DENİZSİZ ŞEHİR
Tuhaf şey şu moda. Eğer bu yaz da görev bilip
baştan ayağa vitrinlerdeki kıyafetlere bürünmeye karar verirsek bu denizsiz
şehirde her birimiz tekne sahibi kaptanlar gibi dolaşacağız. Dört bir yanda
sapları denizci halatından çantalar, dümen armalı, polo yaka lacivert beyaz
çizgili t-shirtler, akşamüstü serinliğinde denizin üşüttüğü ayaklar için
loaferlar...Denizi olmayan şehirde kaptan gibi dolaşma modası geçip karasal
iklime geri dönüldüğünde, eskilerimizi mahallenin parkında sabahtan akşama kağıttan
kayık yüzdüren Deli Ferit’e veririz artık. Denizsiz bir şehirde her güne “vira
bismillah” diye başlama inadının bir ödülü olmalı...
Nene Hatun’dan rüzgaraltı indiğinde bir deli
kaptan da Arjantin Caddesi’nde oturur. Dört bir yanını saran kafelerden kabaran
gürültü ve trafik dalgalarının ortasına demirlenmiş bahçe içindeki iki katlı
ev, Cüneyt Bey’in gemisidir. İki kızını büyütüğü, karısı Solmaz’la beraber
kocayıp torun torbaya karıştığı bu evi, etrafındaki yaşam alanının değişip dönüşmesine,
fakirleşip gasp edilmesine rağmen terk etmemiştir Cüneyt Bey. Sabahları güneşle
beraber uyanır, bahçesinde durup sanki geminin güvertesindeymişçesine dimdik,
havayı koklar. İşte, günün o kör aydınlığında karşılaşırız biz. Solmaz Hanım
uykusuna düşkündür; geç kalkar. O uyurken geçenleri Cüneyt Bey, martı selamlar
gibi selamlar. Patronun iki günlük tozu olan arabaya binemeyeceğinden korkan,
her sabah yokuş aşağı kovalarca deterjanlı su dökmeye meraklı şöför hariç. Onu
uğursuz sayar, söver durur arkasından.
Bir bakan beyin sabah uykusunu bozuyor diye, Gazi
Osman Paşa’yı Tunalı Hilmi’ye bağlayan o güzelim Kırlangıç Sokak’ın denizin
dibindeki soğuk su akıntısı gibi aşağıya inen trafiğinin bir gecede yukarı çıkmaya
başlaması da uzaklaştırmamıştır Cüneyt Kaptan’ı bu denizi olmayan şehirden.
Alabildiğine orsa seyretmek mümkünmüş gibi, balçıkta saplanıp kalmış gibi değil
de köpük köpük süzülüyormuş gibi, gizli bir neşeyi her zaman korurdu. Bu
şehirde yaşamanın artık çöplükte eşiniyor olmaya denk geldiği bu günlerde neyin
neşesi bu diye kızıp sabahları sadece “merhaba” deyip yoluma devam edeyim
istedim bir ara. Onun devasa cüssesini sarsan kahkahalarına içerlerken içerlerken
fark ettim; denize açılmak deniz gerektiren bir eylem falan değil besbelli.
Kafanın yattığı, içinin aldığı her yere götürürsün denizi. Pencerelerin lumboz,
evin girişi pasarella olur. Perdeleri yelken misali ister basar ister
toplarsın.
Filistin Sokak’ın sonundan sağa döndüğümde bu
sabah da ufukta göründü işte Cüneyt Bey. Ekose bermudasının üstüne giydiği,
düğmelerini yaz günlerinde hiçbir zaman iliklemediği beyaz gömleği sabah
esintisinde uçuşuyor. Yokuş aşağı deterjanlı suyun aktığına, o malum siyah
makam arabasının ortada olmadığına bakılırsa yine kovmuş işgüzar şöförü. Durup
onunla konuşmadan önce evin karşısındaki kafeden kahve alıyorum. Sohbetimize
her seferinde aynı takılma ile başlıyoruz. Kendim şeker olduğum için kahvemi
şekersiz içiyor olmalıyım, yoksa bu meret şekersiz, sütsüz tövbe konmaz ağıza.
Kahvenin tadını seviyor olmam, başka tatlarla karıştırmak istemiyor olmam mazur
gösteriyor elimdeki zehir gibi simsiyah, hafif yanık kokan içeceği. Her sabah
olduğu gibi bu sabah da, bir hayırsızı tutkuyla sevmenin, yani bu şehirde
yaşamanın ne olduğunu bilenlerin sessiz dayanışması içindeyiz. Sırtımızı yola
dönüyoruz. Bana ıhlamur ağaçlarını gösteriyor. Bir zararlı dadanmış, oradan
güllere sıçramasından korkuyor.
Ne olduğunu anlamıyoruz. Metalik bir çat sesi
geliyor arkamızdan. Üzerinde durduğumuz kumdan zemin sarsılıyor. Can havli
dönüyoruz. Gül tarhının ortasında ters yatmış arabanın tekerlekleri dönüyor
hala. Yokuş aşağı akan deterjanlı suda kaymış olmalı. Sabah suyu bereketinde
duayla, selamla, neşeyle çıktığımız balıkta ağımıza bir yavru yunus vurmuş gibi
elimiz böğrümüzde kala kalıyoruz.