağını

4) İnsanoğlunun eşit ve özgür tartışma ile kendi insan durumunu iyileştireceğini

5) Tartışmanın amacının doğruya ulaşmak olduğunu

varsaymıştır.

Voegelin de Mill'in  özgür(leştiren) tartışmayı aslında pek çok koşula bağladığını ve bu koşulların gerçekleşmediği zamanlarda yaşadığımızı söylüyor. Öyle ki;

1) Toplumların akılcı bireylerden oluşmadığı medeniyetlerde

2) Mensuplarının çoğunluğunun kendini "birey" olarak tanımlamadığı toplumlarda

3) Amacı doğruya ulaşmak değil de karşı tarafı alt etmek (overwhelm) olan kişilerle

4) Akılcı tartışmayı önlemek için tartışmanın akışını değiştiren laf kalabalığı üretme (prolixity) yönteminin benimsendiği ortamlarda

özgürleştirici tartışma yapılmaz. Tartışmaya hazır insanlar her zaman olacaktır ama bu ifade özgürlüğünün garanti altında olduğu anlamına gelmez.

Böyle durumlarda (yani Mill'in tanımladığı tartışma ortamının mevcut olmadığı durumlarda) Voegelin, bireyin herkesle, her tartışmaya hazır/razı olmamasını  bir ifade özgürlüğünü koruma yöntemi olarak benimser.


Kaynak: Voegelin, Eric. Anamnesis: On the Theory of History and Politics. Chicago: Chicago University Press, 1952.

15 Eylül 2012 Cumartesi

KULAK TIKACINA ÖVGÜ

The uproar of mankind is intolerable and sleep is no longer possible by reason of the babel. Epic of Gilgamesh (İnsanoğlunun gürültüsü tahammül edilmez ve kargaşa yüzünden artık uyku mümkün değil)

Gılgamış Destanı'nda Büyük Tufan'ın nedeni, insanoğlunun yeryüzünde çok gürültü yapmaya başladığı  için tanrıların uykusunu kaçırması olarak anlatılır. Acaba diyorum, İ.Ö. 4990'da insanoğlu bugün yaptığından daha büyük bir gürültü yapıyor olabilir miydi? Sanmıyorum. O zaman biz hala nasıl kızdırmadık uyumaya çalışan tanrıları?

Hiç bitmeyen sirenleri, kornaları, çekiçleri, vinçleri, bağrışları, hakaretleri, itibarsızlaştıran arkadan konuşmaları, üst komşu takırtılarını duymaz mı oldular? Yoksa onlar da mı kulak tıkacı kullanmaya başladı?

Küçükken hatırlıyorum bizimkilerin profesör arkadaşı Ayda Teyze, çantasında çekirdek, tespih ve sakız taşırdı. Gittiği sosyal ortamlarda bahtına hangisi düşerse, delirmesin, uyum sağlasın diye o da çekirdek çitleyenle çekirdek çitler, tespih çekenle tespih çekerdi. Şimdi yıllar geçti, ben de Ayda Teyze oldum. Sakız, tespih, çekirdek taşımıyorum belki çantamda ama kulak tıkacı uzmanı oldum.

İstemsiz olarak duyduğum her saldırgan sesi, kendi insan bütünlüğüme bir müdahele olarak görüyorum, engellemek istiyorum. 

Henüz bir servet boyutunda değil ama çok para harcadım kulak tıkaçlarına. Silikon olanlar kulağın tam içine konmuyor, dolayısıyla sesi kesmiyor. Sünger olanlar bir süre sonra eski formunu alıp kendini kulaktan dışarı fırlatıyor. Plastik olanlarla uyunmuyor. İş güvenliği elektronik marketinden bile kulak tıkacı ısmarlamışlığım var. Ama onları da kulakta tutmak için başka bir alete ihtiyaç var. İyice kafayı bozarsam Procter&Gamble'ın müzisyenler için sattığı 200 Pound'luk kulak tıkacından alacağım ama o zaman da gerçekten bir servet harcamış olacağım. Yine de 5 liralık klasik Vasepak'tan iyisine de rastlamadım bu arada. Şimdilik fani huzurumu onunla sağlıyorum.




Alt komşuma tembih ettim; "bir yangın halinde beni mutlaka kurtarın" diye. Kulaklarım tıkalı, Allah muhafaza.  

Tear down your house, I say, and build a boat. Epic of Gilgamesh (Evini yık diyorum sana ve bir tekne inşa et)   

12 Eylül 2012 Çarşamba

ALTERNATİF TARİH ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Derler ki alternatif tarih okuyanlar, hayatın sırrına erermiş. Kem göz, kötü söz, pis nefes, sebesiz düşmanlığa karşı efsunlanır, fani ömürlerinde bir daha dert, tasa, vesvese nedir bilmezlermiş. Alternatif tarih okuyan o kutlu kişinin bastığı yerde çimler daha gür biter, geçtiği yerde söğütler başlarını hürmetle yere eğermiş. O mübareğin dilinden hakikâttan gayrısı dökülmezmiş. Alternatif tarih, bir ölüme bir de kara sevdaya ilaç olmazmış. Amma geri kalan soruların tekmil cevabını koynunda saklarmış. 

Öyle bir kullanım kazandı ki bu "alternatif tarih," elimizde olağanüstü bir kudrete sahip sihirli metinler var sanki ve onların da tek bir alternatif okuması. Tabii bu biricik okumanın, resmi tarihi yalanlaması entelektüel bir zaruret. Bu nedenle de kutsal, dokunulamaz, eleştirilemez. Eleştirmeye; karanlık, hatalı ve taraflı yanları üzerinden didik didik etmeye kalkışmaya gör, resmi tarihçi oluveriyorsun.  Ya ocusun ya bucu. Halbuki hem alternatif hem resmi tarih metinlerinin Umberto Eco'nun ifadesi ile "çoklu okumaları" mümkün. Ancak bugün bu memlekette resmisi ile birlikte alternatifi de artık kendi tek okumasını dayatıyor. Çoklu okumayı engelleyen, reddeden bir alternatif,  resmiyetten bunalan dimağlara reva mıdır?

Alternatif tarihin çıkışı ne kadar saygınsa mevcut hali o asil çıkış noktasına o kadar saygısız. Neydi o çıkış noktası? Hakikât algısını elinde tutan güç odaklarına baş kaldırmak, iktidarların susturduklarının sesi olmak (history from below) değil miydi? Bu bizim alternatif tarih ne zaman başladı susturmaya, pıstırmaya, dayatmaya? Çoklu okumalara müsade etmeyen bir güç odağı olmayı nasıl içine sindiriyor böyle?

Alternatif tarihin başlangıç noktası olarak ünlü İngiliz tarihçi Edward Thompson'ın 1963 yılında basılan The Making of the English Working Class kitabı kabul edilir. 19. yüzyıl İngilteresi ve ötesine o zamana kadar kimse çalışan sınıfın gözünden bakmamıştır. Daha sonra 1970ler ve 80lerde, özellikle çağdaş düzenin sosyal, ekonomik, politik dinamiklerini anlamak niyeti ile, kaynakça olarak günlük, mektup, roman, gazete ve dergi kullanan sayısız metin ortaya çıktı. Ne var ki bu metinler, akademik tarih içinde değil sosyoloji, edebiyat ve politika felsefesi kapsamında ele alındı ve alınıyor.. Bence de doğru olanı budur.




Alternatif tarihin varolma nedeni akademik tarihin yerine geçmek değil, bugün odaklı "anlama" çalışmalarına "çoklu okumalar" sunmaktır. Diğer bir deyişle örtülü bir anlamı keşfetmek değil, yeni bir anlam yaratmaktır. O anlam da tek hakikâtı değil, hakikât algılarından sadece birini temsil eder. Alternatif tarih keyfi değildir; kötücül, taraflı, kişisel olmamalıdır. Akademik tarih kategorisinde olmaması onu tarihyazımındaki Weberyen sorumluluk etiğinden muaf tutmaz.       

 Kaynak: Domanska, Eva.'Historiographical Criticism: A Manifesto.' Keith Jenkins, Sue Morgon and Alan Munslow (eds) Manifestos for History. New York: Routledge, 2007. pp. 197-204.
 

25 Ağustos 2012 Cumartesi

BODRUM GÜNLÜĞÜ -III (SON)

Ne demiştim? Hatırlamıyorum kimindi bu "Bolluk, bereket emek ister" sözü. Doğayı kendi emrine amade zanneden, park ettiği arabasını göremediği için ağaç kestirenler memleketinde ne büyük bir çelişki bu kadar çok insanın bereket, bolluk dilemesi. Ben Yalıkavak Marina'nın hikayesini bilmiyordum. Annemin artık Bordum'un yerlisi olmuş arkadaşı anlattı.

Jef Kamhi önce denizi doldurtmuş, boğaz daralmış, panorama değişmiş ama tekneler daha kolay yanaşır olmuş. Sonra bir Azeri işadamı marina inşaatını üstlenmiş. Bir kasabanın sahil şeridini gelip duvarla çevirmişler ardından. Ama görseniz sanatçı elinden çıkmış, o taş duvara yelkenli ve dalga oturtmuşlar.

Dalga geçer gibi...

Bir kasabanın rüzgarını kesebilme gücü var bu ülkede bazı insanların. Buna izin verecek yerel yöneticiler de. Bir zamanlar denize bakan evlerinde şimdi oturup taştan yelkenlilerle avunması beklenen insancıkların ise sesi de yok gücü de... Hayatımda servet düşmanı olmadım, kimsenin kişisel lüks harcamasını yargılamadım. Ama parasıyla rüzgar kesen, duvar ören her kimse bolluk, bereket yüzü görmesin inşallah.

Bodrum halkı esprili. Marinanın içine "Milyonerler Kulübü" diyor. Estetik bulmadıkları Atatürk heykelinin önündeki dolmuş durağının adının "Beton Kemal" olmasına gülmüştük de buna  insan gülemiyor.

Güneş çok güzel batıyor Yalıkavak'ta. Biz de Cafer'in Yeri'ne yollanıyoruz yavaş yavaş. Bayram yaklaşıyor ya, fiyatlar da bayramlık olmuş. Geçen hafta kilosu 60 lira olan tekir bu akşam 80. Çiçek dolması hayatımda yediğim en lapa dolma. "Ne yapalım bayram öncesi" diyoruz yine, kalkıyoruz.    

Ertesi gün arife. Aramızda klostrofobikinden panik ataklısına ne ararsan buluduğu halde aklımızı peynir ekmekle yediğimiz için giyinip Turgut Reis pazarına gitmek üzere yola çıkıyoruz. Dönmemizden önce başka pazar yok, ne alacaksak buradan alacağız.

Kimse yanına doğru düzgün CD almamış olduğundan ben geçen hafta Bodrum Strabucks'tan JukeBox diye bir tane satın aldım, onu dinliyoruz. Şöför olmanın avantajını kullanarak iki şarkıda bir Ayten Alpman'dan Söyleyemedim'e dönüyorum.


Bizimkileri pazarın orada bırakıp park yer bulmak için küçük bir Turgut Reis turu atıyorum. Tam başladığım yere dönmüştüm ki cillop gibi pazar yanı park yeri beni bekliyor. Orada kaldırımın önünde duran kadını neden orada durduğunu anlayamadan biraz iteleye iteleye park ediyorum. O sırada arkamdaki araba da çıkınca kadıncağız o tarafa doğru yöneliyor ama başka bir araba aynen benim yaptığım gibi park ediyor. O sırada kadının kocası olduğunu anladığımız adam ağzından köpükler saça saça hem arkamdaki arabanın şöförüne hem karısına bağıra bağıra beliriyor siyah arabasının içinde. Meğer karısına park yeri tuttururmuş. Gelip de park yeri bulamayınca hem karısını hem öbür şöförü arabasıyla pazarın girişine kadar kovalıyor.

Herkes pazarın bir köşesine dağılıyor. Ben seramik nihaleler, bardak altları, boncuklar, yemeniler içinde kayboluyorum. Sporuna bana söylenen fiyatın 5 lira altını söylüyorum geri, çoğunda tutturuyorum. Pazarlık yapmaya ısınıyorum böylece yavaş yavaş. Alışverişini bitiren Alin's diye bir kafe var, oraya geçip oturacak. Cappuccino'nun yanında Belçika'nın Lotus diye karamelli bir bisküvisi vardır ya, ondan veriyorlar. Ben hep fazlasını istiyorum, "zor zamanlar" için çantamın içine atıyorum sonra. En son ben gelmişim. Ne yapalım yarma şeftali çıkmış, almasam olmaz. Kokusu burnumu tutan tarla domatesinden almasam olmaz. Güneşte kurumuş domates almasam hiç olmaz. Öyle diye diye vakit geçmiş, anlamamışım. Sempati'de çiğ börek yiyor ve asfalt eriten sıcakta evimize geri dönüyoruz.

Hiç dönmek istemiyorum bu sene şehire. Karabiber ağaçlarını, begonvil gölgesini, uzun kahvaltıları bırakmak istemiyorum. Geceleri terasta kafamı kaldırıp yukarı baktığımda bana dünyanın merkezi olmadığımı hatırlatan yıldızları göremediğim bir yerde olmak istemiyorum.


Üstelik ben şehir insanıyımdır.  

18 Ağustos 2012 Cumartesi

BODRUM GÜNLÜĞÜ-II

Dereköy'deki yangın maalesef 10 köy evini de küle çevirdi. Ertesi gün yeniden başlayan yangını söndürmek için bu sefer bir helikopter geldi, aynı kovayı onlarca kez bizim koya daldırıp çıkardı ki yangın sönsün...



Sabahları deniz soğuk ama çarşaf gibi oluyor. Hep aynı insanlar var etrafta da. 2 yaşındaki Kuzey dün gece "oha" demeyi öğrenmiş, bu sabah bütün kumsalı inletiyordu. Kuzey'in arkadaşları Teoman'la Metehan kardeşler daha uslu. Yalnız, insan neden tarihi bir baba-oğulun ismini abi-kardeş çocuklarına verir ki, üstelik oğlan babayı öldürerek tahta geçmişse.




Bir sabah plaja giderken Aysu Hoca ile karşılaştım. Sarı Vosvos'unun içinde gazetelerin kitap eklerini karıştırıyordu. Meğerse yeni kitabı çıkmış yorumları merak ediyormuş. Cumhuriyet Kitap'ta denk gelince bir yoruma heyecanlandı. Ben de "darısı başıma böyle heyecanların" diyerek yoluma devam ettim. Bu aralar kitap eklerinde Ernest Bloch'un Umut İlkesi'nin 2. cildi çıkmış, o var. Vallahi ben Tanıl Bora çevirisi bile olsa Ernest Bloch'u Türkçe okumaya kalkışmazdım. Neyse.

Gümüşlük kış hayallerimi süslediği haliyle çıktı karşıma bu sene de çok şükür. Atölyecilerin tezgahından terasa koymak için seramik değirmen, efil efil bir elbise, küpeler ve Bodrum boncukları aldım. Cumhur'un Yeri'ne gideriz mutlaka hep akşam yemeği için. Çiçek dolması, deniz börülcesi, kalamar ızgara ki sirke, kırmızı biber ve zeytinyağ ile şenlendirilmiş eşsiz bir tatdır, yemeden olmaz!

Olmaz da bu sene masaların sayısını çoğaltmışlar sanki. Yetişemiyorlar servise. Izgara içeride tıkış tıkış, balık zamanında gelemiyor. "Bayram yaklaşıyor ondan" dedik ama biraz da burulduk tabii. Arkamızda Jehan Barbur ve kocası oturuyordu, yoldan geçen Burhan Şeşen'i çevirip masalarına davet ettiler. Ertesi günkü Bülent Ortaçgil konserine hazırlanıyorlarmış.

Her sene daha kalabalık, etkinlik sayısı daha fazla. Bakalım nereye kadar hayallerimdeki gibi bulmaya devam edeceğim Gümüşlük'ü? Kapısında kumlu ayakların su kabağından bir kepçe ile yıkandığı sahil evinin hayali daha ne kadar devam edecek? Böyle böyle derken ama, bir akşam daha kalktık vardık bu sevgili yere. Bu sefer Dalgıç'ta ev yemekleri yedik. Yoğurtlu semizotunun hastasıyız hep beraber. Aşağıdakine benzer diyaloglar yaşandı bütün gece:

-Abi şu tabakları alayım da köfteye yer açılsın.
...
-Semiz! Semiz nerde?
-Semizi almışlar.
-Abi, semizi de almışsın.
-Semiz yok bende olum.
-Semiz nerde?
-Semiz bende.
-Bulduk semizi.

Arka bahçede bir gün sonrasının yemekleri için bamyalar, börülceler ayıklanıyordu. Bir yavru köpek oraya sığınmış, sevgiyle bakılıyordu. Biz de sevgiyle uğurlandık. Belki de hayal sandığımdan biraz daha uzun sürer, belli mi olur!

Sırada: Yalıkavak Hikayeleri ve Turgut Reis Pazarı




 




          

14 Ağustos 2012 Salı

BODRUM GÜNLÜĞÜ





Çok şükür deniz tatilim başladı. Bayrama kadar ne yaptık yaptık, sonra doğal kaynakların paylaşımı üzerinden kıyamet kopacak çünkü kalabalıktan.


Sabah gazete almaya ben çıkıyorum. Önce iskeleye kadar yürüyüp oradan site komşumuz Nigar Uluerer'in evinin önünden geçiyorum. Arabasını bu sabah dışarı park etmiş. Arkadan vuruk arabanın yolcu koltuğunun başlığına peruklarından birini takmış kadın; korkudan altıma ediyordum ne olduğunu anlayana kadar.


Bizimkiler yaz hovardalığında Aydınlık gazetesi de alıyorlar eve. İçinde bir Ergenekon duruşma diyalogu var ki evlere şenlik.  Yani, Aziz Nesin ölmedi, Silivri'de yaşıyor. Özetle şöyle: Hakim: "İtiraz etmeyin. Tuncay Özkan'ı dışarı çıkarın." Özkan: "Daha itiraz etmedim ki. Soru sormak için el kaldırıyorum." "Dışarı." Avukat Nazlı Çubuklu: "Bu nasıl yargılama? Böyle yargılama mı olur?" Hakim: "Siz de dışarı." Tümgeneral Hıfzı Çubuklu: "İnsanları tahrik ediyorsunzu ama" Hakim: "Lütfen oturun." Çubuklu: "Zaten oturuyorum." Hakim: "Veli Bey gülünecek bir şey yok. Yargılama yapıyoruz. Böyle yargılama olmaz." Veli Küçük: "Çok haklısınız, böyle yargılama olmaz."


Bugün Bodrum'un bez pazarı. Kissy babamın anneannesinden kalma güzelim mutfak perdelerimde iki patilik delikler açtığı için onlar tamir edilirken yeni perdelere ihtiyacım var. Yola düştüm. Bodrum'da kullandığımız araba otomatik, deli ediyor beni. Yokuş yukarı virajlarda ben gaza basıyorum, o vites atıyor. Köh köh kalıyorum bir-iki saniye öyle. Neyse, Bodrum'a dolmuşla iniyorum Allahtan. Rüzgar püfür püfür.


Türk kahvesi almak için girdiğim kuruyemişçide tezgah altı Datça bademi satışına tanık oluyorum. Meğer Bodrum'da bir tek orada satılırmış ve sadece hatırı sayılır müşterilere. İstanbullu, belli çok güngörmüş bir hanımefendi 2 kilo alıyordu. "Benim bademli pilavım meşhurdur evladım. Her yıl buradan toptan alırım" dedi. Sus payı, benim de yarım kilo almama izin verdiler. Uranyum taşıyormuşçasına ciddi ve ketum, kafamı eğerek teşekkür edip yanlarından ayrıldım.


Dalyancı'nın bu seneki kolleksiyonunda beğendiğim bir şey olmadı. Ben etrafa bakarken içeride bir kapı krizi yaşandı. Süleyman kimse, Dalyancı'nın kapısını, çok beğeniyor herhalde, ikide bir alıp gidiyormuş. "Oğlum" diye sesleniyordu Dalyancı ayrılırken, "Sülo yine kapıyı aldı gitti. Hadi getir şu kapıyı."


Bu yaz kumsalda okumak için bir dandik kitap ararken Ankara'da, şu Dizüstü Yayınları'ndan bir şey alayım bari demiştim ama o kadar felaketti ki aldığım kitap, "deterjan kutusu okurum daha iyi" deyip yanıma almadım bile. Bodrum'daki evde her gelenin yanında getirdiği kitabı bıraktığı bir kütüphane oluştu. "Bari bunlarla deneyim şansımı" dedim. Elif Şafak'ın Aşk'ını aldım elime istemiye istemiye. Abim "Yok cidden, bu kitap o kadar fena değil. Sufizimi çok iyi anlamış, orası kesin" deyince biraz heveslendim. Hatta "İstersen önce Ahmet Ümit'in Bab-ı Esrar'ını oku. İkisi de aynı kitabı yazmışlar aslında, kıyaslarsın" dedi. Marina'ya yürüdüm o yüzden, oradaki D&R'da buldum kitabı.


Kahvemi içtim, pazarda "eski perdelerimi kedi yedi" deyince kedi indirimi aldım. Tam da dönüş için dolmuşa binmiştim ki telefonum çaldı. Bamya pişmiş, bekleniyordum. Sadece Ege bamyası yediğim için özel davetle çağrılıyordum sofraya, ben gelmeden de kimse başlamıyordu yemeğe.


Dolmuşla eve dönerken ortalığı bir is kokusu kapladı. Kafamızı bir kaldırdık ki Erenköy tepeleri yanıyor. Yangının üstünde bir biçare uçak, alçalıp alçalıp bir şey yapamadan çaresizce uzaklaşıyordu. Kesin 2B arazisi olacaktır o tepe de, sonra yanmış/yakılmış orman arazisine inşa edilecek villalarını insanlar "bereket" diye seramik narlarla donatacaktır. Nerede okudum "bereket, bolluk emek ister" diye... Önce emek vereceksin; narlara, sarı başaklara umut bağlamak sonra.

Kendi mültimilyoner karşı komşumuzu düşündüm. Sitenin Topçam Sokağı'nda oturmamıza rağmen arabasına park yeri açmak için bütün topçamları kesti, bir tane bırakmadı. Ama karşılığında her yere zeytin ve nar ağaçları diktirdi, kendi yokken de baktırtıyor ağaçlara. Ahlaki bir ikilem içinde bıraktı bizleri. Topçam Sokağı'nda topçam kalmadı diye kızmalı mıyız yoksa Topçam Sokağı'nı gölgeleyen zeytin ve nar ağaçlarının tadını mı çıkarmalıyız? Bilemedik.



Alt komşumuz memnun hayatından. Bu sene koya gelen turist teknelerinin yanında yüzüyormuş. Tatilin başından beri RayBan gözlük, ToyWatch saat ve 20 lira bulmuş. "Bir öğlen siz de gelin" diyor...




7 Ağustos 2012 Salı

2012 KEDİ OLİMPİYATLARI

Bu seneki kedi olimpiyatlarının yükselen yıldızı Kissy'i bekliyoruz heyecanla. Her gece olduğu gibi bu gece de saat tam 23.00'de, 100 metre engelli koridor koşusunu gerçekleştirecek.



Kissy ya da hayranlarının Kıvanç Tatlıtuğ'a benzerliğinden dolayı kendisine taktıkları isimle Kissy Tatlıtüy yarışlara 7 kiloda katılıyor. İnsan yılıyla 1,5, kedi yılıyla 10,5 yaşında.

Pati atma, ısırıp koparma, 4. kattan aşağı serbest atlayış dallarında altın madalyası bulunuyor.



kırt kırt kırt

Evet sayın seyiricler, saat 10.58. Kissy kuru mamasını yedi.

şlöp şlöp şlöp

Tüylerini yaladı, Start çizgisinde tertemiz, pırıl pırıl gerildi bekliyor.


Gerildi. Gerildi. Veeeee yarış başladı.

Çalışma odasından başlayan koşu, koridor boyu devam ediyor sayın seyircier. Nefesimizi tuttuk.

Önüne çıkan sehpa, saksı ve vazo engelleri üzerinden başarıyla bir bir atlayan Kissy, hızını alamayarak mutfak duvarına toslamak suretiyle yarışı birincilikle bitirdi. Derecesi bir sehpa devirdiği dün geceye kıyasla çok daha iyi. Finalde koşacak.

Sevincini sahibiyle paylaşmak isteyen Kissy, ona hatıra olarak koridorda koşarken avladığı kara sineği getiriyor.

Çok duygusal anlar yaşanıyor sayın seyiricler...    



3 Ağustos 2012 Cuma

ÇOCUK GELİN MELEK VE FATMA ŞAHİN

Çocuk gelinlikten, şiddetten aklı yitmiş küçük Melek'in ölüm haberi hepimizi ağlattı geçen hafta. Babası ezdikleri, dövdükleri kızını kaç kere alıp da evine getirmiş ama aile büyükleri "namustur" diye yollamışlar geri o cehenneme.

Yoğun bir haftanın nihayetinde televizyon başında uyku saatinin gelmesini bekliyorum. Bir baktım Aile ve Sosyal Politika Bakanı Fatma Şahin. Melek meselesine sahip çıkmış, "başka Melekler ölmesin" diyor, "ataerkil sistemin sorgulanması lazım" diyor, "zihinsel dönüşüm gerekli" diyor. Sevinmek, kıvanmak lazım değil mi böyle bir bakanımız olduğu için?



Asla! Kürtaj, sezaryen konusundaki sessizliğini, kadınları "ataerkil sisteme" ve söyleme terk edişini Melek'le temize çekmesine izin vermek mümkün deği.

Zihinsel dönüşümün kendisinden başlaması gereken Başbakan, sezaryenle, kürtajla, kadın-erkek eşitliği ile ilgili malum çıkışları yaptığında neredeydiniz Sayın Şahin? Neden "kadın bedeni, kadının kararı" diyemediniz? Liseli kızlara evlenme izni çıktığında neredeydiniz? Neden o zaman "biz kız çocuklarının birey olarak yetişmesini istiyoruz" diyemediniz!

Melek meselesi çok acı ama çok acı olduğu için tepki vermek de kolay. Mütedeyyin kardeşlerimizin "merhamet" duygusuna dokunan her meseleye "çok acı" diye tepki vermek kolay. "Burada çok ciddi bir şekilde canımın yandığını ifade etmek istiyorum" demek... Ama önemli olan zihin değişikliğiyse gerçekten, merhametin çare olmadığı yaraları da saralım lütfen! Merhameti çıkarın politikanızdan, elinizde birkaç sosyal hizmetten gayrı ne kalıyor? Sosyal hizmet eyvallah, ama artık biraz da sosyal politika üretin.

Melek için söylediklerinizi çıkıp kürtaj, doğum, evlilik konularında serbestce, teklifsizce, hoyratça atıp tutan Başbakan'a ne zaman söylediniz o zaman beni kazandınız. O zaman sizi "ataerkil sistemle mücadele içinde" sayarım.

Yoksa, şu halinizle/halimizle kendinizi Melek'le temize çekemezsiniz.

Ayıp oluyor.

30 Temmuz 2012 Pazartesi

EŞİK

Size eşikten sesleniyorum.

Bir adımımı ötesine attığım, öbür adımımı bir türlü diğerinin yanına çekemediğim eşikten...



Hayatının çok büyük bir kısmını -atalarımızın aksi yöndeki öğretilerine rağmen- eşikte geçirmiş biri olarak haddinden fazla kem göz, kötü söz, pis nefes, sebepsiz düşmanlığa maruz kaldım halbuki. Bu nedenle, eşikte dengede durmaya, hava akımından çarpılmamaya çalışan birine bu şekilde, sanki önüne gelen her engeli rüzgar hızıyla aşmış muamelesi yapılmasının, bu kadar nazar eylenmesinin büyük haksızlık olduğunu düşünüyorum.

Zaten eşikte kalmışım, bir de anlamsız, gereksiz, zamansız aksilikler, talihsizlikler, tuhaflıklar nasıl büküyor belimi anlatamam.

Hayallerimi tutkulu anlatmamdan mı kaynaklanıyor yoksa saçlarımı topuz yapmamdan mı bilmiyorum ama hayır; ben hayattaki bütün planları gerçekleşmiş biri değilim; çoğu zaman B planım bile olmadı, öylece kalakaldım ve başıma gelenlerin çoğunu planlamamıştım.

Artık anlayın lütfen.

Ben size eşikten sesleniyorum

20 Temmuz 2012 Cuma

ACUN, MERVE ve ŞİRKET

Acun İmparatorluğu'na bir kız çıktı bir taş attı; bir cam kırdı. Yeni Osmanlı İmparatorluğu'nun içinde kol gezen imparatorlardan bu imparator, kimseye hiçbir şeyin hesabını vermeden yaşayıp gidiyordu ne güzel. Şimdi ilk defa Şirket'inin hesabını verecek!

Ama o da ne! Ne çok Şirket taraftarı varmış. Herkes emin, kız sevimsiz ya, "kesin ünlü olmak istiyor," "yenilmeyi hazmedemedi işte!" İyi de taşı atıp camı kıran kız sevimsiz diye sorduğu hesap da geçersiz midir gerçekten? Başlattığı bir ani-corporate activism örneği değil midir? Üstelik herkes Şirket'ten yana tavır alırken... Üstelik kız işsiz kalmışken...


Merve Büyüksaraç'ın dediklerine bakılırsa anti-corporate duruş onun işi değil. Ona göre en önemli sorun "olduğu gibi görünmemiş" olmak ve "kötü ve saygısız bir insanmış gibi gösterilmek." Acun Medya'nın kimselere (vergi demiyorum aman) hesap vermeyen bir dev olması ile pek ilgilenmiyor. Yazık! Ama yine de Şirket'in bir camını kırdı mı? Kırdı. Belki dahası gelir sonra.

Doktora sonrası çalışma için UCLA'ye gittiğimde, bir odasını kiraladığım ev sahibim Amazing Race'in Emmy ödüllü editörlerinden biriydi. Programı nasıl edit ettiklerini ondan dinlemiştim. Anladığım; kamuoyunun yarışmacılardan birini daha çok sevmesini/birinden nefret etmesini istiyorlarsa bunu edit yolu ile her seferinde mutlaka başarıyorlardı. Örneğin tek başınıza olduğunuz bir ortamda serçe parmağınızın ucu ile diş etinize masaj yapıyorsunuz. Bambaşka bir ortamda da diğer yarışmacılar, sizin elde kalan son ekmeğin tamamını, kimseye sormadan mideye indirdiğinizden (doğru veya yanlış) bahsediyorlar. Editör eğer sizden nefret edilmesini istiyorsa sizin o pozunuzu, sanki serçe parmaktan kürdan yapmışsınız gibi tam o konuşmanın sonuna, sanki siz o ortamdaymışsınız ve herkes açken o son ekmeği yemekle kalmayıp dişinizde kalanları da serçe parmağınızla temizliyormuşsunuz gibi, şak diye yapıştırıyor. Herkesin itibarsızlaştıran editten şikayetçi olmaya hakkı var. Merve Büyüksaraç bu hakkını kullanmak istiyor. Hakkıdır, kullansın.

Yeter ki anti-corporate olmasa da Şirket'ten hesap sorulsun.  
    

19 Haziran 2012 Salı

YOGADAN BAHSETTİĞİMDE NEDEN BAHSEDİYORUM

Yoga hakkında yazabilmek için Murakami'nin "Koşmaktan bahsettiğimde neden bahsediyorum" başlığını ödünç aldım.

Yogaya iki sene önce başladım, bir senedir aralıksız yapıyorum. Çok uzun zaman "asla başaramayacağım" dediğim, uzaktan baktığım bu eylemde artık kendimi çok rahat hissediyorum. "Keşke daha önce başlasaydım" diyorum bir an. Sonra zamanlamanın sorgulanmaması gerektiğini, doğru zaman o olduğu için o zaman başladığımı düşünüyorum. Pişmanlığım yok oluyor.

Fazla kilolarımın bir kısmı hala duruyor ama "yapamam" düşüncesinden daha büyük bir engel değil seanslarda. Aşağıya bakan köpek hareketinde artık topuklarım yere değiyor. Savaşçı hareketinde kollarım, dizlerim aynı hatta, hissediyorum sırtım dimdik. asanalarda bileklerime ulaşıyorum, ayak tabanlarıma kadar uzanıyorum bazen. Kollarım hala istediğim kadar esnek değil. Ama o da olur zamanla. Verdiğin emeğin karşılığını mutlaka alıyorsun yogada. Önemli olan eyleme geçmek. OM sesini ve işaretini "salt eylem"i temsil ettiği için içselleştirmeye başladım. Her eylem mutlaka ki başarıyla sonuçlanmayacak ama eyleme geçmeden de sorunlar çözülmüyor.


"Hareketin içinde kal Akça" sözünün ne anlama geldiğini de artık daha iyi anlıyorum. Hareketi hemen sonlandırmamanın, hareketin içinde kalmanın hem fiziksel hem düşünsel engelleri kaldırmaya faydası var.  Yogadan önce "hayattaki engeller" dendiğinde aklıma sistem, gelir adaletsizliği, adam kayırmaca gelirdi. Onlar hala var ama onlardan önce suçluluk, pişmanlık,  kendini beğenmeme ve acıya saplanıp kalma durumları geliyor artık. Suçluluk, pişmanlık, utanç ve acıdan arınmadan zaten diğer engelleri yenmenin olanağı yok.

Daha çok başındayım yoganın. Ama bundan sonra onsuz olmayacağım, biliyorum. Deniz Hocam'a da gönülden teşekkür ediyorum bu yolda. Yargılamadan, her şeyin "yapılabilir" olduğunu hissettirdiği için. Sonbahar'a kadar üye olduğum spor salonundaki seanslara gitmeye devam edeceğim. Şimdiki hocamdan ayrılmayı hiç istemiyorum. Sonbaharda Ferhan Hoca'nın ileri yoga seanslarına katılmayı düşünüyorum.          

Salı gününe randevu alabilirsem sağ bileğimin içine OM işareti dövdüreceğim dövdürdüm bu arada. 


      

6 Mayıs 2012 Pazar

BİR KÜLTÜR MİRASI OLARAK SOHBET

UNESCO Türkiye Milli Komitesi'nde bir toplantıdayken duvarda asılı belgeleri incelerken fark ettim. Türkiye, 2011 yılında "sohbet"i insanlığın ortak kültür mirası olarak UNESCO'ya tescil ettirmiş.

İçim cız etti...

İnsanlık mirası olması gereken sohbet; yaren, yoldaş arayan yolcunun (salik) İngilizce'de fellowship de denilen dostlar arasına alınıp, sarınıp sarmalanması eylemidir. Bugünkü sohbet ise, ağızdan çıkan sözün damgalamak, arkadan vurmak, köşeye sıkıştırmak, jurnallemek için kullanıldığı bir sinsi tuzak. Yolcuyu, arayanı bağrına basan sohbet insanlığı çoktan terk ettiğine göre biz, UNESCO'ya yanlış sohbeti tescil ettirmişiz insanlık mirası diye.

Yazık...


Not: Bir de zaten chat var ki ben ondan hiç bahsetmedim.

22 Nisan 2012 Pazar

HAYATTA OLUR EDEBİYATTA OLMAZ


Yeniden uykuya dönmekten başka bir isteği olmadığı halde yattığı yerden doğruldu. Geceden kurduğu saatin çalmasına daha 5 dakika vardı; alarmı kapattı. Yerden topladığı eşofmanlarını daha ağarmamış günün karanlığında üzerine geçirdi. Yatak odası kapısının önünde sfenks gibi yatmış onun dışarı çıkmasını bekleyen kedisinin ayakkabı bağcıklarına yaptığı saldırıları atlatıp kendini sokağa attı.

Ortalıkta kimsecikler yok. Hayatın akışı içinde hep özlemini duyduğu salt sessizlik durumunu tattığı ender saniyeler bunlar. Arada geçen tek tük servis araçları da olmasa rüya doruluğunda garip bir gerçeklik içinde geçirecek önündeki 1 saati. Birden günlük rutininde yeri olmayan bir "çat" sesi duyuldu. İçgüdüsel olarak kafasını çevirip baktığı orta refüjden simsiyah bir toz bulutu göğe yükseliyordu.

amclaw.net

Bulutun, tozların seyrekleştiği yerlerinden ilk olarak hala dönmekte olan tekerlekler belirdi. Sonra... Sonra ters dönmüş bir araba. Aklından deli gibi düşünceler akıp gitmeye başladı. Zaman zaman düşünürdü; kimliksiz, cep telefonsuz çıktığı bu yürüyüşlerde başına bir şey gelse sevdiklerine haberi ne kadar zamanda ulaşır diye. Demek ki cep telefonu sadece ona bir şey olursa gerekmeyecekti. Polise, ambülansa nasıl haber vermeli? Neyse ki aşağıdaki sitede bir adam köpek gezdiriyor, elinde de telefon var. Kim var acaba arabanın içinde? Keşke ilkyardım bilseydi. Şimdi ambülans gelene kadar şöförü kıpırdatmadan baş aşağı bekletmek zorunda. Öldü mü acaba? Ağır yaralıysa, hayatında hiç açık, cılk yara görmemiş, ne yapacak? Derken... Derken arabanın içinden üzerinde İtalyan milli forması olan çitlembik gibi, gencecik bir erkek çocuğu fırladı. Elinde cep telefonu, kendi kazasını kendi bildirdi.

***

Öykü atölyesinde Cemil Kavukçu, Tomris Uyar'ın "hayatta olur, edebiyatta olmaz" sözünü hatırlatıyor bize sık sık. Öyküde gerçek hayatta olan her şeyi anlatamıyorsun. Okuyucuya sahici, inandırıcı, samimi gelmesi gerekiyor. Yukarıda anlattığım olayı yaşamamış olsam ama okusam inanmazdım sanırım. Paramparça Aşklar, Köpekler'i seyrettiğimde de inanmamıştım. Ama oluyormuş; sabahın köründe önünüze ters dönmüş bir araba düşebiliyormuş.

25 Mart 2012 Pazar

BİR MUCİZENİN HİKAYESİ: HAFIZ DİVANI'NIN ÜÇÜNCÜ CİLDİ

Bugün Pazar. Dün gece Richie Kotzen konserinden çıkıp eve tam 3.00'de girecekken saatler 1 saat ileri alındığı için 4.00'de girmişim. Yatarken sabahki yogayı, ki kar ve hastalık nedeniyle 3 haftalık mecburi bir ara verdim; içim içimi yiyor, ekmeye kendi kendimi ikna etmişim. Hava ne kadar güzel olursa olsun ertesi sabah evden çıkmayacağım.
...

Acelem yok. 11.00 gibi uyandım. Yoga başlayalı yarım saat olmuş. Kendimi bile bile kaçırmış gibi değil de uyuya kalmış gibi hissettiğimden içim rahat. Kahve olduktan sonra, dün gece yokluğumda Kissy'nin kocaman bir rulo mutfak havlusundan nasıl geriye hiçbir şey kalmayacak şekilde konfeti dağı yaptığını anlatmak için bizimkilere telefon ettim. Annem açtı telefonu, "alo"sundan anladım, morali bozuk. Oran'daki benim, Amerika'daki abimin, Dikmen'deki annemle babamın, hepimizin üst komşu sorunu var. Annemle babamın tepesindekiler Cumartesi diye azmışlar yine, annemin uykusu kaçmış. Moral düzeltmek görevim. Ne bulduysam geçirdim üzerime, soluğu bizimkilerde aldım.

Annem yatakları topluyordu. Evin dört odasında da yatak yapılmış; çalışma, oturma odası farkı ortadan kalkmış. Sessiz oda hangisiyse orada yatılıyor. Herkes için döktü; kızdık, hayretlerimizi dile getirdik. Sonra derdimizi unuttuk, sohbete daldık. Babam "Bakın ne anlatacağım" deyip bir mucizenin hikayesini anlattı. Moralimiz düzeldi.

...


60ların sonu. Ankara'nın Ankara, kitapçıların kitapçı olduğu yıllar. Babam bir sahafta John Payne adında bir oryantalistin üç ciltlik Hafız çevirisinin 1901 basımı iki cildini bulur. Ciltlerden biri eksik diye sahaf çok yüksek olmayan bir fiyat verir, babam da alır kitapları. Çeviriyi çok beğenir, "kimdir bu John Payne" diye araştırmaya başlar. "Okul seni yüksek lisans tezi için British Library'e çalışmaya göndermişti ya, o zaman senden fotokopiler istemiştim ya, John Payne'di onlar," dedi. Babamın bize çekilecek fotokopiler listesi hazırlamasına alışığım da, 1997 yazıydı o, silinmiş gitmiş hafızamdan. Zaman içinde babamın da silinmiş hafızasından John Payne, unutmuş. Araya giren onca yıldan sonra geçen hafta gelmiş aklına ilk defa. Bankaların yurt dışı alışverişlerinde kredi kartlarına yaptığı taksidin internet alışverişlerinde de geçerli olduğunu öğrenir öğrenmez dalmış Amazon.com'a. Oradan ABE Books'a derken, kütüphane perileri kulağına "Hafız Divanı'nın üçüncü cildine bak" diye fısıldamış. Bakmış bulduğu kayıtların hepsi 3 cildin tamamı. Tam vazgeçecekken en altta görmüş aradığını; tek başına, üstelik 1901 basımı bir üçüncü cilt. İnanabiliyor musunuz? Bu hayatta mucizeler oluyor işte. Oluyor.

Bu hikayeden çıkartılacak çok sonuç var tabii: 1) Benim babam iflah olmaz bir kitap delisidir. 2) Birarada olması gereken herkes/her şey er ya da geç biraraya gelir. 3) "Şey"lerin doğru zamanını insan kendisi ayarlayamaz; "şey"ler ancak olacağı zaman olur. 4) Olmayacak işi olduramazsın da olacağın önüne geçemezsin. 5) ABE Books Türkiye'ye göndermediği için babam koca cildi abimin evine yollamış. M.Ali bu yaz da Türkiye'ye içinde sadece "bir şort bir tiiişoort" olan küçük bir el valizi ile hayatta gelemez.

18 Mart 2012 Pazar

Medeniyet Tarihi'nin Hatırlattığı: 12 Levha Yasaları

4+4+4 tartışmaları, beni İ.Ö. 450 yılına, Roma Hukuku'nun kalbi 12 Levha Yasalarına götürdü. Levhaların içeriğini bıraktım, niçin yazıldıklarını hatırladım: Yasaların sadece yasa koyucu sınıf tarafından bilinmesinin yarattığı adaletsizliğin giderilmesi için... Önce ilk 10 sonra son 2 yasa maddesi, kimine göre fildişi kimine göre bakır levhalara kakılmış ve ortalık yere asılmış ki bilmeyen kalmasın. Livy'nin Roma Tarihi'nde anlattığına göre, levhalardaki yasa taslakları kesinleşmeden önce, en doğru süreç takip edilmiş; her vatandaş her bir hususu sessizce kendi incelemiş, sonra arkadaşlarıyla konuşmuş ve nihayet uygun görülen ekleme ve çıkarmaların yapılması için kamuoyu önünde tartışmış. Levhalarda yazanlar ancak bu süreç sonunda yasa olarak kesinleşmiş. İ.Ö. 450 yılında...



Yasaların gizli kalmaması, herkesin erişiminde olması, resmi gazetede yayımlandıktan sonra yürürlüğe girmesi de, çok şükür, 1804 Napoleon Yasaları'ndan beri önce Avrupa sonra dünyanın genelinde insan haklarının ayrılmaz bir parçası olmuş. Korkacak bir durum yok yani. E peki ben o zaman 4+4+4 tartışmalarında niye kendimi İ.Ö. 451 yılına dönmüş, benden bir şey saklanıyormuş, yasanın içeriği erişimimde değilmiş gibi hissediyorum? Niçin okuduğum yetmiyor? Niçin arkadaşlarımla, meslekdaşlarımla, büyüklerimle tartışmama izin verilmiyor? Biz, insanlık olarak o eşikten geçmemiş miydik üstadım Livy?

7 Şubat 2012 Salı

BİR KEBİKECİN ACIKLI YAŞAM ÖYKÜSÜ

Bel vermiş tıka basa dolu raflara bakarken “Sanki daha geçen ay bu odadan iki koca sandık kitap çıkmadı” diye düşündü Mete. Evden sahaf sırtında çıkanların, yerde toz içinde istiflenmiş olanlara, fizik kurallarına meydan okurcasına yer açmamasına alışıktı. Komşuların “dolaplı ev” adını taktığı 400 metrekarenin duvarlarında artık dolap yaptıracak, raf taktıracak yer kalmamıştı. Kütüphane haline getirilen odanın yerli dolaplarının önüne ikinci bir sıra raflı modüller yerleştirilmiş, iki kişinin yanyana duramayacağı daracık bir labirent kurulmuştu. Kurulmuştu kurulmasına da, o bile yetmemişti. Duvar saatinin yanı sıra, yatak altları, koridorlar, kapı üstleri, küçük tuvaletin boş köşeleri, her yer kitapların işgali altındaydı. Evden sahaf marifetiyle eksilen kitaplar boş alan yaratmıyor, sadece mutfak dolaplarının da kütüphane olmasını engelliyordu.

Nereye koymuştu şu lanet olası kitabı, çıldıracaktı. Aradığı, bulmayı umduğu yerden çıkmazsa kabusu başlardı. Tren rayları gibi uzayıp giden, evin çevresini iki kere dolaşan raflar dizininin herhangi bir karanlık noktasında olabilirdi çünkü. Böyle durumlarda o kitapla kavuşması, kaderin insafına kalırdı. Neyse ki çoğu zaman, “kütüphane perileri” adını taktığı iyi güçler yüzünü güldürür; imkansızı oldurur, kitabıyla kavuşurdu. Çocukları üniversite kütüphanelerinde aradıkları yanlış rafa konmuş veya saklanmış bir kitabı nasıl mucizevi bir şekilde son anda bulduklarını anlattığında da büyük bir ciddiyetle “Tabii,” derdi, “Kütüphane perileri kitap vurgunu yemişlerin yüzüne bakar.” Babalarının her zaman akılcı konuşmasına alışık çocuklar kikirdeyince de kızardı, “Bunun şakası yok. Periler olmadan bu ormanda halimiz yaman olur, yolumuzu kaybederiz biz.”

Gel gör ki bugün, güneşli günde günışığının ancak damladığı ormanında yalnızdı ve kaybolmuştu işte. Günlük iç huzurunun pamuk ipliğiyle bağlı olduğu kitabı bulamıyordu. Ne demişti kızı ona; “ihtiyaç duyduğun an elinin altında bulmadığın hiçbir şeye sahip değilsin.” Kızgındı tabii Akça biraz. “Sakın satın alma, bende var,” dediği ama hala bulamamış olduğu için bu yetişkin yaşına Tanpınar okuyamadan gelmişti kızcağız. “Kızgın olanlar sıraya girsin. Hem Yıldız dururken Akça’ya söylenecek söz düşmez” dye düşündü Mete gülümseyerek. Kitapların tutsaklığındaki hayatını paylaşan en sevdiklerine, bu zor dostluğun yükünü de kaçınılmaz olarak paylaştırmıştı. Karısı Yıldız, sergilemekten çok hoşlandığı çilek desenli, altın varaklı cam komposto takımını kağıtlara sararak kutusuna geri kaldırdığı gün, onun kalbini kırmış olduğunu biliyordu ama ezoterizm konusunu karşılaştırmalı okumaya başlamıştı ve eve giren yeni kitaplar için ince zarafetiyle sergilenmeyi hak eden komposto takımının durduğu rafa ihtiyacı vardı.

****

Kitapları ayıklamak, elden çıkamak, satmak, bağışlamak da eskisi kadar kolay değildi artık. Onların gerçek değerini ölçmekten aciz yeni kuşak sahafları eve gelmeye ikna etmesi, elden çıkarmak istediklerini seksileştirmek için aralarına mutlaka birkaç tane güncel iyisatan serpiştirmesi gerekiyordu. Gotik alfabe ile basılmış Almanca kitapların hiç şansı yoktu; satılmıyor, alınmıyor, okunmuyorlardı. Gazetelerle beraber geridönüşüme atmaya içi elvermediği için de gençlikten yetişkinliğe geçişinin hazineleri, yaşlılığında sırtında yumurta küfesi olmuştu. Pencereden dışarı baktı. Hava kararmış, akşam çökmüştü. Koyacak yeri olmadığı halde internetten koca bir cilt neolitik arkeoloji kitabı ısmarlamasından dolayı gücenmişler miydi bilinmez ama bu sefer belli ki kütüphane perileri ondan yana değildi. Ellerini ağrıyan dizlerinin üstüne koyarak kalkmaya çalışan Mete, ancak üçüncü denemesinde başarılı oldu. Rafların haddini zorlayan kitap ağırlığı, dizlerine binen kendi ağırlığını ikiye katlıyordu böyle zamanlarda. Çok büyük bir derdi varmışçasına canı sıkılıyor, hareketleri iyice yavaşlıyordu.

14 Ocak 2012 Cumartesi

ESKİLERDEN: MÜCAP OFLUOĞLU, SADETTİN KAYNAK, ENGİNDE YAVAŞ YAVAŞ

Eskilerden en sevdiğim hikayelerden bir tanesi Öztürk Serengil'in alamet-i farikası olan "yeşşe", "şepke" sözlerinin ilk sahibinin Mücap Ofluoğlu olmasıdır. Tiyatroculuğunun yanı sıra para kazanmak için seslendirme de yapan Ofluoğlu, 60lı yıllardaki Yeşilçam bolluğunda günde bilmemkaç filme konuşmaktan bir gün yorgun düşüp asabı feci bozulunca olanlar olmuş. Kötü adam Öztürk'ü seslendirirken can sıkıntısından bütün a'ları e yapıp etrafındakileri gülme krizine sokarken Öztürk Serengil'e koskoca bir kariyer yaratmış.


Bayıldığım diğer bir hikaye de, şükür ki Türkiye'ye nasip olmuş dahi ikili Sadettin Kaynak ve Vecdi Bingöl'ün Türk Sanat Müziği'nin en güzide örneklerini nasıl su içer, nefes alır gibi zorlamadan, zorlanmadan, zahmetsiz verdikleri. Yine Yeşilçam...Bu sefer müzikal Mısır filmleri istilası var. Konuşmaların üzerine dublaj sorun değil de şarkı söylenen sahneler için baştan şarkı yazılması gerekir. Üstelik Mısırlı oyuncuların ağzını açıp kapamalarına uygun. Bunun üzerine Kaynak ve Bingöl alırlar ellerine metronomu, kalemi... Saya saya, uydura uydura nefis şarkılar yazarlar. Müzeyyen Senar'ın ünlenmesine büyük katkı yapan meşhur Enginde Yavaş Yavaş böylesi bir mesainin ürünü mesela.



Ben bu hikayeleri, görünenin arkasındaki o görünmeyen ama çözüm bulan, olayların akışını değiştirebilen zeki insanları sevdiğim için seviyorum.

11 Ocak 2012 Çarşamba

SİYASİ TARİH DERSLERİ: AMERİKA'DA DEMOKRASİ

Siyasi tarihçi olduğum için elbette ki Amerikan Tarihi'ne aşinayım. Ancak bu dönem American Politics and Foreign Policy dersini vermem gerekince aşina olduklarımı daha detaylı, olmadıklarımı da ilk defa okumak durumunda kaldım. Memnun oldum.

Soğuk Savaş sırasında Nikaragua'daki darbeyi finanse edebilmek için Humeyni rejimine silah satmak (IranContra) gibi dış politika uygulamaları ile Amerikan kurucu babalarının anayasa yazan, o kurumlararası son derece kompleks kontrol ve denge mekanizmalarını kuran dehasını ayrı değerlendirmek gerekiyor.

1 başkanın görev süresi boyunca 2 Temsilciler Meclisi seçimi, 1 senatörün görev süresi boyunca 2 başkanlık seçimi görüyor olması, demokrasinin değil cumhuriyetin nihai hedef olması, kontrol mekanizmaları tarafından denetlenemeyen demokrasinin despotizmden sadece 1 adım mesefede durması detaylı bir okumanın sonunda tekrar gözler önüne seriliyor. Sistem basit değil; çok kademeli, yönlü ve çok seçimli, komiteli.




Dersi hazırlarken de hep okumak istediğim ama bir türlü okumaya fırsat bulamadığım Alexis de Tocqueville'in 1835 tarihli Democracy in America'sını okudum. Eskiyen yanları oluğu kesin. "Amerika'nın felsefesi yoktur" derken William James gibi birinin gelişini öngörememiş mesela. Ama diyor ki "eğer ABD'ye benzeyen bir demokratik cumhuriyet daha önce merkezi idare ile yönetilen bir ülkede kurulursa ve o ülkenin anayasası önceki (merkezi idare) alışkanlıklarının üzerine yeniden yapılırsa, o cumhuriyet Avrupa'nın belki de Asya'nın gördüğü en dayanılmaz despotizm haline dönüşecektir."(s. 123, 1956 basım benimki) Kısacası sistemi özerk kontrol ve denge mekanizmaları ile donatıp çok, çok aşamalı hale getirmeden "ben Amerikan başkanlık sitemini getirmek istiyorum" dediniz mi ver elini "tarihin gördüğü en dayanılmaz despotizm."

ABD Başkanı "dünyanın en güçlü adamı" olabilir ama denge ve kontrol mekanizmaları sayesinde "Amerika'nın en güçlü adamı" değil. O mekanizmalar detay değil, esas.