Jef Kamhi önce denizi doldurtmuş, boğaz daralmış, panorama değişmiş ama tekneler daha kolay yanaşır olmuş. Sonra bir Azeri işadamı marina inşaatını üstlenmiş. Bir kasabanın sahil şeridini gelip duvarla çevirmişler ardından. Ama görseniz sanatçı elinden çıkmış, o taş duvara yelkenli ve dalga oturtmuşlar.
Dalga geçer gibi...
Bir kasabanın rüzgarını kesebilme gücü var bu ülkede bazı insanların. Buna izin verecek yerel yöneticiler de. Bir zamanlar denize bakan evlerinde şimdi oturup taştan yelkenlilerle avunması beklenen insancıkların ise sesi de yok gücü de... Hayatımda servet düşmanı olmadım, kimsenin kişisel lüks harcamasını yargılamadım. Ama parasıyla rüzgar kesen, duvar ören her kimse bolluk, bereket yüzü görmesin inşallah.
Bodrum halkı esprili. Marinanın içine "Milyonerler Kulübü" diyor. Estetik bulmadıkları Atatürk heykelinin önündeki dolmuş durağının adının "Beton Kemal" olmasına gülmüştük de buna insan gülemiyor.
Güneş çok güzel batıyor Yalıkavak'ta. Biz de Cafer'in Yeri'ne yollanıyoruz yavaş yavaş. Bayram yaklaşıyor ya, fiyatlar da bayramlık olmuş. Geçen hafta kilosu 60 lira olan tekir bu akşam 80. Çiçek dolması hayatımda yediğim en lapa dolma. "Ne yapalım bayram öncesi" diyoruz yine, kalkıyoruz.
Ertesi gün arife. Aramızda klostrofobikinden panik ataklısına ne ararsan buluduğu halde aklımızı peynir ekmekle yediğimiz için giyinip Turgut Reis pazarına gitmek üzere yola çıkıyoruz. Dönmemizden önce başka pazar yok, ne alacaksak buradan alacağız.
Kimse yanına doğru düzgün CD almamış olduğundan ben geçen hafta Bodrum Strabucks'tan JukeBox diye bir tane satın aldım, onu dinliyoruz. Şöför olmanın avantajını kullanarak iki şarkıda bir Ayten Alpman'dan Söyleyemedim'e dönüyorum.
Bizimkileri pazarın orada bırakıp park yer bulmak için küçük bir Turgut Reis turu atıyorum. Tam başladığım yere dönmüştüm ki cillop gibi pazar yanı park yeri beni bekliyor. Orada kaldırımın önünde duran kadını neden orada durduğunu anlayamadan biraz iteleye iteleye park ediyorum. O sırada arkamdaki araba da çıkınca kadıncağız o tarafa doğru yöneliyor ama başka bir araba aynen benim yaptığım gibi park ediyor. O sırada kadının kocası olduğunu anladığımız adam ağzından köpükler saça saça hem arkamdaki arabanın şöförüne hem karısına bağıra bağıra beliriyor siyah arabasının içinde. Meğer karısına park yeri tuttururmuş. Gelip de park yeri bulamayınca hem karısını hem öbür şöförü arabasıyla pazarın girişine kadar kovalıyor.
Herkes pazarın bir köşesine dağılıyor. Ben seramik nihaleler, bardak altları, boncuklar, yemeniler içinde kayboluyorum. Sporuna bana söylenen fiyatın 5 lira altını söylüyorum geri, çoğunda tutturuyorum. Pazarlık yapmaya ısınıyorum böylece yavaş yavaş. Alışverişini bitiren Alin's diye bir kafe var, oraya geçip oturacak. Cappuccino'nun yanında Belçika'nın Lotus diye karamelli bir bisküvisi vardır ya, ondan veriyorlar. Ben hep fazlasını istiyorum, "zor zamanlar" için çantamın içine atıyorum sonra. En son ben gelmişim. Ne yapalım yarma şeftali çıkmış, almasam olmaz. Kokusu burnumu tutan tarla domatesinden almasam olmaz. Güneşte kurumuş domates almasam hiç olmaz. Öyle diye diye vakit geçmiş, anlamamışım. Sempati'de çiğ börek yiyor ve asfalt eriten sıcakta evimize geri dönüyoruz.
Hiç dönmek istemiyorum bu sene şehire. Karabiber ağaçlarını, begonvil gölgesini, uzun kahvaltıları bırakmak istemiyorum. Geceleri terasta kafamı kaldırıp yukarı baktığımda bana dünyanın merkezi olmadığımı hatırlatan yıldızları göremediğim bir yerde olmak istemiyorum.
Üstelik ben şehir insanıyımdır.