Limbodaki üçüncü yılına gireli bir iki gün olmuştu. Bin doksan beşten biraz fazla gündür aynı sabaha uyanıyordu. Dua ettiği, adak adadığı, ayağını yere vura vura tutturduğu hiçbir dileğin gerçekleşmediği günleri yaşamak için uyanıyor, duş alıyor, giyiniyordu.
Hani evrende değişmeyen tek şey, değişimdi? Fizik kurallarına meydan okuduğu için gurur mu duymalıydı hadisesiz, değişmeyen hayatıyla?
Dante, İlahi Komedya’da antikitenin pagan filozoflarına kıyamaz; onları cehenneme koymaz. Yine de bu günahkar ruhlar cezalandırılmalıdır. Dante’nin onlara biçtiği ceza, hiçbir değişikliğin olmadığı, hiçbir umudun barınmadığı hadisesiz limboda geçirecekleri sonsuz zamandır.
Olabilir miydi? Onun da payına yaşam diye limbo düşmüş olabilir miydi?
Kafasında bu düşünceler, yine aynı güne uyandı. Kalktı, duşa girdi; ne şampuan ne sabun...Elini hiçbir şeye sürmeden dakikalarca sıcak suyun altında kaldı. Evden, geç kalmasına engel olacak son dakikadan bir saniye önce çıkmayacaktı. Tanrı ona yaşam diye ölüm ihsan etmişse, bu ölüme yaşam muamelesi etmeyecekti. Kendi kendini kandırmayan bir insan olmakla övünürdü. Şimdi de kandırmayacaktı; basbayağı ölümdü bu kuraklık.
Çok sordu kendine “suç bende mi yoksa” diye. Yeryüzünde, olması gerektiği gibi, ölüm yerine yaşam bahşedilen başkalarının yaptığı hangi hayırlı eylemi atlıyordu acaba? Dişlerini fırçalamayı hiç ihmal etmezdi; çamaşırlarını her gün değiştirirdi; sitenin yokuşunda tıkanmış kalmış yaşlıları yolda bıraktığı olmamıştı şimdiye kadar; en yorgun günlerinde bile çöplerini, geri dönüşüm uğruna gık demeden kağıt, plastik, cam, pil diye ayırmıştı.
Soda şişeleri ile karpuz kabuklarını aynı torbaya koyup torbayı ağzını bağlamadan atan komşu Leyla’nın hayatı nefes aldığı her an değişirken o niçin bin günü aşkın bir süredir ölüydü? Değişmeyen, hiçbir değişim umudu yeşertmeyen bu hayat neyin bedeliydi?
Saçlarını kuruttu, işe gitmek üzere yavaş yavaş giyinmeye başladı. Düşüncelerinden sıyrılıp kendine geldiğinde başucundaki radyonun yine frekans atlamış olduğunu fark etti. Odanın içinde, her sabah dinlediği üniversite radyosunun şamata yapan programcıları yerine, kaza namazının nasıl kılınacağını anlatan baygın bir erkek sesi konuşuyordu. Geçen sabahı hatırladı; yine frekans atlamış, yine bir süre dini içerikli bir program dinlemek zorunda kalmıştı. Hayatının her anına şükrettiği, halinden çok memnun olduğu sesinden belli Kübra isimli bir kadın, “Allah-u Teala’nın ruhları yeryüzüne indirmeden önce onlara yaşayacakları hayatı bir film şeridi gibi” gösterdiğini ve “bu hayatı kabul eden ruhların insan olarak” doğduğunu anlatmıştı. Kübra’nın dedikleri doğruysa, kendisine yaşam diye limbo gösterildiği halde yeryüzüne gelmeyi kabul etmiş bir ruh taşıyordu. Hayatında çok aptallık yapmıştı ama en büyüğünü daha doğmadan yapmış olabilir miydi? Belli ki birkaç öpüşe, sevişe kanan şaşkın ruhu kendine gösterilenin yaşam değil ölüm olduğunu anlayamamıştı. O zaman başına gelen, daha doğrusu gelmeyen her şeye müstehaktı.
Evden çıkışını daha fazla geciktiremeyeceği an geldi sonunda. Bin günü aşkındır ölüydü ama hayattaymış gibi davranması gerekiyordu. Limbo sürgünü şaşkın ruhunun ağırlaştırdığı ayaklarını sürüye sürüye dışarı çıktı. Evrende değişmeyen tek şey onun hayatıydı; içinde yaşam olmayan şey değişmiyordu işte.
kahramanımız merak uyandırıyor, acaba daha sonra ne yaptı, günü nasıl geçti?
YanıtlaSilBen sana anlatırım gününün nasıl geçtiğini, konferansının nasıl geçtiğini, ASKİ'de neler yaptığını :)))
YanıtlaSil