23 Ağustos 2013 Cuma

ANKARA'YA DÖNÜŞ/BİR ANKARA ÖYKÜSÜ


DENİZSİZ ŞEHİR

Tuhaf şey şu moda. Eğer bu yaz da görev bilip baştan ayağa vitrinlerdeki kıyafetlere bürünmeye karar verirsek bu denizsiz şehirde her birimiz tekne sahibi kaptanlar gibi dolaşacağız. Dört bir yanda sapları denizci halatından çantalar, dümen armalı, polo yaka lacivert beyaz çizgili t-shirtler, akşamüstü serinliğinde denizin üşüttüğü ayaklar için loaferlar...Denizi olmayan şehirde kaptan gibi dolaşma modası geçip karasal iklime geri dönüldüğünde, eskilerimizi mahallenin parkında sabahtan akşama kağıttan kayık yüzdüren Deli Ferit’e veririz artık. Denizsiz bir şehirde her güne “vira bismillah” diye başlama inadının bir ödülü olmalı...

Nene Hatun’dan rüzgaraltı indiğinde bir deli kaptan da Arjantin Caddesi’nde oturur. Dört bir yanını saran kafelerden kabaran gürültü ve trafik dalgalarının ortasına demirlenmiş bahçe içindeki iki katlı ev, Cüneyt Bey’in gemisidir. İki kızını büyütüğü, karısı Solmaz’la beraber kocayıp torun torbaya karıştığı bu evi, etrafındaki yaşam alanının değişip dönüşmesine, fakirleşip gasp edilmesine rağmen terk etmemiştir Cüneyt Bey. Sabahları güneşle beraber uyanır, bahçesinde durup sanki geminin güvertesindeymişçesine dimdik, havayı koklar. İşte, günün o kör aydınlığında karşılaşırız biz. Solmaz Hanım uykusuna düşkündür; geç kalkar. O uyurken geçenleri Cüneyt Bey, martı selamlar gibi selamlar. Patronun iki günlük tozu olan arabaya binemeyeceğinden korkan, her sabah yokuş aşağı kovalarca deterjanlı su dökmeye meraklı şöför hariç. Onu uğursuz sayar, söver durur arkasından.

Bir bakan beyin sabah uykusunu bozuyor diye, Gazi Osman Paşa’yı Tunalı Hilmi’ye bağlayan o güzelim Kırlangıç Sokak’ın denizin dibindeki soğuk su akıntısı gibi aşağıya inen trafiğinin bir gecede yukarı çıkmaya başlaması da uzaklaştırmamıştır Cüneyt Kaptan’ı bu denizi olmayan şehirden. Alabildiğine orsa seyretmek mümkünmüş gibi, balçıkta saplanıp kalmış gibi değil de köpük köpük süzülüyormuş gibi, gizli bir neşeyi her zaman korurdu. Bu şehirde yaşamanın artık çöplükte eşiniyor olmaya denk geldiği bu günlerde neyin neşesi bu diye kızıp sabahları sadece “merhaba” deyip yoluma devam edeyim istedim bir ara. Onun devasa cüssesini sarsan kahkahalarına içerlerken içerlerken fark ettim; denize açılmak deniz gerektiren bir eylem falan değil besbelli. Kafanın yattığı, içinin aldığı her yere götürürsün denizi. Pencerelerin lumboz, evin girişi pasarella olur. Perdeleri yelken misali ister basar ister toplarsın.

Filistin Sokak’ın sonundan sağa döndüğümde bu sabah da ufukta göründü işte Cüneyt Bey. Ekose bermudasının üstüne giydiği, düğmelerini yaz günlerinde hiçbir zaman iliklemediği beyaz gömleği sabah esintisinde uçuşuyor. Yokuş aşağı deterjanlı suyun aktığına, o malum siyah makam arabasının ortada olmadığına bakılırsa yine kovmuş işgüzar şöförü. Durup onunla konuşmadan önce evin karşısındaki kafeden kahve alıyorum. Sohbetimize her seferinde aynı takılma ile başlıyoruz. Kendim şeker olduğum için kahvemi şekersiz içiyor olmalıyım, yoksa bu meret şekersiz, sütsüz tövbe konmaz ağıza. Kahvenin tadını seviyor olmam, başka tatlarla karıştırmak istemiyor olmam mazur gösteriyor elimdeki zehir gibi simsiyah, hafif yanık kokan içeceği. Her sabah olduğu gibi bu sabah da, bir hayırsızı tutkuyla sevmenin, yani bu şehirde yaşamanın ne olduğunu bilenlerin sessiz dayanışması içindeyiz. Sırtımızı yola dönüyoruz. Bana ıhlamur ağaçlarını gösteriyor. Bir zararlı dadanmış, oradan güllere sıçramasından korkuyor.

Ne olduğunu anlamıyoruz. Metalik bir çat sesi geliyor arkamızdan. Üzerinde durduğumuz kumdan zemin sarsılıyor. Can havli dönüyoruz. Gül tarhının ortasında ters yatmış arabanın tekerlekleri dönüyor hala. Yokuş aşağı akan deterjanlı suda kaymış olmalı. Sabah suyu bereketinde duayla, selamla, neşeyle çıktığımız balıkta ağımıza bir yavru yunus vurmuş gibi elimiz böğrümüzde kala kalıyoruz.

10 Ağustos 2013 Cumartesi

KINDLE'LA İMTİHANIM

Akademik, yarı akademik bir sürü yazı yayımlattım ama yayımlatamadığım yazılarımdan da buradan Cabo da Roca'ya yol olur veya bir arkadaşımın deyimiyle "evin duvarları kaplanır." İyi olmayanlar vardır arasında mutlaka ama bazıları içimde ciddi anlamda kanayan yaradır. Yazıların da kısmeti var gerçekten ve evine, yuvasına ulaştırmak gerekiyor. Yanlış zamanda yanlış ellere düşüp p/hiç oluyorlar. Şu anda elimde öyle "bastard article of mine" diye sevdiğim ve adam etmeye çalıştığım bir makale var mesela. Umarım yuvasını bulur.

Kindle yazısına böyle başlamam biliyorum, çok acayip. Ama yuvasına nedense göndermeyi başaramadığım yazılarımdan bir tanesi de Kindle ile ilgiliydi. 2010 yılında Los Angeles dönüşünde yazmıştım. Orada kaldığım süre boyunca e-kitapa geçiş ile ilgili o kadar çok şey okumuştum, konu üzerine o kadar çok düşünmüştüm ki yazmasam olmayacaktı. Üstelik ben kitap sayısının ve yayılmasının (bibliophilia'dan değil mania'dan bahsediyorum) yaşayanlar üzerinde travmatik etki bıraktığı bir evden canını zor kurtarmış biri olarak herkesten çok elektroniğe taraftardım. Sonuç olarak değişik bir şeyler söyleyebilirdim.

Yazıyı önce bilmemne kitap ekine gönderdim. Cık! Kara delik. Yanıt çıkmadı. Daha sonra bir başka bilmemne kitap ekine daha, bu sefer editörünü tanıyan bir arkadaşımın aracılığıyla gönderdim. Oradan da olumsuz yanıt geldi. Editör "Çok ilginç bir yazı ama burada anılar ve düşünceler var. Ünlü olmayan birinin anıları ve düşüncelerini basamam" diyordu.

Neyse zaten ortalık e-kitap yazılarından geçilmediği bugünlerde bir önemi kalmadı diyeceğim ama yukarıdaki girişi yaptığıma göre kalmış. Bu arada ben tabii e-kitaba geçtim. Kendisine aşka yakın hisler beslediğim bir Kindle Fire HD'nin coşkulu sahibiyim.




Kindle bana geldiğinden beri Amazon'a iki kere ütüldüm: 1) Foreign Affairs üyeliğim mükerrer oldu, yanlışlıkla. Elim erip de hala düzeltemedim. 2) Aslında akademik olarak kullanacağım ve ilgi alanıma doğrudan girdiği için kendisini satın almam gereken kitabı bir an önce okuma dürtüsü ile indirince bir de gördüm ki sayfa numaraları yok. Alıntı yapamayacaksam o kitabı okumama ne gerek var!


Bu iki olay haricinde -ki aslında birinde Amazon'un hiç suçu yok- tahtalara vuralım her şey yolunda gidiyor. Hep hayal ettiğim gibi, canının istediği her kitabı okuyorsun ama sadece sahip olmak istediklerine sahip oluyorsun. Geçen 8 ay içerisinde 2 tane mi ne gerçek kitap satın aldım. Yakın gelecekte de sahip olmak istediğim bir kitap gözükmüyor.

En çok Dan Brown'un Inferno'suna önalış yaptığım için mutlu oldum. Mayis'ta bir sabah uyandım, yattığım yerden baktığımda Kindle'imdaydı. Okumaya başladım ama ateşli olduğum günlere denk geldi, Inferno imgeleri ateş kabuslarıyla birleştiği için bitiremedim.

Bu ara yoga, wabi sabi ve hayatı basitleştirmek üzerine okumak istiyorum ama bu konular üzerine kitaplarım olsun istemiyorum. Ne yapıyorum? Aşkım Kindle'a başvuruyorum ve anında okuma hakkı elde ediyorum. Yakında değiş tokuş hakkı veren, yani elektronik bile sahip olmama üyeliğine geçeceğim.

Mutluyum.        

6 Ağustos 2013 Salı

BODRUM GÜNLERİ

Çok ağır bir hastalıktan kalktım. Ateşim o kadar yükseldi ki gözbebeklerim kavruldu. Bizimkiler "Bodrum'a gidiyor muyuz" dediğinde "Evet" dedim "Ama herkes geliyor ve 1 ay kalıyoruz." Benim dinlenmem ama çok dinlenmem lazım.

Tekrar çekirdek aile olmak güzel. Tuvaletin önünde kuyruk oluyoruz falan ama olsun. Buzdolabının küçücük buzluğuna bira bardakları mı karpuz mu koyacağız kavgası yapıyoruz. Alt komşunun azmış kedisinin erkek kedi çağıran sesi ile uyanıyoruz her sabah. Herkes Girl with the Dragon Tattoo kitabının bir cildini okuyor. Stockholm'ün en lüks caddesinin adının Götgatan olması benim içimdeki ergeni çıkarıyor, her okuduğumda kikirdiyorum.

Gümüşlük bu sene bana hüzünlü geldi. Her şey yerli yerinde ama yine de bir şeyler eksilmiş, ruhu zayıflamış. Begonvil sarılı boy boy değirmenler satarlardı, bu sefer devasa değirmenlerin üzerine dana gözü gibi nazar boncukları çizmişler. Mazhar Alanson gibi konuşan İstanbullu erkekler geçen sene de vardı ama bu sene sanki geometrik olarak çoğalmışlar.

Babamla abim arasında Safiye Ayla'nın detone olup olmadığı üzerine hummalı bir tartışma başlıyor. Kiraz mevsimi bitti ama üzülmüyoruz; güzelim incirler olgunlaştı nasıla. Ben incirimi yerken "oh bal bal" diyorum. Babam kızıyor, "insan yediğini övmez, başkasınınki onunki kadar lezzetli olmayabilir." Anlıyoruz, babama tatsız incir gelmiş. Sonra içeriden annem geliyor balkona, ortadaki tabaktan bir tane alıp "oh bal bal" diyor. Gülüşüyoruz.

Hastalığımdan dolayı aylardır yogaya gidememiştim. Burada sevgili Yasemin Hanım beni Monica'nın stüdyosuna götürdü. Adını hep duyduğum ama ulaşmamın bu zamana kadar mümkün olmadığı bir hocaydı, gönülden istediğim bir dileğim gerçek oldu. Çok şükür.

Bu arada saçlarım dökülüyor. Bilen bilir upuzun kocaman saçlarım vardı benim. Hastalık onları da kavurdu. Saç dökmek her zaman kötü de küçücük yazlık evde dökmek daha da kötü. Önce kimse beni üzmemek için bir şey demiyordu ama ben "Turgut Reis'e gidiyorum, saçlarımı kestireceğim" dediğimde  herkes çok destekledi. Sanırım en son Lise 1 öğrencisiydim saçlarımı kulak altı hizasında kestirdiğimde.     

Turgut Reis'te gittiğim Sultan'da Musiki Cemiyeti'nden bir kadın vardı, saçlarım kesilirken bana Veda Busesi'ni söyledi. Çok ağladım, çok. Sonra yandaki Dadaşlar'da baklava hamuruyla yapılmış kabak böreği yedim, geçti....

Bugün arife, çok kalabalık olacağını tahmin etsem de yola çıkıyorum. Kabaklı börek alacağım, şekerpare arayacağım. Şehir alışkanlıkları değişmiyor ama. Belki bir de latte içerim.