4 Ekim 2013 Cuma

SÖZ

Söylenenlerdeki nüansları algıla(ya)mayıp tartışmayı rahatlık alanına çekebilmek için gerçekte dile getirilmek istenenin yok sayılmasına alışmış olmak gerek halbuki. Tanıdığım akıllı insanlar bu yüzden yavaş yavaş elini eteğini çekiyorlar tartışmalardan.

Önyargılarımız kadarız, ötesi yok. Aristo'ya göre insanoğlu etkileşime, tartışmaya mahrum kalmamak için girer. Biz insanları düşündüğünden mahrum bırakmak için giriyoruz.



23 Ağustos 2013 Cuma

ANKARA'YA DÖNÜŞ/BİR ANKARA ÖYKÜSÜ


DENİZSİZ ŞEHİR

Tuhaf şey şu moda. Eğer bu yaz da görev bilip baştan ayağa vitrinlerdeki kıyafetlere bürünmeye karar verirsek bu denizsiz şehirde her birimiz tekne sahibi kaptanlar gibi dolaşacağız. Dört bir yanda sapları denizci halatından çantalar, dümen armalı, polo yaka lacivert beyaz çizgili t-shirtler, akşamüstü serinliğinde denizin üşüttüğü ayaklar için loaferlar...Denizi olmayan şehirde kaptan gibi dolaşma modası geçip karasal iklime geri dönüldüğünde, eskilerimizi mahallenin parkında sabahtan akşama kağıttan kayık yüzdüren Deli Ferit’e veririz artık. Denizsiz bir şehirde her güne “vira bismillah” diye başlama inadının bir ödülü olmalı...

Nene Hatun’dan rüzgaraltı indiğinde bir deli kaptan da Arjantin Caddesi’nde oturur. Dört bir yanını saran kafelerden kabaran gürültü ve trafik dalgalarının ortasına demirlenmiş bahçe içindeki iki katlı ev, Cüneyt Bey’in gemisidir. İki kızını büyütüğü, karısı Solmaz’la beraber kocayıp torun torbaya karıştığı bu evi, etrafındaki yaşam alanının değişip dönüşmesine, fakirleşip gasp edilmesine rağmen terk etmemiştir Cüneyt Bey. Sabahları güneşle beraber uyanır, bahçesinde durup sanki geminin güvertesindeymişçesine dimdik, havayı koklar. İşte, günün o kör aydınlığında karşılaşırız biz. Solmaz Hanım uykusuna düşkündür; geç kalkar. O uyurken geçenleri Cüneyt Bey, martı selamlar gibi selamlar. Patronun iki günlük tozu olan arabaya binemeyeceğinden korkan, her sabah yokuş aşağı kovalarca deterjanlı su dökmeye meraklı şöför hariç. Onu uğursuz sayar, söver durur arkasından.

Bir bakan beyin sabah uykusunu bozuyor diye, Gazi Osman Paşa’yı Tunalı Hilmi’ye bağlayan o güzelim Kırlangıç Sokak’ın denizin dibindeki soğuk su akıntısı gibi aşağıya inen trafiğinin bir gecede yukarı çıkmaya başlaması da uzaklaştırmamıştır Cüneyt Kaptan’ı bu denizi olmayan şehirden. Alabildiğine orsa seyretmek mümkünmüş gibi, balçıkta saplanıp kalmış gibi değil de köpük köpük süzülüyormuş gibi, gizli bir neşeyi her zaman korurdu. Bu şehirde yaşamanın artık çöplükte eşiniyor olmaya denk geldiği bu günlerde neyin neşesi bu diye kızıp sabahları sadece “merhaba” deyip yoluma devam edeyim istedim bir ara. Onun devasa cüssesini sarsan kahkahalarına içerlerken içerlerken fark ettim; denize açılmak deniz gerektiren bir eylem falan değil besbelli. Kafanın yattığı, içinin aldığı her yere götürürsün denizi. Pencerelerin lumboz, evin girişi pasarella olur. Perdeleri yelken misali ister basar ister toplarsın.

Filistin Sokak’ın sonundan sağa döndüğümde bu sabah da ufukta göründü işte Cüneyt Bey. Ekose bermudasının üstüne giydiği, düğmelerini yaz günlerinde hiçbir zaman iliklemediği beyaz gömleği sabah esintisinde uçuşuyor. Yokuş aşağı deterjanlı suyun aktığına, o malum siyah makam arabasının ortada olmadığına bakılırsa yine kovmuş işgüzar şöförü. Durup onunla konuşmadan önce evin karşısındaki kafeden kahve alıyorum. Sohbetimize her seferinde aynı takılma ile başlıyoruz. Kendim şeker olduğum için kahvemi şekersiz içiyor olmalıyım, yoksa bu meret şekersiz, sütsüz tövbe konmaz ağıza. Kahvenin tadını seviyor olmam, başka tatlarla karıştırmak istemiyor olmam mazur gösteriyor elimdeki zehir gibi simsiyah, hafif yanık kokan içeceği. Her sabah olduğu gibi bu sabah da, bir hayırsızı tutkuyla sevmenin, yani bu şehirde yaşamanın ne olduğunu bilenlerin sessiz dayanışması içindeyiz. Sırtımızı yola dönüyoruz. Bana ıhlamur ağaçlarını gösteriyor. Bir zararlı dadanmış, oradan güllere sıçramasından korkuyor.

Ne olduğunu anlamıyoruz. Metalik bir çat sesi geliyor arkamızdan. Üzerinde durduğumuz kumdan zemin sarsılıyor. Can havli dönüyoruz. Gül tarhının ortasında ters yatmış arabanın tekerlekleri dönüyor hala. Yokuş aşağı akan deterjanlı suda kaymış olmalı. Sabah suyu bereketinde duayla, selamla, neşeyle çıktığımız balıkta ağımıza bir yavru yunus vurmuş gibi elimiz böğrümüzde kala kalıyoruz.

10 Ağustos 2013 Cumartesi

KINDLE'LA İMTİHANIM

Akademik, yarı akademik bir sürü yazı yayımlattım ama yayımlatamadığım yazılarımdan da buradan Cabo da Roca'ya yol olur veya bir arkadaşımın deyimiyle "evin duvarları kaplanır." İyi olmayanlar vardır arasında mutlaka ama bazıları içimde ciddi anlamda kanayan yaradır. Yazıların da kısmeti var gerçekten ve evine, yuvasına ulaştırmak gerekiyor. Yanlış zamanda yanlış ellere düşüp p/hiç oluyorlar. Şu anda elimde öyle "bastard article of mine" diye sevdiğim ve adam etmeye çalıştığım bir makale var mesela. Umarım yuvasını bulur.

Kindle yazısına böyle başlamam biliyorum, çok acayip. Ama yuvasına nedense göndermeyi başaramadığım yazılarımdan bir tanesi de Kindle ile ilgiliydi. 2010 yılında Los Angeles dönüşünde yazmıştım. Orada kaldığım süre boyunca e-kitapa geçiş ile ilgili o kadar çok şey okumuştum, konu üzerine o kadar çok düşünmüştüm ki yazmasam olmayacaktı. Üstelik ben kitap sayısının ve yayılmasının (bibliophilia'dan değil mania'dan bahsediyorum) yaşayanlar üzerinde travmatik etki bıraktığı bir evden canını zor kurtarmış biri olarak herkesten çok elektroniğe taraftardım. Sonuç olarak değişik bir şeyler söyleyebilirdim.

Yazıyı önce bilmemne kitap ekine gönderdim. Cık! Kara delik. Yanıt çıkmadı. Daha sonra bir başka bilmemne kitap ekine daha, bu sefer editörünü tanıyan bir arkadaşımın aracılığıyla gönderdim. Oradan da olumsuz yanıt geldi. Editör "Çok ilginç bir yazı ama burada anılar ve düşünceler var. Ünlü olmayan birinin anıları ve düşüncelerini basamam" diyordu.

Neyse zaten ortalık e-kitap yazılarından geçilmediği bugünlerde bir önemi kalmadı diyeceğim ama yukarıdaki girişi yaptığıma göre kalmış. Bu arada ben tabii e-kitaba geçtim. Kendisine aşka yakın hisler beslediğim bir Kindle Fire HD'nin coşkulu sahibiyim.




Kindle bana geldiğinden beri Amazon'a iki kere ütüldüm: 1) Foreign Affairs üyeliğim mükerrer oldu, yanlışlıkla. Elim erip de hala düzeltemedim. 2) Aslında akademik olarak kullanacağım ve ilgi alanıma doğrudan girdiği için kendisini satın almam gereken kitabı bir an önce okuma dürtüsü ile indirince bir de gördüm ki sayfa numaraları yok. Alıntı yapamayacaksam o kitabı okumama ne gerek var!


Bu iki olay haricinde -ki aslında birinde Amazon'un hiç suçu yok- tahtalara vuralım her şey yolunda gidiyor. Hep hayal ettiğim gibi, canının istediği her kitabı okuyorsun ama sadece sahip olmak istediklerine sahip oluyorsun. Geçen 8 ay içerisinde 2 tane mi ne gerçek kitap satın aldım. Yakın gelecekte de sahip olmak istediğim bir kitap gözükmüyor.

En çok Dan Brown'un Inferno'suna önalış yaptığım için mutlu oldum. Mayis'ta bir sabah uyandım, yattığım yerden baktığımda Kindle'imdaydı. Okumaya başladım ama ateşli olduğum günlere denk geldi, Inferno imgeleri ateş kabuslarıyla birleştiği için bitiremedim.

Bu ara yoga, wabi sabi ve hayatı basitleştirmek üzerine okumak istiyorum ama bu konular üzerine kitaplarım olsun istemiyorum. Ne yapıyorum? Aşkım Kindle'a başvuruyorum ve anında okuma hakkı elde ediyorum. Yakında değiş tokuş hakkı veren, yani elektronik bile sahip olmama üyeliğine geçeceğim.

Mutluyum.        

6 Ağustos 2013 Salı

BODRUM GÜNLERİ

Çok ağır bir hastalıktan kalktım. Ateşim o kadar yükseldi ki gözbebeklerim kavruldu. Bizimkiler "Bodrum'a gidiyor muyuz" dediğinde "Evet" dedim "Ama herkes geliyor ve 1 ay kalıyoruz." Benim dinlenmem ama çok dinlenmem lazım.

Tekrar çekirdek aile olmak güzel. Tuvaletin önünde kuyruk oluyoruz falan ama olsun. Buzdolabının küçücük buzluğuna bira bardakları mı karpuz mu koyacağız kavgası yapıyoruz. Alt komşunun azmış kedisinin erkek kedi çağıran sesi ile uyanıyoruz her sabah. Herkes Girl with the Dragon Tattoo kitabının bir cildini okuyor. Stockholm'ün en lüks caddesinin adının Götgatan olması benim içimdeki ergeni çıkarıyor, her okuduğumda kikirdiyorum.

Gümüşlük bu sene bana hüzünlü geldi. Her şey yerli yerinde ama yine de bir şeyler eksilmiş, ruhu zayıflamış. Begonvil sarılı boy boy değirmenler satarlardı, bu sefer devasa değirmenlerin üzerine dana gözü gibi nazar boncukları çizmişler. Mazhar Alanson gibi konuşan İstanbullu erkekler geçen sene de vardı ama bu sene sanki geometrik olarak çoğalmışlar.

Babamla abim arasında Safiye Ayla'nın detone olup olmadığı üzerine hummalı bir tartışma başlıyor. Kiraz mevsimi bitti ama üzülmüyoruz; güzelim incirler olgunlaştı nasıla. Ben incirimi yerken "oh bal bal" diyorum. Babam kızıyor, "insan yediğini övmez, başkasınınki onunki kadar lezzetli olmayabilir." Anlıyoruz, babama tatsız incir gelmiş. Sonra içeriden annem geliyor balkona, ortadaki tabaktan bir tane alıp "oh bal bal" diyor. Gülüşüyoruz.

Hastalığımdan dolayı aylardır yogaya gidememiştim. Burada sevgili Yasemin Hanım beni Monica'nın stüdyosuna götürdü. Adını hep duyduğum ama ulaşmamın bu zamana kadar mümkün olmadığı bir hocaydı, gönülden istediğim bir dileğim gerçek oldu. Çok şükür.

Bu arada saçlarım dökülüyor. Bilen bilir upuzun kocaman saçlarım vardı benim. Hastalık onları da kavurdu. Saç dökmek her zaman kötü de küçücük yazlık evde dökmek daha da kötü. Önce kimse beni üzmemek için bir şey demiyordu ama ben "Turgut Reis'e gidiyorum, saçlarımı kestireceğim" dediğimde  herkes çok destekledi. Sanırım en son Lise 1 öğrencisiydim saçlarımı kulak altı hizasında kestirdiğimde.     

Turgut Reis'te gittiğim Sultan'da Musiki Cemiyeti'nden bir kadın vardı, saçlarım kesilirken bana Veda Busesi'ni söyledi. Çok ağladım, çok. Sonra yandaki Dadaşlar'da baklava hamuruyla yapılmış kabak böreği yedim, geçti....

Bugün arife, çok kalabalık olacağını tahmin etsem de yola çıkıyorum. Kabaklı börek alacağım, şekerpare arayacağım. Şehir alışkanlıkları değişmiyor ama. Belki bir de latte içerim.

6 Temmuz 2013 Cumartesi

SNOWDEN, MAHREMİYET VE İNTERNET

Snowden olayının bizde Assange ve Wikileaks kadar yankı bulmamış olmasına şaşırıyorum. Bir kere Soğuk Savaşı andıran bir casusluk hikayesi yaşanıyor gözümüzün önünde. Ama her şeyden önce dünyanın şeffaflaşması adına yapılmış bir kamikaze uçuş.

1983 doğumlu Edward Snowden NSA (Ulusal Güvenlik Ajansı) ve CIA için çalışan bir 'IT guy.' İşteki daha ilk yıllarında fark ediyorki NSA ve CIA, Facebook, Google, Yahoo gibi şirketlerin ana server'ına doğrudan bağlanıyor; müşterilerin mahrem bilgilerine erişim sağlıyor. Snowden durumu anlar anlamaz önce hemen sızdırmaya kalkışıyor ama sonra Obama'nın seçim kampanyasında verdiği sözleri hatırlıyor (hacker etiği), bekliyor. Ne var ki o sözler tutulmuyor ve sonuç, müthiş bir skandala yol açan sızıntı.  Snowden'ın nerede olduğu bilinmiyor; kendini kabul edecek bir ülke bekliyor. Snowden amacını "kamuoyunu hükümetler tarafından onlar adına ve onlara karşı yapılanlar" hakkında bilgilendirmek olarak açıklıyor. İnsani bir yönü var yani. Bu bağlamda hackerlık yakında insanlık adına bir eylem olarak kabul edileceğinden sığınma talepleri daha kolay kabul edilecek.

Skandalın ABD'deki etkisi tabii ki büyük oluyor. The New Yorker, 'Big Brother' kapağı ile çıkıyor. Google yerine arama geçmişini kaydetmeyen duckduckgo arama motoruna geçiyor insanlar. Sonra Obama çıkıp "Amerikan vatandaşlarını değil yabancıları izledik" diyor ve meselenin asıl bizi ilgilendirdiği ortaya çıkıyor.


 

Bu, Türkiye'deki internet kullanıcıları ABD'ye karşı mahremiyetinin korunması için yüzünü devlete dönmek zorunda kalacağı anlamına geliyor. Amerikan büyükelçisi konu ile ilgili Dışişleri Bakanlığı'na çağrıldı ama bize bilgi veren olmadı. Zaten bilyoruz ki devlet, son torba yasa ile sağlık bilgilerimize (daha mahrem bir bilgi düşünemiyorum) ulaşmanın yolunu garantiledi. Mahremiyetimizi ihlal eden devletten mahremiyetimizi korumasını bekleyeceğiz yani.

Avrupa Birliği, vatandaşlarının bir iletişim, paylaşım ve depolama platformu olarak interneti terk etmemeleri için gerekli yasal düzenlemeleri yapmaya hazırlanıyor. Biz ise taşeron işçilerin can güvenliğini sağlayacak yasayı çıkarmıyoruz; internet mahremiyetine hayatta sıra gelmez.

Ama zaten zayıf, kontrol altında ve güvenilmeyen bir internet çoğunlukla devletlerin istediği bir şey.  

5 Mayıs 2013 Pazar

HIDIRELLEZ: HIZIR VE İLYAS KARDEŞLER, UZAKDOĞU-BALKAN FÜZYONU

5 Mayıs'ı 6 Mayıs'a bağlayan gece Hıdırellez gecesi. Hızır ve İlyas kardeşler, yılda bir kere yeryüzünde kavuşup hasret giderirken, dileklerini gül ağacına asan fanilerin isteklerini gerçekleştirmek üzere toplayıp, gün doğarken kendi nurlu dünyalarına dönerler.

Hayatını kontrol altında tutmak, geleceğini bilmek, dileği tutsun isteyen insanoğlu kontrol edemediği belirsizlikler karşısında giderek hırçınlaşırken bu Hıdırellez'e daha da büyük önem vermeye başladı sanki. Sanki pozitif bir bilimmiş gibi "tutma garantili" dilek seminerleri veriliyor... İnanılır gibi değil.

Yine de, her şeye rağmen ben seviyorum Hıdırellez geleneğini, neşesini... Amatör ruhunu, kusurlu, şaşkın, şapşal insan bocalamasını. Dileğimin tutması hırsıyla değil, dilek dilemenin ferahlatan etkisine özlemle atlamıyorum 5 Mayıs'ı 6 Mayıs'a bağlayan geceyi.


Bu sene bu geceyi başının dertte oluğunu bildiğim en sevdiklerimden biri için kullanacağım. Kağıttan 7 tane Japon turnası yapacağım, turnaları ipe dizip pencereme asacağım. Hızır o turnaları alsın ve benim o canımdan çok sevdiğimin içini ferahlatsın, kapısının önüne bir müjde bıraksın...

Balkan göçmeni annem gelenek dışı dilek dileme yöntemlerime deli oluyor ama bu sefer de terchim Uzakdoğu-Balkan füzyonu. İçimdeki ses Hızır'ın kağıttan renkli turnaları çok da yadırgamayacağını söylüyor.
 

16 Nisan 2013 Salı

BOSTON MARATONU KATLİAMI

Sabah 5.45'te ayaktaydım. İlk iş telefonumu kontrol ettim; bu aralar abimle, ben erken uyandığım için, o Amerika'da uyumadan haberleşiyoruz. Ondan mesajı yoktu ama Twitter yüklüydü. Boston Maratonu'nun finiş çizgisinde 12 saniye ara ile 2 bomba patlamış. Yerlerde atletlerin (Boston Maratonu'na belli dereceyi koşabilenler katılıyor) kopan kol ve bacakları... Ölenlerden biri koşan babasını seyretmeye gelen 8 yaşında bir çocuk....



dawn.com

Sabah yürüyüşümü elimde telefon, Twitter'a bakarak tamamladım. Timeline'da daha Türkiye'den takip ettiklerim arz-ı endam etmemişti. Düşüncelerimin akışı dönüp dolaşıp "Hem de maratonda. Hem de maratonda" hayret nidasına gelip donuyordu.

Maraton bir insanın fiziki olarak deneyimleyebileceği en zorlayıcı, geliştirici ve yenileyici aktivitelerden biridir. 4 saatin sonunda kişi kendi kusurlu hayatının ölümsüz kahramanı olur. Finiş çizgisine varış, kişinin tüm varlığını tükettiği anda dönüşerek yeniden var olmasıdır. Dayanmanın, direnmenin ve tamamlamanın insan hikayesidir. Yazar Murakami'nin otantik maraton güzergahını koşuş anlatısını tavsiye ederim.

İnsanlar, bedenlerindeki sıvılarının büyük kısmını tüketip, kurudukları ve yeniden canlanacakları en kırılgan anlarında avlanmışlardı Boston'da. İlk vurulan atletin düşüşü kadar hazin bir sahneye uzun zamandır şahit olmamıştım.

Sonra Twitter Türkiye düşmeye başladı timeline'a. Herkesin maraton felsefesini dert etmesini beklemiyordum ama "oh olsun"lar, 3 ölüyü az bulmalar, ölenlerin Amerikalı olmasının katliamı aklayacağının imaları... Bunu beklemiyordum.


Büyük hayal kırıklığı...Büyük hayal kırıklığı.


3 Mart 2013 Pazar

YA SONRA?

Vincent'in kardeşi Theo'ya yazdığı mektuplarda bana en çok dokunan bölüm benim üstün körü çevirimle aşağıdakidir:

"Şu anda her şey benim için çok kötü gidiyor; hatırı sayılır bir zamandır bu böyle ve gelecekte pekala da bu şekilde devam edebilir. Yine de her şeyin, yanlış göründüğü bir sürenin sonunda, daha iyiye gitmesi mümkün. Sırtımı bu olasılığa yaslamıyorum;  bu, hiç gerçekleşmeyebilir. Ama iyiye doğru bir değişiklik olacaksa eğer, bunu bir kazanç olarak kabul etmem gerekir. Neşelenmem ve "nihayet" demem gerekir: "En sonunda bir nefes aldım."

(Well right now it seems that things are going very badly for me, having been doing so for some considerable time and may continue to do so well into the future. But it is possible that everything will get better after it has all seemed to go wring. I am not counting on it, it may never happen, but if there should be change for the better I should regard that as a gain, I should rejoice, I should say, at last! So there was something after all.)



Vincent için gidişatın iyileşmediği gibi dayanılmaz boyutlara ulaşarak daha da kötüleştiğini biliyoruz. Hatta intihar mektubunda kesinlikle kurtarılmamasını isterken "çünkü bu ıstırap hiç bitmeyecek," demiştir.

Onca acıklı mektubu arasında bana en hazin, ama en insancıl insanlık hali olduğu için en hazin gelen budur.

Hepimiz şu anda hayatımızın Vincent'in o gün durduğu noktasında duruyoruz. Onunki kadar zor bir geçmişten gelmiyoruz belki ama her şeyin daha iyiye gitmesini, yeterince sebebimiz olmamasına rağmen umuyoruz. Ve soruyoruz; "Ya sonra?"            

Kendi hayatımızın sonrasını bilmiyoruz ama Vincent'inkini biliyoruz. Ama işte onun gibi dükkanı kapatıp gitmeyeceğimize göre biz de umut edeceğiz.

Deliliğin ve umudun kitabı Silver Linings Playbook tam da bundan bahsediyor. Filmi çok güzeldi, şimdi kitabı okuyorum. Bitirince yazacağım.    

21 Şubat 2013 Perşembe

GİT AS KENDİNİ CRILLON

Geçenlerde bir hoca, "Nedir bu Kant sevgisi bu ülkedeki? Hangi sorunumuzun hangi çözümü Kant'ta ki?" dedi. "Doğru," dedim "Her seviyedeki her barış sorunluyken dikmişiz gözümüzü Sonsuz Barış'a, bekliyoruz gelecek diye."

Bizdeki felsefe, siyasi düşünce hep belli isimler etrafında dönüyor ne yazık ki. Hayatın gizemini çözmüş üç adam, bir kadın; herkeste aynı referanslar, onlardan alıntı yapmayanı dövüyorlar.

Ben American Politics and Foreign Policy  dersinde mutlaka bir hafta durup William James ve John Dewey anlatırım. Biri Pragmatizm'in, diğeri Meliorizm'in babası iki çağdaş, iki dost. Ondokuzuncu yüzyılın sonu, yirminci yüzyılın başında iki bireyselci filozof. Bizimki gibi kaderin esir aldığı güdük bireysellikler ülkesinde derin birer soluk.

Amerikan Pragmatizimi'nin uygulamada Iran-Contra gibi uç felaketlere gitiğini biliyoruz ama bu teorisinin değersiz olduğu anlamına gelmiyor, çünkü devletler için değil hayatın köşeye sıkıştırdığı bireyler için yazılmış bir felsefeden bahsediyoruz. Bir eylem felsefesinden...


William James, "Muammaların yanıtı teoriler değildir," diyor "sırtını teorilere yaslayıp beklemezsin, ilerlersin." İlerlerken teorilerin sana gerçek diye öğrettiği her şeyi parçalar, eylemlerinle yeni bir gerçek anlayışı şekillendirirsin. Kaderin değişmezliğine ve yıkıcılığına (fatalism) karşı zafer kazanan bir kader anlayışı inşa edersin. Böylece senden önceki "gerçeklerin" seni sıkıştırdığı köşeden açık havaya, olasılıklar doğasına çıkarsın. Yalnız, senin için "iyi" olanı hayatında somutlaştırmak için, sürekli eylem halinde olman gerekir. Eyleme geçmek için "şu an" çok önemlidir. Her bir "şu an" kendini bir geçiş, dönüşüm ve olma olasılığı olarak sunar.

Sürekli eylemde olma prensibinden yorulmazsan eğer, "bir Steve Jobs da sadece Amerika'dan çıkar" yargısını yanlışlayan kişi sen olabilirsin.

John Dewey de benzer bir şekilde, değişimin kaçınılmaz, ilerlemenin ise isteğe bağlı olduğu noktasından hareket eder. İlerleme, bireye kalmış bir meseledir. Maharet, değişikliğin yönünü eylemlerimizle kontrol edebilmektir. Eyleme geçmek; denemek, risk almak iradesidir.

Dewey'e göre, pessimism (kötümserlik) ve optimism (iyimserlik), tutum olarak bu bireyselcilik felsefesi içinde açıklayıcı kavramlar değildir. Pessimism bir felç halidir, optimism ise tembellik. Bu nedenle bir ara kavrama ihtiyaç vardır; meliorism bu ara durumu ifade etmek için türetilmiş bir terimdir. İnsan gayretiyle her türlü gidişatı değiştirecek, bir ilerleme sağlama olasılığı yani eyleme geçme felsefesidir. (Hollywood'un körüklediği Amerikan Başkanı'nın dünyayı kurtaracak olması inancı bu felsefeden türemiştir.)

O zaman asıl olan optimism veya pessimism'den bağımsız, eyleme geçme gayretiyle ilerlemenin yönünü belirleyebilmektir. Bir futbol maçında iyimser veya kötümser olmak oyuncunun değil seyircinin kapılacağı hislerdir. Oyuncu eylemleriyle son düdüğe kadar maçın gidişatını değiştirme olanağına sahiptir. Birey de hayatında kaderin değişmezliği varsayımıyla iyimserlik ve kötümserlik duygularıyla hareket ediyorsa kendini kendi hayatında seyirici olarak konumlandırıyor demektir.      

Peki onca eyleme geçme hamlelerinden sonra maçı kaybettik, zafer kazanan bir kader yaratamadık; o zaman ne olacak? Hiç... Hiçbir şey olmayacak; çünkü inandığınız "şu an"da eyleme geçme prensibiydi. Ve siz, o prensip doğrultusunda savaştınız.

Fransız kralı IV. Henry, kendisiyle savaşmaya yetişemeyen sağ koluna, "Git as kendini yürekli Crillon," der, "Biz Arques'te savaştık ve sen orada yoktun." Bazen savaşın kendisi zaferden daha büyük bir önem taşır.

Yine de William James, "şu anın inançlı savaşçıları"na bir müjde verir: İnanın. Çünkü olguyu (fact) inancınız yaratacaktır.    
        

20 Ocak 2013 Pazar

BU HAFTA AKLIMA TAKILANLAR

Lodos esince düşünceler üşüşür, kafamın içi Cahit Külebi'nin sözünü ettiği "bir delinin cepleri gibi" olur. Anlamlı olması gerekmez ama takıntılı, ısrarlı aynı şeyleri düşünürüm. Aynı konulara geri döner dururum.

Bu hafta lodos vardı Ankara'da, benim kafama da meseleler, sözler takıldı; ben onlara geri dönüp durdum.


GAZETEDE OKUDUĞUMA mesela. El Kaide'nin rehin aldığı insanları kurtarmak için Cezayir ordusunun operasyon yapmasına ve 30'u aşkın rehinenin ölmesine.


Çok trajik bir insanlık durumu. Tutsak alınmışsınız ve tek kurtuluş şansı olarak bildiğiniz, gelmesi için dua ettiğiniz güç geldiğinde ölümünüze neden olacak. Müthiş bir çıkmaz. El Kaide'nin elinde tutsak kalmamışsam da anlayamayacağım, benzerini yaşamadığım, bir daha yaşamayacağım bir durum değil.


ETTİĞİM SOHBETE mesela. Çok sevdiğim bir hoca ile başkanlık sistemi üzerine konuşuyorduk. "İnsanlar bir karar vermek zorunda olduklarının farkında değiller ama artık karar verme zamanı. Gidecek misiniz, kalacak mısınız? Kalacaksanız değişen sistemle nasıl başedeceksiniz?" dedi. Şimdilik gitme planım yok. Ama değişen sistemle nasıl başedeceğim konusunda bir fikrim de yok. Çok ağır geldi bu sözler, döndüm durdum... Henüz bir yanıt bulamadım.


DUYDUĞUMA mesela. "Seni görünce ilk aklıma gelen anti-establishment olduğun," dedi. Herhalde uzun zamandır benim için söylendiğini duyduğum bir cümle, beni bu kadar gururlandırmamıştır. Babama bile söyledim, o da gurur duysun diye. Hatta annem, "kızım kış geçti şöyle bir kalıplı palto almadın kendine," dediğine O, "Alma kızım alma, establishment olma," dedi. Gülüştük...


Bugüne kadar bana söylenmiş en güzel şeylerden biri. Asla unutmayacağım, lodosta modosta hep hatırlayacağım.


KİTAPTA OKUDUĞUMA son olarak. "I miss the times, when there was abundance in my life." Hayatımızda lineer olarak bolluktan kıtlığa doğru mu ilerliyoruz mutlaka? Bolluk dönemini yaşamışsan sırada illa ki kıtlık mı var? Kalabalık, uzun yaz sofralarına dönüş yok mu?



Bence var. İklimler değişse de dairesel dönüşler mümkün.

12 Ocak 2013 Cumartesi

REDHACK, HACKER ETİK VE MAHREMİYET

Hayatımız daha da teknoloji-yoğun bir geleceğe doğru ilerlerken bilelim ki o gelecek hackerların. Gördük geçen hafta; bir sistem açığını bir yerinden tutup YÖK arşivlerini hallaç pamuğu gibi attırdılar. 1950ler 60larda Massachusetts Institute of Technology'de (MIT) üretilen software'i piyasaya sürmeden önce denemek için, varolan kusurları yine software'i üreten ekibin bulmaya çalışması olarak başlayan hacking bugün, bilgilenme ve bilgiye erişme özgürlüğünü savunan bir eylem. Aynı zamanda software'e tutku ve onu üreten zekaya saygı duyulması bu kitlesel eylemi hackerlar için kişiselleştiriyor da.



Teknoloji felesefesi profesörü Finli (Kapatılan The Pirate Bay'in dünyanın her yerinde aranan sahibinin Stockholm'de yasal olarak yaşadığını hatırlarsak İskandinav kültürünün hacker/korsan kültürünü besleyen bir yanı olduğunu  kabul etmeliyiz) Pekka Himanen, bu konuda yazılmış tek değil belki ama en ünlü kitapta (The Hacker Ethic and the Spirit of the Information Age) hackerlığın belli bir etik anlayışı çerçevesinde hareket ettiğini varsayıyor. Buna göre hacker etik şu temel ilkelere dayanıyor:

1) Paylaşım

2) Şeffaflık

3) Bilginin tek elde merkezileşmesini engellemek

4) Dünyanın bütün bilgisayarlarının açık erişimde olması

5) Daha iyi bir dünya

Bu çerçevede, dünyanın nasıl bir sistemle işlediğini yani dünyanın sahiplerini ve niyetlerini açık edecek bütün girişimler etiktir.

Bir üniversite hocası olarak Himanen'in hackerlığı Plato'nun Akademi'sine benzetmesi özellikle ilgimi çekti. Maalesef bugün üniversitelerde yapılan pekçok araştırma gizli, göz ardı edilmiş, üstü kapatılmış, sansürlenmiş veya tahrip edilmiş bilgiyi açığa çıkarmayı hedeflemiyor. Tam tersi ya bilginin saklı kalmasını sonsuz kılıyor ya da ortalama bir seviyede eşinip duruyor. Bu bağlamda, Himanen'e göre, Plato'nun bahsettiği aydınlanma ateşinin tutuşturduğu ruhlar, günümüz akademisyenlerinin değil hackerların. Sadece hackerlar, insanların hayatını doğrudan etkileyen bilgiyi saklandığı yerden iştahla çekiştirip duruyor.

Buraya kadar her şey çok güzel. Hikaye epik; modern zaman kahramanları ile karşı karşıyayız.  Ancak hacking çok elzem bir insan hakkını, zaman zaman toplumsal iyilik adına, ihlal eden bir eylem olmaktan kurtulamıyor. Mahremiyet ilkesini benimsemeyen her girişim, bence, insan saygınlığını aşındırıyor.

İlk defa 1890 yılında Harvard Law Review'da tanımlanan mahremiyet ilkesi, saygınlık, bireysellik ve kişilik haklarının ayrılmaz bir parçası olarak ortaya konmuş. İlk ortaya konan mahremiyet kavramının "bireyin hayatında tamamen kendi kontrolünde olan bölüm" gibi bir açıklaması var. Teknoloji-yoğun hayatın gerektirdiği yeni tanımda ise "başkalarının sizin hayatınıza erişimini sınırlandırma dereceniz" ifadesi geçiyor. Mahremiyetin ihlali bireyin sağlığını hatta hayatını tehlikeye atacağı için, bireysel veya toplumsal, her eylemde mutlaka gözetilmesi gerekiyor.

Hacking binlerce gizli dosyayı bir anda kitlelerin erişimine açarken o dosyalara yanlışlıkla, kötü niyetle girmiş ya da süregelen gizli bir soruşturmanın sonunda belki de aklanacak kişinin mahremiyet hakkını savunabilecek mi?

Dünyayı yönetenleri ve niyetlerini deli gibi merak etsem de ben şimdilik mahremiyet ilkesinden yana  saf tutuyorum.