1 Kasım 2011 Salı

OFİSİMİN KARŞISI ÇAY OCAĞI AMAN

Yeni kampüse taşınalı 1 ayı geçti. Bölüm Başkanı bana "odanı seç" diye kat planını gösterdiğinde çay ocağı, seçtiğim odanın çaprazında kalıyordu. Taşınma başladıktan sonra ne göreyim, tam karşısındaymışım meğer. Laz müteahhit kurbanı oldum sanırım.

Aslına bakarsanız günler, çay ocağının karşısında, beklediğimden daha neşeli geçiyor. Bir kere çok ziyaretçim olmaya başladı. Çay ocağına gelen kapım açıksa bana da uğruyor. Kapım kapalıysa belli ki çalışıyorum... Fakültenin iltifat etme fırsatını kaçırmayan kıdemli profesörlerinin nazik sohbetini de çok seviyorum; bir tanesi "aaa yönetime teşekkür edeceğim vallahi, okulun en güzel hocasını çay ocağının tam karşısına koymuşlar" dedi mi, ben kikir kikir.



Tabii çay ocağı karşısındaki ofis, benim sakin hayatıma bir de yeni şahsiyet soktu: Çaycı Mehmet Pala; herkesin deyimiyle Pala Mehmet, benim deyimimle Pala Bey. Çay ocağını çiçek gibi tertemiz tutan Pala Bey, kaynayan çayı ile de etrafta kimse yoksa "Hey yavrum hey. Nasıl da gaynıyor bah. Bekmez be bekmez" diye konuşuyor. O derece seviyor işini.

Çayını pekmez diye seven bir üniversite çaycısının başına gelebilecek en kötü şeylerden biri hiç şüphesiz, ekmek teknesinin tam karşısındaki ofiste çay içmeyen, sevmeyen, kahve düşkünü, hem de nasıl düşkünü, bir hocanın varlığı olsa gerek. Elimdeki kahve fincanının, dükkanının bereketini kaçıracağından korkmasından mıdır nedir, beni bıkmadan çayın olduğundan haberdar ediyor, çay içmemi bekliyordu önceleri. İki kere sabrı taştı; birinde "Sen de sabahları takıyon bu gahveye Akça Hocam" diye, diğerindeyse "Akşamüstü çay içilir. Nokta!" diye yedim azarı.

Sonra bir gün, tezgahına hazır kahve malzemeleri dizdi. Çağırdı beni, şekerin, süt tozunun yerini gösterdi. Ben, "şeker koymam, süt tozu koymam, aslıda Nescafe de içmem pek" dedikçe tamamen kesti benden ümidini, gözlerinden belli oldu. "Bari gönlünü alayım adamın" dedim, çayına ilgi göstermeye karar verdim ben de. "Nasıl çayın" diye sordum. "Çay çöktü Akça Hocam" deyince samimi olarak üzüldüm, "adamcağızın işi ters gitti" diye. "Hiii ne yapacaksın şimdi Pala Bey. Hay Allah" dedim. Adam deliymişim gibi baktı yüzüme. Meğer çayın çökmesi "başa bir felaket geldi" anlamına gelmiyormuş, sadece "çay demlendi" demekmiş. Ayrı dünyaların insanları olduğumuz ikimiz için de bir kere daha aşikar oldu böylece.

Tabii bu bizim iletişimimizin bittiği anlamına gelmiyor. Bilakis! Pala Bey'in işi çıktığında çay ocağı bana emanet; "Bozdurma hocam çayı gözünü seveyim. Kimse 9.35'ten önce çay almasın" dedi mi Öznur Hoca'nın bile önünü kesiyorum kolumdaki saati göstererek.

Benim Pala Bey'i böyle benimsemiş olmamın nedeni çay sevmemekten dolayı duyduğum suçluluk duygusu değil ama. Bir akşamüstü çıkışta, ben ofisi kilitliyorum, o çay ocağını. Durdu, "Hocam yanlış anlamazsan bir şey diyeceğim sana" dedi. Korkmadım, ne korkacağım Pala'dan. "De" dedim. "Hocam bak kapadım gözümü, nolur söyle çekmiş miyim kazanın fişini" demesin mi? "A-ha. Tamam" dedim içimden "Anlaşıldı." Meğer biz Pala Bey'le obsesif kompulsif köyden tanışıyormuşuz. Meğer ondanmış...

2 yorum:

  1. Çok eğlenceli bir yazı :) Çay ocağının çaprazında oturan biri olarak kapıyı açık gören herkesin uğraması hususunda hem fikiriz yalnız bazen kapıyı kilitlemek de gerekebiliyor! :)

    YanıtlaSil
  2. Teşekkür ederim :)) Bence de bazen kilitlemek de fayda var. Özellikle Pala arkadaşlarını ağırlarken :))

    YanıtlaSil