17 Eylül 2011 Cumartesi

BİR CENAZE NAMAZI SONRASI NOTLAR

Galiba sadece benim değil, hepimizin düşünceleri uçuş uçuştu Kocatepe Camii'nin avlusunda Güngör Yurdakul'un cenaze namazının kılınmasını beklerken. Hüzünlüden kızgına, ironikten özlemliye değişti durdu düşüncelerimiz.


Silivri'den dört günlüğüne çıkabilmiş olan Doğan Yurdakul, bu sefer de kameraların hapsindeydi; taziyeleri, kendine çevrilmiş onlarca kameranın önünde kabul etmek zorunda kaldı. Kiminle konuştuğu kimin elini sıktığının bile ayrımına vardığını sanmam. İnsanların gözlerindeki isyanı görmüş, kalplerindeki esenlik dileyen duayı duymuştur ama herhalde.

Başsağlığı dilemek için gözlerim Berrak'ı ararken içimden "Ne genlermiş şu Yurdakul ailesininkiler. Nesiller boyu yerleşik sistem tarafından algılanamayan bir seviyeden yazıp çizmişler; ödetilen de bunun bedeli, başka şeyin değil" dedim. Berrak'la sarıldığımızda arkasındaki aileyi gördüm gözümün ucundan; boy boy, yaş yaş, güzel mi güzel, mağrur mu mağrur.

Çok sevdiğim bir hocamla karşılaştım sonra. En son konuştuğumuzda tatsız bir boşanmanın ertesinde bezgin ve yorgundu. Şimdi yeniden evlenmiş, mutlu ve dinçti; sevindim. Doğan Yurdakul sınıf arkadaşıymış Hukuk Fakültesi'nden. Yavaş yavaş diğer dönem arkadaşları da geldi. Hepsi çok üzgündü. "Bakanlıklar'ı bir aşağı bir yukarı arşınladıkları civa gibi delikanlı" dönemlerinden anılar anlattılar, "şimdi inanamıyoruz bu tutsaklığına" diye biten. Birçoğu da Fransa'da okurken "Doğan'ın evinde" kalmış olmanın vefasıyla konuşuyordu.

Ankara'ya geldi sonra söz. Kültür üreten, Metin Altıok'un "benim aziz kentim...Birinci Yeni sende başladı. İkinci Yeni de" dizeleriyle övdüğü Ankara'ya. Uğur Mumcu'nun Körfez'de Aziz Nesin'le başbaşa yemek yerken uzak masadaki arkadaşlarına Aziz Nesin'in iştahına gönderme yaparak "biz de işte misafirlerimizle yemek yiyoruz" diye seslendiği Ankara'ya. Bir daha asla gelmeyecek şekilde giden o şehre de böylece veda ettik bir kere daha.

Dedim ya düşüncelerimiz uçuş uçuştu Kocatepe'nin avlusunda. Güngör Yurdakul'la tanışmamış olmama rağmen Ankara'da büyürken onun gibi kadınlar tanımış olduğumdan onu da tanıyormuş gibi hissettim. Akıllı, dirençli, bir yandan kendi ayaklarının üzerinde duruken diğer yandan sevdiklerine yoldaşlık eden kadınlar. Biz de bir tanesini, Zerrin Teyze'yi daha yeni kaybettik. Çocuk kitapları yazar ve resimlerdi. Biz çocukken Fazıl Say'ın babası Ahmet Say'la evliydi. 12 Eylül sırasında bir ara ortadan kaybolmuşlardı, sonradan öğrendik ki bir gecekondu semtinde saklanmak durumunda kalmışlar. Cenaze namazı sonrası ben ikisi için de Fatiha okudum.

12 Eylül 2011 Pazartesi

İTALYA GÜNLÜĞÜ

İtalya'ya uçmak üzere havaalanına ayrı ayrı gelen en sevdiğim Akdeniz Çalışmaları akademikleri ayrı check-in noktalarından geçip pasaport kontrolünü ardlarında bırakıp sözleştikleri gibi, içerideki kitapçıda buluştukları Cumartesi günü, benim için bu senenin en unutulmaz haftası başlamış oldu.


Roma ve Vatikan'da gördüğüm her şey nefesimi kesti. Hiçbiri sıradan, hiçbiri turist klişesi değildi. Öyle olacağını düşündüm ama öyle çıkmadı. Via Sacra'da yürümek, Bernini'nin meleklerini görmek, Raffaello'nun School of Athens'ını seyredekalmak, hepsi beni allak bullak etti. İnsan sevmeyen ama insanoğlunu seven ben, bu üst düzey insan tezahürünün yarattığı emsalsiz eserler karşısında insan olmanın gururunu yaşadım. Gördüklerimi İtalyan olarak değil, insanlığın ortak mirası olarak bağrıma bastım. Ne var ki bizi Roma'dan Salerno'ya götüren 8 vagonu olması gerekirken 6 vagonu olan tren için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. O rezalet sanki tipik İtalyan'dı.

Güney'e indiğimizde ekonomik iklim değişti gerçekten; şehirler daha fakir, daha pis, insanlar daha sefil ama çok daha rahat ve sıcak oldu. Bir noktadan sonra kimse anlamadığı için İngilizce konuşmayı kestik, onlar İtalyanca biz Türkçe (benim ağzımdan milletin dalga geçmesine neden olacak şekilde arada Fransızca kaçtı) bayağı iyi anlaştık. En son böyle bir diyalog bizi, Napaoli'de sadece pizza değil kabakçiçeği kızartması da satan, salaş ama çok meşhur bir pizzacıya yönlendirebildi. Vardığımızda saat 18.30'du; 19.00'a kadar akşam servisinin başlamasını beklemek gerekecekti ki boynundaki kalın altın zincir gözümüzü alan bir garson, halimize acıyıp (Pompei'de yürüyerek geçirdiğimiz 3 saatin yüzümüzdeki yansımasına yoruyoruz bunu) bizi içeri buyur etti. Mesailerinin başlamasını beklerken sigara içen, paçaları dizlerine kadar kıvrılmış terlikli, atletli adamların arasında oturup nefis Napoliten pizza yedik.

Pompei muhteşemdi ama beni en çok Vezüv'ü görmek, Pompei'de durup Vezüv'e bakmak etkiledi. Eve de Birkenstocklar'ımı silmeden, üstündeki Pompei tozlarıyla döndüm; acaba silmeden kaldırsam da seneye baharda, yeniden giymeden önce bu 2000 yıllık toza bakıp bir kere daha mı hülyalansam? Amalfi'nin de kendisine o kadar değil ama ona lacivert Akdeniz'in üzerinden, sıçrayan beyaz köpüklerde ıslanarak gitmeye bayıldım. Keşke saçımı da yıkmayıp Amalfi tuzuyla da dönebilseydim.

Konferans güzel geçti; seneye Medworlds yine İstanbul'da, yükü Özlem'in omuzlarında galiba. Bu arada da bir tane yayın haberim geldi (ikinci hakemin raporunu tam 7 ay beklediğim), ona sevindim. Şimdi artık sakinleşip, yoga hocamızın dediği gibi "kabullenip" yeni akademik dönem hazırlıklarına başlamak gerekiyor.
...
Dönüşte uçakta yanımdaki Kıbrıslı arkadaşımız bademli kekinin yarısını bana verirken ben "Emin misin" diye sorduğumda bana "Denemem ya seni. Al işte" dedi. "Efendim?" deyince de açıkladı; "Seni denemek için "al" demiyorum. Gerçekten veriyorum" anlamında kullanmış. Çok hoşuma gitti; uyumak için gözlerimi kapattığımda sanki "Denemem ya seni. Gel işte" diyen bir ses bile duydum.

8 Eylül 2011 Perşembe

ÜLGEN’E MEKTUP YA DA GÖLÜN BAŞINDAKİ ÇOCUK İSTİSMARI


Sevgili Ülgen,

Bilmem söylemiş miydim ama ben arkadaşın en çok kahvaltıya çağıranını severim. O sabah sofranda bir tek kuş sütü eksikti; hazırlamayı unuttuğun o pestilli Gürcü tatlısına da kimse senin kadar hayıflanmadı o yüzden. Sinop’a taşınma telaşına ara verip önümüze koyduğun yeşil erik sosunu, bahçenden topladığın şeftalilerden yaptığın reçeli, bu yazki arkadaşlığını unutmam; sağolasın. Yalnız kahve içmek için sofradan kalkıp koltuklara yerleştiğimizde konuştuklarımızı ise keşke unutabilseydim. Ama zaten unutmamak gerekiyor...

Olayı anlatmaya ilk başladığında öyle istedim ki kadının senin sandığın gibi “hırsızlık yapabilmek için yarım akıllı taklidi yapıp abuk sabuk bir hikaye anlatıyor” olmasını. Dakikalar geçip de kadının çaresizliği ve zavallılığı ile yanında gezdirdiği 8 yaşındaki R.ciğin uğradığı tecavüzün gerçek olduğuna aydığımda yüreğim sıkıştı. Duyduklarımdan hangi birinin daha kahredici olduğu konusunda hala kararsızım: Hasta anasına bakmaya giden kadının bir tanecik kız çocuğunu daha önce üstü örtülen bir tecavüz vakasının geçtiği eve bırakmaktan başka çaresi olmaması mı, çaresiz değil de çocuğunu nasıl koruyacağının cahili olma ihtimali mi, tecavüz edenin akraba olmasından dolayı polise değil de mahalle kuaförüne gidip ondan kadın doğumcu adresi istemesi mi, senin olayın peşine düşüp kuaförde gördüğün ürkek kızı ertesi gün toplu okul fotoğrafındaki gülen çocuk yüzünden teşhis etmen mi...Hepsi değil mi? R’nin devamsızlığı olmayan çalışkan bir öğrenci çıkması, olayın tenhada menhada değil, burnumuzun dibinde geçmesi de, hepsi hepsi çok kahredici.

Foto: Barbaros Bulvarı, çöplerin içi

Sosyal Politika dersini verirken vurguladığım unsurlardan bir tanesi, kadını eğitimden mahrum bırakmanın devletin sosyal politika (özellikle sağlık) harcamalarını arttırmakta olduğuydu. BM İnsani Gelişme Endeksi’ne göre Türkiye’de eğitimli kadın başına düşen ortalama 1 çocuğa karşılık eğitimden mahrum bırakılmış kadın başına 3 çocuk düştüğünü söylemiş miydim o gün? Sana yazdığım bu arkadaş mektubunda hocalık yapmak istemiyorum ama bu da demek oluyor ki çocuğunun ruhsal ve bedensel sağlığını nasıl koruyacağını bilen anne başına 1, bilmeyeni başına 3 çocuk düşüyor.

Kuş gribi salgınının ölümcül olduğu dönemde, unutulmuş köylerimizin birinde cahil bırakılmış bir anne, akşam yemeği için kesilmiş tavuğun ibiğini çocuklarına oynasın diye vermişti de iki çocuk birden kuş gribinden telef olmuştu. Aile değerlerinin bu kadar vurgulandığı bu ülkede, kadınları çocuklarını koruyamayacak kadar cahil ve çaresiz bırakmak nasıl bir sosyal politika uygulamasıdır böyle!

Uzun özün kısası Ülgencim, Sinop’taki yeni hayatınızda mutluluklar, esenlikler diliyorum. Hepimizi ama özellikle bu ülkenin çocuklarını daha güzel günlerin bekliyor olmasını istiyorum. Mevcut durum ve bu konuda hiçbir şey yapamıyor olmak inan çok kalbimi kırıyor.

Akça