FINDING NEVERLAND
Benim gibi, Spielberg gibi bir de Michael Jackson’ın iflah olmaz Peter Pan hayranlığı vardı. Yaşadığı yer Neverland’di, kendisi de Peter Pan .... MJ= eksantirikler kralının garipliklerinden biri. Ancak çok zengin olup parasını nasıl harcıyacağını bilemeyen birisi 20 milyon dolara kendi için eğlence parkı yaptırıp hayvanat bahçesi kurabilirdi.
1980’lerde ne kadar yetenekli müzisyen olursa olsun ya da dans ederse etsin, herkes onun için ölüp ölüp dirilse de Michael Jackson ismi benim için günlük hayatımın ayrılmaz parçası olan müzikte bana pek fazla şey ifade etmeyen bir isimdi. Bunun en büyük sebebi de bu yıllarda Michael Jackson’ın müziğine ‘maruz bırakılma’ ‘ istesen de istemesen de her zaman karşına çıkma’ duygusuydu. O en iyiyidi, şarkılarını beğenmemek, onu sevmiyorum demek cesaret işiydi. Arkadaşların arasında, okulda madara olmaktı, nefret ettiğim ‘ayyy inanmıyorum’ nakaratını defelarca duymaktı. Michael Jackson yabancı müzik denilince sadece- Beatles’ı isim olarak bilen, benim dinlediklerimi kafa ütüleyici olarak tanımlayan ve kısık sesli olsa bile ‘kıs şunun sesisini’ ‘zaten yeterince kısık’ ‘bıktım senin bu bütün gün süren tangırtından’ diye günlük olağan tartışma nedeni annemle , müzikle uzaktan yakından hiç alakası olmayan babam için oldukça tanıdık biriyidi . Afrika’dan Amerika’ya avlanılarak getirilen, köle olarak satıldıktan sonra merhamet duygusu olmayan acımasız beyaz efendileri tarafından kırbaçlandıklarında gözyaşlarını tutamadığımız Kökler dizisindeki Kunta- Kinte ve arkadaşlarının çektikleri cefanın boşa gitmediğinin, onların sayesinde Afro- Amerikalıların da Amerikan rüyasına dahil olabileceğinin göstergesiydi. W.A.S.P etiketli Amerikan kültürünün hegomanya temsilcilerinin Coca-Cola, Mcdonald’s, Levi’s, Mickey Mouse-Disney’in aksine canlı etten kemikten bir insan ve Sovyetler Birliği ile girilen her alandaki rekabette Amerika’nın karşı tarfa popüler kültürde attığı altın goldü.
Duygularımın tercümanlığını (benim için kültür manifestosu değeri taşıyan) Greil Marcus’un muhteşem kitabı ‘Lipstick Traces’ta bulduğumda çok sevinmiştim: O oradaydı, her gün işe gelişte, gidişte , işyerinde, alışverişte, yolda, kısacası hayatın her alanındaydı. Onu beğenmek zorunda değildiniz. Onaylamanız yeterliydi; fakat onaylamak bir şekilde öyle veya böyle beğenmek anlamına geliyordu ... O onay benim için radyoda şarkısı çaldığı zaman istasyonu değiştirmemek, televizyonda klibi oynarken seyredebilmek, onun dansını çok seven bir arkadaşın ısrarıyla ‘uzun metrajlı filimsi-klibimsi ‘Moonwalker’ı izleyebilmekti. Onun her şeyin en yenisi, en teknolojiği , en gösterişlisi, en pahalısı, klibimde oynayacak en ünlüler saplantısından, kimilerine göre mükemmelliyetçiliği, bana hep itici gelse de bilinçaltında farkında olmadan onaylama durumu hep devam etti.
Bad albümüne isim veren klibini izleyince ilk defa bir MJ ürününe maruz kalmadığımı aksine sevdiğimi düşündüm. Herkesin mükemmel dediği kişinin ‘Ben kötüyüm.... ben kötüyüm...gerçekten kötüyüm...’ demesi hoşuma gitmişti. Şarkının diğer bölümlerinde ne söylediği önemli değildi. Kötü olmak da iyi olmak kadar insani bir şeydi . ‘We are the World’ ve benzeri kampanyalarda üstlendiği/kendisine biçilen beyaz melek rolünden, siyah kıyafetlerin içinde normale/sıradanlığa geçiş yapabiliyordu. Tabii ki ondan benim için en iyi kötü olan Dart Vader ‘a dönüşmesini beklemiyordum ama klibin metro istasyonunda çekilmiş olması ve dansçılarla birlikte orayı altını üstüne getirmeleri oldukça Amerikanvari bir gerçekti.
Ama 1990’larda MJ’e ihtiyaç var mıydı? Artık devir ‘I’m fucked up, need to be fixed up’ diye rahattan bunalıp bunalıma giren , problemli ya da boşanmış orta ve orta-alt sınıf ailelere mensup, ellerinde gitar Nirvana ya da Peal Jam türevi yeniyetmelerin ve internet kullanımının yaygınlaşmaya başlamasıyla plak şirketlerinin tahtının sallandığı ve MJ’in içini doldurduğu mega-star kavramının yok olmaya başladığı ve bunun yerine müzikte binlerce çeşninin birbiri içine gireceğinin emarelerinin gözlemlendiği devirdi. Artık birinin çıkıp ta MJ gibi olması hatta orjinalinin de bir dönem önceki etkisini göstermesi imkanzısdı. Belki O da bunun farkındaydı; 90’larda medya sirkindeki yerini müziğinden daha çok giderek beyazlaşan teni, estetik müdahalerle tanınmayacak hale gelmeye başlayan ve Thriller videosundaki zombie haliyle karşılaştırılan yüzü, yetişkin bir adam olduğunu ispat etmek için anlaşmalı yapıldığı söylenilen ve hemen sonlanan ilk evliliği, suratına maske takarak dışarıya çıkması ve benzeri bir çok tuhaf davranışı belirledi. Çıktığı bir televizyon programında “Ben sizler gibi normal hayat süremiyorum, yolda yürüyemiyorum, sinemaya gidemiyorum, süpermarkette alış veriş yapamıyorum hapishanede gibiyim...” diyordu. ‘Leave Me Alone’ diye haykırıp , bütün bunlardan kaçmak için Neverland’de yarattığı gerçeküstü dünyaya sığındıkça , normaller canını acıtarak O'nu gerçek dünyanın içine çekmeyeye çalıştılar.
1993’te Amerika’da çocuk kaçırmayla birlikte en büyük suç olarak kabul edilen çocuk tacizi iddalarının şöhretine düşürdüğü gölge, suçsuz olduğunu söylemesine rağmen aileye sus payı vermesi, onu ne olursa olsun destekleyen insanların bile kafasına ‘Bad’ şarkısında söylediği gibi ‘Bad’ bir şey yaptı mı, yapmış olabilir mi sorularını getirdi. ‘Wacko Jacko’ (Deli Jacko) talk showların, komedi programlarının, daha çok para kazanmak isteyen paparazilerin ve yüksek tiraj açlığındaki tabloid gazetelerin ve dergilerin altın madeniydi.
Çoğu zaman kendisine ve müziğine mesafeli durduğum Michael Jackson’ı sevmemi sağlayan ise 2003’te İngiliz televizyoncu Martin Bashir’in Michael Jackson’la birlikte geçirdiği 8 aylık sürecin sonunda ITV’de yayınlanan ve sonrasında deprem etkisi yaratan belgeseldi. 14.5 milyon kişinin izlediği belgesel aslında Michael Jackson’ın şöhretini geri getirme çabalarıydı ama MJ açısından ise tam bir PR felaketine dönüşmüştü. Martin Bashir’in tabloid gazeteciliği sorularıyla Michael’ı köşeye sıkıştırması, taşıyıcı annenin doğurduğu yeni çocuğunu yüzünü örterek biberonla beslemeye çalışması ama bunu eline yüzüne bulaştırması, Las Vegastaki bir antikacı dükkanına girip 6 milyon dolarlık alışveriş yapması ama en önemlisi ise ‘Neverland’a gelen çocuklar’a yatağını verdiğini ve onları yatarken seyrettiğini söylemesi ise insanların kanını dondurmaya yetmişti. Ertesi gün, herkes ilk taşı atan olmak yarışıyordu.
Benim o belgeselde gördüğüm Michael Jackson ise manevi olarak canı yanmış ve tekrar canının yanmasından ürken bunu engellemek için de dönüşümlü olarak Peter Pan/Wendy rolünü üstlenen bir çocuktu. Bashir’in köşeye sıkıştırıcı sorularına verdiği cevaplar, gerçekten ancak bir çocuğun verebileceği kadar saf ve dürüsttü... Çocuğunu beslemeye çalışırken (ya da çocuklarına babalık yaparken) Wendy’di. Neverland’a gelen çocuklar Peter Pan’ın ne büyüyen ne de ölen oyun arkadaşları Lost Boys’tu. Ama belgeselin yayınlanmasından kısa bir süre sonra Lost Boys’un birinin şikayeti üzerine 1993’teki iddianın takibini yapan savcının açtığı dava yine MJ’i medyanın bir numaralı malzemesi haline getirdi. Kararın açıklanacağı gün mahkeme salonuna girdiğinde gözlüklerinin arkasına saklamaya çalıştığı (hiç bir zaman unutamıyacağım) korku dolu dolu yüz ifadesi aslında her şeyi anlatıyordu.... Michael ruhsal olarak bu dünyadan ayrılmıştı...
Peter Pan’ın sonunda Wendy kardeşleriyle birlikte geri dönmek istediğinde Peter ‘Ama geri dönersen büyürsün’ der. Yalnızca Wendy değil Lost Boy'lar da geri dönmek ve büyümek arzusundadırlar. Ve... Lost Boys, Wendy ve kardeşleri Neverland’den ayrılırlar; büyümek istemeyen Peter’i tek başına bırakarak.....
Ne diyeyim gercekten de bugunlerde burada okuduklarimdan da iyi bir degerlendirme bu. Hem Peter Pan sendomu hem de "SSCB'ye atilan altin gol" kismi... Gercekten de oyle degl miydi, Sovyet blokunun coktugunu McDonalds'in acilmasindan ve MJ'in Moskova konserinden anlamamis miydik?
YanıtlaSil