25 Ağustos 2012 Cumartesi

BODRUM GÜNLÜĞÜ -III (SON)

Ne demiştim? Hatırlamıyorum kimindi bu "Bolluk, bereket emek ister" sözü. Doğayı kendi emrine amade zanneden, park ettiği arabasını göremediği için ağaç kestirenler memleketinde ne büyük bir çelişki bu kadar çok insanın bereket, bolluk dilemesi. Ben Yalıkavak Marina'nın hikayesini bilmiyordum. Annemin artık Bordum'un yerlisi olmuş arkadaşı anlattı.

Jef Kamhi önce denizi doldurtmuş, boğaz daralmış, panorama değişmiş ama tekneler daha kolay yanaşır olmuş. Sonra bir Azeri işadamı marina inşaatını üstlenmiş. Bir kasabanın sahil şeridini gelip duvarla çevirmişler ardından. Ama görseniz sanatçı elinden çıkmış, o taş duvara yelkenli ve dalga oturtmuşlar.

Dalga geçer gibi...

Bir kasabanın rüzgarını kesebilme gücü var bu ülkede bazı insanların. Buna izin verecek yerel yöneticiler de. Bir zamanlar denize bakan evlerinde şimdi oturup taştan yelkenlilerle avunması beklenen insancıkların ise sesi de yok gücü de... Hayatımda servet düşmanı olmadım, kimsenin kişisel lüks harcamasını yargılamadım. Ama parasıyla rüzgar kesen, duvar ören her kimse bolluk, bereket yüzü görmesin inşallah.

Bodrum halkı esprili. Marinanın içine "Milyonerler Kulübü" diyor. Estetik bulmadıkları Atatürk heykelinin önündeki dolmuş durağının adının "Beton Kemal" olmasına gülmüştük de buna  insan gülemiyor.

Güneş çok güzel batıyor Yalıkavak'ta. Biz de Cafer'in Yeri'ne yollanıyoruz yavaş yavaş. Bayram yaklaşıyor ya, fiyatlar da bayramlık olmuş. Geçen hafta kilosu 60 lira olan tekir bu akşam 80. Çiçek dolması hayatımda yediğim en lapa dolma. "Ne yapalım bayram öncesi" diyoruz yine, kalkıyoruz.    

Ertesi gün arife. Aramızda klostrofobikinden panik ataklısına ne ararsan buluduğu halde aklımızı peynir ekmekle yediğimiz için giyinip Turgut Reis pazarına gitmek üzere yola çıkıyoruz. Dönmemizden önce başka pazar yok, ne alacaksak buradan alacağız.

Kimse yanına doğru düzgün CD almamış olduğundan ben geçen hafta Bodrum Strabucks'tan JukeBox diye bir tane satın aldım, onu dinliyoruz. Şöför olmanın avantajını kullanarak iki şarkıda bir Ayten Alpman'dan Söyleyemedim'e dönüyorum.


Bizimkileri pazarın orada bırakıp park yer bulmak için küçük bir Turgut Reis turu atıyorum. Tam başladığım yere dönmüştüm ki cillop gibi pazar yanı park yeri beni bekliyor. Orada kaldırımın önünde duran kadını neden orada durduğunu anlayamadan biraz iteleye iteleye park ediyorum. O sırada arkamdaki araba da çıkınca kadıncağız o tarafa doğru yöneliyor ama başka bir araba aynen benim yaptığım gibi park ediyor. O sırada kadının kocası olduğunu anladığımız adam ağzından köpükler saça saça hem arkamdaki arabanın şöförüne hem karısına bağıra bağıra beliriyor siyah arabasının içinde. Meğer karısına park yeri tuttururmuş. Gelip de park yeri bulamayınca hem karısını hem öbür şöförü arabasıyla pazarın girişine kadar kovalıyor.

Herkes pazarın bir köşesine dağılıyor. Ben seramik nihaleler, bardak altları, boncuklar, yemeniler içinde kayboluyorum. Sporuna bana söylenen fiyatın 5 lira altını söylüyorum geri, çoğunda tutturuyorum. Pazarlık yapmaya ısınıyorum böylece yavaş yavaş. Alışverişini bitiren Alin's diye bir kafe var, oraya geçip oturacak. Cappuccino'nun yanında Belçika'nın Lotus diye karamelli bir bisküvisi vardır ya, ondan veriyorlar. Ben hep fazlasını istiyorum, "zor zamanlar" için çantamın içine atıyorum sonra. En son ben gelmişim. Ne yapalım yarma şeftali çıkmış, almasam olmaz. Kokusu burnumu tutan tarla domatesinden almasam olmaz. Güneşte kurumuş domates almasam hiç olmaz. Öyle diye diye vakit geçmiş, anlamamışım. Sempati'de çiğ börek yiyor ve asfalt eriten sıcakta evimize geri dönüyoruz.

Hiç dönmek istemiyorum bu sene şehire. Karabiber ağaçlarını, begonvil gölgesini, uzun kahvaltıları bırakmak istemiyorum. Geceleri terasta kafamı kaldırıp yukarı baktığımda bana dünyanın merkezi olmadığımı hatırlatan yıldızları göremediğim bir yerde olmak istemiyorum.


Üstelik ben şehir insanıyımdır.  

18 Ağustos 2012 Cumartesi

BODRUM GÜNLÜĞÜ-II

Dereköy'deki yangın maalesef 10 köy evini de küle çevirdi. Ertesi gün yeniden başlayan yangını söndürmek için bu sefer bir helikopter geldi, aynı kovayı onlarca kez bizim koya daldırıp çıkardı ki yangın sönsün...



Sabahları deniz soğuk ama çarşaf gibi oluyor. Hep aynı insanlar var etrafta da. 2 yaşındaki Kuzey dün gece "oha" demeyi öğrenmiş, bu sabah bütün kumsalı inletiyordu. Kuzey'in arkadaşları Teoman'la Metehan kardeşler daha uslu. Yalnız, insan neden tarihi bir baba-oğulun ismini abi-kardeş çocuklarına verir ki, üstelik oğlan babayı öldürerek tahta geçmişse.




Bir sabah plaja giderken Aysu Hoca ile karşılaştım. Sarı Vosvos'unun içinde gazetelerin kitap eklerini karıştırıyordu. Meğerse yeni kitabı çıkmış yorumları merak ediyormuş. Cumhuriyet Kitap'ta denk gelince bir yoruma heyecanlandı. Ben de "darısı başıma böyle heyecanların" diyerek yoluma devam ettim. Bu aralar kitap eklerinde Ernest Bloch'un Umut İlkesi'nin 2. cildi çıkmış, o var. Vallahi ben Tanıl Bora çevirisi bile olsa Ernest Bloch'u Türkçe okumaya kalkışmazdım. Neyse.

Gümüşlük kış hayallerimi süslediği haliyle çıktı karşıma bu sene de çok şükür. Atölyecilerin tezgahından terasa koymak için seramik değirmen, efil efil bir elbise, küpeler ve Bodrum boncukları aldım. Cumhur'un Yeri'ne gideriz mutlaka hep akşam yemeği için. Çiçek dolması, deniz börülcesi, kalamar ızgara ki sirke, kırmızı biber ve zeytinyağ ile şenlendirilmiş eşsiz bir tatdır, yemeden olmaz!

Olmaz da bu sene masaların sayısını çoğaltmışlar sanki. Yetişemiyorlar servise. Izgara içeride tıkış tıkış, balık zamanında gelemiyor. "Bayram yaklaşıyor ondan" dedik ama biraz da burulduk tabii. Arkamızda Jehan Barbur ve kocası oturuyordu, yoldan geçen Burhan Şeşen'i çevirip masalarına davet ettiler. Ertesi günkü Bülent Ortaçgil konserine hazırlanıyorlarmış.

Her sene daha kalabalık, etkinlik sayısı daha fazla. Bakalım nereye kadar hayallerimdeki gibi bulmaya devam edeceğim Gümüşlük'ü? Kapısında kumlu ayakların su kabağından bir kepçe ile yıkandığı sahil evinin hayali daha ne kadar devam edecek? Böyle böyle derken ama, bir akşam daha kalktık vardık bu sevgili yere. Bu sefer Dalgıç'ta ev yemekleri yedik. Yoğurtlu semizotunun hastasıyız hep beraber. Aşağıdakine benzer diyaloglar yaşandı bütün gece:

-Abi şu tabakları alayım da köfteye yer açılsın.
...
-Semiz! Semiz nerde?
-Semizi almışlar.
-Abi, semizi de almışsın.
-Semiz yok bende olum.
-Semiz nerde?
-Semiz bende.
-Bulduk semizi.

Arka bahçede bir gün sonrasının yemekleri için bamyalar, börülceler ayıklanıyordu. Bir yavru köpek oraya sığınmış, sevgiyle bakılıyordu. Biz de sevgiyle uğurlandık. Belki de hayal sandığımdan biraz daha uzun sürer, belli mi olur!

Sırada: Yalıkavak Hikayeleri ve Turgut Reis Pazarı




 




          

14 Ağustos 2012 Salı

BODRUM GÜNLÜĞÜ





Çok şükür deniz tatilim başladı. Bayrama kadar ne yaptık yaptık, sonra doğal kaynakların paylaşımı üzerinden kıyamet kopacak çünkü kalabalıktan.


Sabah gazete almaya ben çıkıyorum. Önce iskeleye kadar yürüyüp oradan site komşumuz Nigar Uluerer'in evinin önünden geçiyorum. Arabasını bu sabah dışarı park etmiş. Arkadan vuruk arabanın yolcu koltuğunun başlığına peruklarından birini takmış kadın; korkudan altıma ediyordum ne olduğunu anlayana kadar.


Bizimkiler yaz hovardalığında Aydınlık gazetesi de alıyorlar eve. İçinde bir Ergenekon duruşma diyalogu var ki evlere şenlik.  Yani, Aziz Nesin ölmedi, Silivri'de yaşıyor. Özetle şöyle: Hakim: "İtiraz etmeyin. Tuncay Özkan'ı dışarı çıkarın." Özkan: "Daha itiraz etmedim ki. Soru sormak için el kaldırıyorum." "Dışarı." Avukat Nazlı Çubuklu: "Bu nasıl yargılama? Böyle yargılama mı olur?" Hakim: "Siz de dışarı." Tümgeneral Hıfzı Çubuklu: "İnsanları tahrik ediyorsunzu ama" Hakim: "Lütfen oturun." Çubuklu: "Zaten oturuyorum." Hakim: "Veli Bey gülünecek bir şey yok. Yargılama yapıyoruz. Böyle yargılama olmaz." Veli Küçük: "Çok haklısınız, böyle yargılama olmaz."


Bugün Bodrum'un bez pazarı. Kissy babamın anneannesinden kalma güzelim mutfak perdelerimde iki patilik delikler açtığı için onlar tamir edilirken yeni perdelere ihtiyacım var. Yola düştüm. Bodrum'da kullandığımız araba otomatik, deli ediyor beni. Yokuş yukarı virajlarda ben gaza basıyorum, o vites atıyor. Köh köh kalıyorum bir-iki saniye öyle. Neyse, Bodrum'a dolmuşla iniyorum Allahtan. Rüzgar püfür püfür.


Türk kahvesi almak için girdiğim kuruyemişçide tezgah altı Datça bademi satışına tanık oluyorum. Meğer Bodrum'da bir tek orada satılırmış ve sadece hatırı sayılır müşterilere. İstanbullu, belli çok güngörmüş bir hanımefendi 2 kilo alıyordu. "Benim bademli pilavım meşhurdur evladım. Her yıl buradan toptan alırım" dedi. Sus payı, benim de yarım kilo almama izin verdiler. Uranyum taşıyormuşçasına ciddi ve ketum, kafamı eğerek teşekkür edip yanlarından ayrıldım.


Dalyancı'nın bu seneki kolleksiyonunda beğendiğim bir şey olmadı. Ben etrafa bakarken içeride bir kapı krizi yaşandı. Süleyman kimse, Dalyancı'nın kapısını, çok beğeniyor herhalde, ikide bir alıp gidiyormuş. "Oğlum" diye sesleniyordu Dalyancı ayrılırken, "Sülo yine kapıyı aldı gitti. Hadi getir şu kapıyı."


Bu yaz kumsalda okumak için bir dandik kitap ararken Ankara'da, şu Dizüstü Yayınları'ndan bir şey alayım bari demiştim ama o kadar felaketti ki aldığım kitap, "deterjan kutusu okurum daha iyi" deyip yanıma almadım bile. Bodrum'daki evde her gelenin yanında getirdiği kitabı bıraktığı bir kütüphane oluştu. "Bari bunlarla deneyim şansımı" dedim. Elif Şafak'ın Aşk'ını aldım elime istemiye istemiye. Abim "Yok cidden, bu kitap o kadar fena değil. Sufizimi çok iyi anlamış, orası kesin" deyince biraz heveslendim. Hatta "İstersen önce Ahmet Ümit'in Bab-ı Esrar'ını oku. İkisi de aynı kitabı yazmışlar aslında, kıyaslarsın" dedi. Marina'ya yürüdüm o yüzden, oradaki D&R'da buldum kitabı.


Kahvemi içtim, pazarda "eski perdelerimi kedi yedi" deyince kedi indirimi aldım. Tam da dönüş için dolmuşa binmiştim ki telefonum çaldı. Bamya pişmiş, bekleniyordum. Sadece Ege bamyası yediğim için özel davetle çağrılıyordum sofraya, ben gelmeden de kimse başlamıyordu yemeğe.


Dolmuşla eve dönerken ortalığı bir is kokusu kapladı. Kafamızı bir kaldırdık ki Erenköy tepeleri yanıyor. Yangının üstünde bir biçare uçak, alçalıp alçalıp bir şey yapamadan çaresizce uzaklaşıyordu. Kesin 2B arazisi olacaktır o tepe de, sonra yanmış/yakılmış orman arazisine inşa edilecek villalarını insanlar "bereket" diye seramik narlarla donatacaktır. Nerede okudum "bereket, bolluk emek ister" diye... Önce emek vereceksin; narlara, sarı başaklara umut bağlamak sonra.

Kendi mültimilyoner karşı komşumuzu düşündüm. Sitenin Topçam Sokağı'nda oturmamıza rağmen arabasına park yeri açmak için bütün topçamları kesti, bir tane bırakmadı. Ama karşılığında her yere zeytin ve nar ağaçları diktirdi, kendi yokken de baktırtıyor ağaçlara. Ahlaki bir ikilem içinde bıraktı bizleri. Topçam Sokağı'nda topçam kalmadı diye kızmalı mıyız yoksa Topçam Sokağı'nı gölgeleyen zeytin ve nar ağaçlarının tadını mı çıkarmalıyız? Bilemedik.



Alt komşumuz memnun hayatından. Bu sene koya gelen turist teknelerinin yanında yüzüyormuş. Tatilin başından beri RayBan gözlük, ToyWatch saat ve 20 lira bulmuş. "Bir öğlen siz de gelin" diyor...




7 Ağustos 2012 Salı

2012 KEDİ OLİMPİYATLARI

Bu seneki kedi olimpiyatlarının yükselen yıldızı Kissy'i bekliyoruz heyecanla. Her gece olduğu gibi bu gece de saat tam 23.00'de, 100 metre engelli koridor koşusunu gerçekleştirecek.



Kissy ya da hayranlarının Kıvanç Tatlıtuğ'a benzerliğinden dolayı kendisine taktıkları isimle Kissy Tatlıtüy yarışlara 7 kiloda katılıyor. İnsan yılıyla 1,5, kedi yılıyla 10,5 yaşında.

Pati atma, ısırıp koparma, 4. kattan aşağı serbest atlayış dallarında altın madalyası bulunuyor.



kırt kırt kırt

Evet sayın seyiricler, saat 10.58. Kissy kuru mamasını yedi.

şlöp şlöp şlöp

Tüylerini yaladı, Start çizgisinde tertemiz, pırıl pırıl gerildi bekliyor.


Gerildi. Gerildi. Veeeee yarış başladı.

Çalışma odasından başlayan koşu, koridor boyu devam ediyor sayın seyircier. Nefesimizi tuttuk.

Önüne çıkan sehpa, saksı ve vazo engelleri üzerinden başarıyla bir bir atlayan Kissy, hızını alamayarak mutfak duvarına toslamak suretiyle yarışı birincilikle bitirdi. Derecesi bir sehpa devirdiği dün geceye kıyasla çok daha iyi. Finalde koşacak.

Sevincini sahibiyle paylaşmak isteyen Kissy, ona hatıra olarak koridorda koşarken avladığı kara sineği getiriyor.

Çok duygusal anlar yaşanıyor sayın seyiricler...    



3 Ağustos 2012 Cuma

ÇOCUK GELİN MELEK VE FATMA ŞAHİN

Çocuk gelinlikten, şiddetten aklı yitmiş küçük Melek'in ölüm haberi hepimizi ağlattı geçen hafta. Babası ezdikleri, dövdükleri kızını kaç kere alıp da evine getirmiş ama aile büyükleri "namustur" diye yollamışlar geri o cehenneme.

Yoğun bir haftanın nihayetinde televizyon başında uyku saatinin gelmesini bekliyorum. Bir baktım Aile ve Sosyal Politika Bakanı Fatma Şahin. Melek meselesine sahip çıkmış, "başka Melekler ölmesin" diyor, "ataerkil sistemin sorgulanması lazım" diyor, "zihinsel dönüşüm gerekli" diyor. Sevinmek, kıvanmak lazım değil mi böyle bir bakanımız olduğu için?



Asla! Kürtaj, sezaryen konusundaki sessizliğini, kadınları "ataerkil sisteme" ve söyleme terk edişini Melek'le temize çekmesine izin vermek mümkün deği.

Zihinsel dönüşümün kendisinden başlaması gereken Başbakan, sezaryenle, kürtajla, kadın-erkek eşitliği ile ilgili malum çıkışları yaptığında neredeydiniz Sayın Şahin? Neden "kadın bedeni, kadının kararı" diyemediniz? Liseli kızlara evlenme izni çıktığında neredeydiniz? Neden o zaman "biz kız çocuklarının birey olarak yetişmesini istiyoruz" diyemediniz!

Melek meselesi çok acı ama çok acı olduğu için tepki vermek de kolay. Mütedeyyin kardeşlerimizin "merhamet" duygusuna dokunan her meseleye "çok acı" diye tepki vermek kolay. "Burada çok ciddi bir şekilde canımın yandığını ifade etmek istiyorum" demek... Ama önemli olan zihin değişikliğiyse gerçekten, merhametin çare olmadığı yaraları da saralım lütfen! Merhameti çıkarın politikanızdan, elinizde birkaç sosyal hizmetten gayrı ne kalıyor? Sosyal hizmet eyvallah, ama artık biraz da sosyal politika üretin.

Melek için söylediklerinizi çıkıp kürtaj, doğum, evlilik konularında serbestce, teklifsizce, hoyratça atıp tutan Başbakan'a ne zaman söylediniz o zaman beni kazandınız. O zaman sizi "ataerkil sistemle mücadele içinde" sayarım.

Yoksa, şu halinizle/halimizle kendinizi Melek'le temize çekemezsiniz.

Ayıp oluyor.