25 Eylül 2010 Cumartesi

BEKAR VE ÇOCUKSUZ


Çocuklarla iletişimi sıfır olan bir insanım. Çocukların gördüğü şiddete çok çok ağlarım da bir çocuğun yanağından makas almışlığım yoktur. Arkadaşlarımın çocuklarını gördüğümde ellerini sıkıyorum, beni onlarla yalnız bırakacaklar diye ödüm kopuyor.

Öksüz, yetim, fakir, yaralı, ölü çocuk hikayeleri böğrüme bıçak gibi saplanıyor da yolculukta, restoranlarda, markette bir tanesi fazla yakınımda bitti mi tüylerim diken diken oluyor. Bugüne kadar toplum beklentisini karşılama veya panik halindeki anneme çocuk seviyor gibi gözükme adına bir-iki pıt pıt yapmışımdır bir-iki çocuğun başına. Tek başımayken yörüngeme tanımadığım bir çocuk girmişse zaten göz göze gelmemeye çalışırım ki sıkılıp gitsin başımdan...




Şimdi biyolojik saatim hızla "çocuktan arındırılmış bölge"ye doğru ilerlerken ayrımına varmaya çalışıyorum: Çocuk isteyecek miyim yoksa topluma karşı mahcubiyetim istermişim gibi mi hissettirecek. Gerçekten isteyip istemediğimi bilmediğim bir şeyin yokluğu beni ömür boyu hep biraz mahcup mu bırakacak?!?

Bu konuda hala uzun uzun düşünecek değildim de dün bir çocukla yakın mesafe karşılaşıp çocuğa zararım dokununca bu düşünceler üşüştü kafama...Parfümerideyim; ortada üç-dört yaşında bir oğlan koşturup duruyor. Yapmadığım şey...Şeytan dürttü herhalde, çocuğa "pşşt küçük bey" dedim. Çocuk dönüp "efendim" dese diyecek ikinci bir sözüm yok bu arada. Zaten diyemedi evladım. Meğer gayet utangaç bir oğlan çocuğuymuş; diş macunlarının önünde dona kaldı. Önüne baktı...baktı...Sonra bir Sensodyne kapıp annesi fark etmeden koşup annesinin çantasına attı. Kadın kasada ödemesini yapmış, tuttu elinden bizimkinin, çıkacaklar dışarı. Önce söylemeyeyim dedim ama öttü ötecek alarm, kapıya bir adım kaldı. "Hanfendiii" dedim sonunda, "oğlunuz çantanıza diş macunu attı." Hiiii....Aile faciası...Kadın kıpkırmızı... Çocuk, bir yandan işitiyor azarı bir yandan beni parmağıyla gösterip "gitsin O gitsin" diye ağlıyor.

Ne yapayım, ben de anneyi "utandı, bilemedi ne yaptığını" diye sakinleştirdikten sonra üç-dört yaşındaki bir çocukcağızın içindeki hırsızı çıkarmış olmanın dehşetiyle bir kaşım kalkık, meçhule doğru bir gün daha ilerledim.

24 Eylül 2010 Cuma

KOMŞU KOMŞUNUN...

Twitter'dan takip edenler farkında olabilirler; kafamdaki bir yazı projesi için rastladığım kadın ölümlerini kaydetmeye ve de aynı anda tweet etmeye başladım. Kadına yönelik şiddet aldı başını gidiyor; boşanan kadının kafasına tak tak saydırılıyor her gün...Kurşun sekmiyor, hedefi buluyor.

Ama bir de kadının kadına karşı şiddeti var ki...Affedilir gibi değil...Kadının kadına şiddeti çözülse...Var ya...Bu dünya yıkılır, anında yepyeni bir dünya kurulur.

Kadının şiddeti, özellikle komşu düzeyinde çok çarpıcı bir şekilde ortaya çıkıyor. Komşu düzeyi anlamlıdır; komşu kozmopolitan siyaset teorisinde yaygın bir analojidir. Bireyin ailesine karşı duyduğu merhamet ve gösterdiği anlayışı, komşusuna, mahallesine, şehrine, bölgesine, ülkesine ve tüm dünyaya karşı da duyacağını, göstereceğini varsayar. İçeriden dışarıya doğru büyüyen sevgi, ilgi, umursama, merhamet halkaları yani...Bizde ülke düzeyinde büyük büyük halkalar mevcuttur da komşu düzeyinde nefret, umursamama, şiddet okları bilenmiş durur bir kenarda. Halbuki komşusu ile diyalogunda sorun olanın kozmopolitan teorilerde yeri yoktur.

Bunu neden yazdım? Geçenlerde oyuncu Füsun Demirel ile komşusunun kedi tüyü yüzünden feci bir kavgaya tutuşmuş olduğunu okudum da ondan. Bir profesörün eşi olan komşu, Demirel ve ailesini sitenin standardını düşürmekle suçluyor, Demirel de iftiraya uğradığını, esas mağdurun kendisi olduğunu söylüyor. Herkesin haklı olduğu tipik postmodern diyalektike buyurun bakalım. Üstelik birbirleri ile diyalog kuramayan bu iki kadın da ikiz annesi.



Olabilir...İki ikiz annesi kadın birbirleri ile iletişim kurmamayı tercih etmiş olabilirler. Aktivist bir yanı da olan Füsun Demirel, insanoğlunu kapsadığı büyük halkada komşusunu kapsamamaya karar vermiş olabilir. Olamaz ama hadi olsun...

Beni asıl dehşete düşüren, profesör eşinin okur okumaz inandığım sözleri oldu: "Üstümü parçalamaya çalıştılar, sütyenimi koparıp t-shirtimi yırttılar." Anında inandım çünkü bu topraklarda kadının onuruna saldırmak, onursuzluğunu ilan etmek için yüzlerce yıllık bir pratiktir bu. Kadına yönelik recm/linç, belden üstünü çıplak bırakmadan öldürmezdi kadını. Halide Edip'in Vurun Kahpeye'sini hatırlayın. Roma dizisini seyredenler bilir, Julius Ceasar için çarpışan iki kadından biri bu pratikle onursuz bırakılır.

Bu, öğrenilmiş şiddettir. Doğrudan onura yönelik saldırıdır. Affı, bahanesi yoktur. Bu primordiyal şiddeti bugün hala bilen, öğrenen, uygulayan olması düşündürücü bir olgudur.

17 Eylül 2010 Cuma

REFERANDUM SONRASI II-NAÇİZANE BİR TAVSİYE

Gündemimi hafifletmeden önce bir güzellik de milliyetçi kardeşlerim için yapmak istiyorum. Henüz "İslam tek kimliğim" demiyor ve bu ülke Türk-Kürt diye bölünsün istemiyorsanız dinleyin: Lider olarak yüzde yüz kentli, 40-45 yaşlarında, uzun boylu, yakışıklı (mümkünse karısı da güzel olsun; evli değil ve eş arıyorsa daha da makbul), jilet gibi giynen, sermaye sahibi, sermaye sahipleri ile dost, "ekönömi" demiyen, tek seferde "statüko" diyebilen birini bulmak, bulup buluşturmak, hatta yapmak, en kötü ihtimalle klonlamak zorundasınız. Avusturya'daki Jörg Haider benzeri biri aynı onunki gibi duyanı skandalize edecek gerçek anlamda faşist bir söylem geliştirecek. Erkekler bu janti faşist liderin parasına, gücüne kadınlar da adamın kendine hayran olacaklar. Herkesin nefret ettiği ama gizli gizli seyrettiği, seyretmeye doyamadığı biri olacak bu adam.



"Zaten" diyecek "o bölgenin ülkenin GSYİH'na katkısı çok küçük" diyecek. "O bölgeye yatırım yapmaya değmez... İstiyorsa BDP ile masaya oturmaya biz razıyız. Mersin'den itibaren bölelim gitsin" diyecek. Soğukkanlı, mantıklı, akıllı insanlar dehşete düşecek bu sözleri duyunca ama gizli hayranlarının sayısı artacak -Fransa'daki LePen gibi. Şu anda politik hayatımızda BDP'nin her gün kafamıza pisleyen nefret söyleminin tam öbür ucundaki nefret söylemi boşluğu böyle dolacak. İki ateş arasından kalan aklıselim sahibi insanlar da karar verecek. "Ya tamam ya devam" diyecekler, umuyorum "devam" diyecekler.

Bu benim yarı ciddi fantezimdir, zannımca çiviyi çivi sökecektir...

Bundan sonra ben de cidden gündemimi hafifletmeyi düşünüyorum. Ne bu ya, ben mi taşıyacağım dünyanın yükünü sırtımda. Fashion's Night Out!

14 Eylül 2010 Salı

REFERANDUM SONRASI I- BİR 12 EYLÜL GÜZELLEMESİ

Popüler tarih yazımının, ünlü çağdaş filozof Jean Baudrillard’ın geliştirdiği ve medya incelemelerinde sıkça kullanılan Platonik terimi ödünç alacak olursak, simulacra (simülakrlar) yaratmada üstüne yoktur. Plato simulacra kavramını, gerçeğin müdahele edilerek değiştirilmiş biçimleri anlamında kullanırken Baudrillard, yapılan müdahelelerden sonra ortaya çıkan ve gerçeğe dönüşü engelleyen, gerçeği bulandıran ve ortadan kaldıran biçimler olarak kullanır. Hollywood tarih yazımı mesela gerçeğe dönüşü engelleyecek süreklilik arz eden biçimler yarattığı için Baudrillard’ın kullandığı şekliyle simulacra üretmektedir.

Baudrillard simulacra’yı Disneyland üzerinden tanımlarken, biz de rahatlıkla Disney tarihçiliği için kullanabiliriz. Tarihçiler örneğin, Pocahantas’ı seyretmiş olan her kişiyi tek tek uykusunda yakalayıp kulaklarına “Pocahantas, gerçekte John Smith’i ölümden kurtardığında henüz 10 yaşında, kafası traşlı, baldırı kaslı, güçlü ama minyon bir kız çocuğuydu” diye fısıldayıp duramayacağına göre, tarihçilerin söyleyeceği sözler bittiğinde, biri durduk yere “Pocahantas” dediğinde gözümüzde canlanacak olan görüntü yine de Disney’in ahu gözlü, lepiska saçlı dilberi olacaktır. Ayrıca John Smith anılarını üç farklı şekilde yazmış olmasına rağmen, ki sırf bu örnek bile tarihçiliğin sadece anılara yaslanamayacağını göstermelidir, hiç bir zaman çocuk yaştaki Pocahantas’la arasında romantik bir ilişkiden söz etmemektedir. Ama Disney ekibi, bu iki gerçek tarihi kişilik arasında gerçek olmayan öyle bir aşk kurgulamıştır ki artık 14 Şubat’larda maruz kaldığımız “tarihteki büyük aşklar” arasında John Smith ve Pocahantas, el ele göz göze poz vermiş durmaktadır... 10 yaşındaki kara kuru kız çocuğu gerçeğine dönüş popüler düzeyde mümkün değildir.

Bugün artık 12 Eylül darbesi de bir simulacrum'dur (simulacra'nın tekili) benim gözümde. Hollywood tarihçiliğini aratmayacak bir popüler tarih yazımı mahareti sonucu, bu sürecin tarafsız, soğukkanlı, kapsamlı ve gerçek bir algısı mevcut olmayacak bundan sonra. 12 Eylük 1980 tarihinde portakalda vitamin olan, kül yutmaz geçinip ama aslında kendi klişelerinde kendi yaratacılıklarına çelme takan veletler bugün anayasanın değişmesi ile bu büyük acının tek sorumlularından hesap sorulacağını sanıyor. Veya bebeklikten çıkışları bu döneme denk gelmiş, durumu hasarsız atlatmış ama yaratılan simulacrum'un etkisinde apolitik ve travmasız bir yeniyetmelik geçirmiş olmaktan utanması gerektiğine karar verenler 12 Eylül travması yaratıyor kendine. Spor yazarı Ali Ece'nin bir röportajına denk geldim geçenlerde; "Çocukken kekemeydim. İşkence ve şiddet ortamının yan etkisi tabii" gibi bir şey diyor. Üşenmedim baktım; 3 yaşındaymış darbe sırasında.

Bu sürecin nice sorumlusu var halbuki; özeleştiri yapıp, kendine inanıp peşinden koşan, ölen, öldüren, işkence gören çoluk çocuktan özür dileyecek çok kişi. Türkiye koşullarını iyi etüd edip, bu iklimin insanlarının cılk yaralarını iyileştirecek sosyal adalet politikaları üretmek ve uygulatmak yerine devrimcilik oynayan/oynatan yazar-çizer takımı mesela... Onlar da yargılansın. Hatırlıyorum; 1998 yılında Oya Baydar özeleştiri yapmaya kalkışmıştı da Hiçbiryer'e Dönüş romanıyla, eski yoldaşları afaroz ettiydi kadını. Sonra başka bir romanla "hatasını" telaffi etti de Taraf tayfasından olabilmeyi başardı. Çok büyük acılar yaşandı o günlerde; kolsuz, bacaksız, tırnaksız, dişsiz, gözsüz, nefessiz kaldı insanlar. Devletin ölümcül refleksi kadar bu refleksin hepimizin suratında böyle patlamasına neden olanlar da suçlu ama. Bu yüzden 12 Eylül darbecileri hakkında suç duyurusunda bulunmak, kimse kusura bakmasın, mastürbasyondan öte bir şey değil.

Gerçek neydi, ne niye oldu? Kimse bilmeyecek artık ama önemsiz. Neyse zaten ağır bir blog yazısı oldu. Bitirmeden bir de anı: Efeendiim, kuzenimin kocası 80 öncesi fırtınalar koparken ODTÜ'de doktora yapıyor Elektrik-Elektronik Bölümü'nde. Deneyi laboratuarda, deneyi tamamlayacak ki tezi bitecek, jüriye girecek. Ama okul üst sınıftaki "abiler"in işgali altında. Laboratuara girişi yasak, kapıdaki "abi" sokmuyor içeri. Dönüyor, dolaşıyor, bir daha deniyor, yok. E vazgeçecek de değil 4 yıllık emeği orada öyle onu bekliyor. Allahtan zemin katta laboratuar; çıkıyor bahçeye zorluyor camlardan birini. Her sabah erkenden, her akşam el ayak çekilince gire çıka pencereden deneyini tamamlıyor. Tez bitiyor, sıra geliyor jüriyi toplamaya. Jürinin okulda toplanması ne mümkün, eğitim adına her şey durmuş, durdurulmuş. Hoca cevval ama, yapacak jüriyi. Tez komitesindeki hocalara ayrı ayrı telefon ediyor, gün ve saat kararlaştırılıyor. Mekan bugünkü Rixos görgüsüzlüğünün yerindeki Büyük Ankara Oteli. Hoca, külüstür arabasıyla jüridekileri tek tek evlerinden toplayıp teker teker getiriyor otele. O zaman tabii o kadar kişiyi bir arabaya doldurup trafiğe çıkması mümkün değil, inzibata takılırlar. Neyse... Teker teker geldikleri Ankara Oteli'nin lobisinde ayrı ayrı oturup yapıyorlar jüriyi.

Kaos içinde küçük bir düzen hikayesidir bu benim yüreğime su serpen.


10 Eylül 2010 Cuma

GÖRÜŞMEYELİ...

Görüşmeyeli yarı zamanlı öğretim elemanlığından tam zamanlı kadrolu öğretim üyeliğine geçiş yapmış bulunuyorum. Çok sıkıntılı geçen, Türkiye ve akademinin gerçeklerine aydığım 2,5 yılın kırıntılarını burada sizinle paylaştım daha önce. Bir gün tamamını birarada yazarım ama şimdi hala soğumamış olan yüreğim engel.

Görüşmeyeli çok sevdiğim wasabili bezelyelerin artık Malatya Pazarı'nda satıldığını keşfettim, çok fena dadandım.

Görüşmeyeli bütün yaz elime yapış yapış yapışan Union for the Mediterranean makalemi bitirdim. Üst limitin 1000 kelime üzerine çıktı; kısaltmam lazım ama daha elim varmıyor. Cumhuriyet gazetesinin yeni çıkaracağı ek için özet bir Türkçe metin de hazırlamam lazım aynı konuda. Daha başlamadım bile. NTV Tarih bana sipariş ettiği yazıyı basmadı; Allah'a havale ettim kendilerini. Maalesef Osmanlı Tarihi çılgınlığı içinde sıra Avrupa Tarihi'ne hiç gelmiyor bu memlekette.

Görüşmeyeli referandum konusunda başbakanın vereceği oyu beğenmediği bu ülkenin vatandaşlarına yaydığı nefret söylemi karşısında dehşete düştüm ama bu konuda yazacağımı yazdım. Artık hep beraber göreceğiz yıldırım iki kere aynı yere düşer miymiş düşmez miymiş.




Görüşmeyeli elime yeniden geçenlerden kaybettiğimiz Füsun Akatlı'nın Rüzgara Karşı Felsefesi'ni aldım. Denemelerden oluştuğu için karıştıra karıştıra, bir baştan bir sondan okuyorum. Diyor ki "Cumhuriyet artık bir külkedisidir. Parsayı "sınır tanımayan özgürlükler", "alabildiğine demokrasi, demokrasiyi yok edinceye kadar demokrasi" giysilerine bürünmüş kızkardeşler toplayacaklar." Hak veriyorum.

4 Eylül 2010 Cumartesi

SİYASİ DÜŞÜNCE DERSLERİ: DEMOKRASİ TANIMLARI

Herkesin kendi sanatı ile ilgilendiği rejime demokrasi denir.

Muhalif t-shirt giyen lise öğrencisi çocukların gözaltına alındığı rejime demokrasi denir.

Yılda ortalama 1011 kadının öldürüldüğü rejime demokrasi denir.

Sınıf öğretmeninin süt izni kullandığı, branş öğretmeninin kullanamadığı rejime demokrasi denir.

Bakabildiğin kadar değil yapabildiğin kadar çocuk zihniyetinin olduğu, sümüklü bebelerin b*kları ile oynadıkları rejime demokrasi denir.

"Evlenmek diye dertleri olmayan tiplerin" hoşgörüldüğü rejime demokrasi denir.

70bin kişinin bir hipodroma doldurulup Ramazan paketi karşılığında anayasa paketine oy istendiği rejime demokrasi denir.



Ve... Tabii ki... En güzelini en sona sakladım:

Taraf olanların bertaraf olacağı rejime demokrasi denir.

2 Eylül 2010 Perşembe

MUTLU MUTLU KADINLAR


Dün televizyonda bol bol "yapmayın ya yapmayın ya" diyerek iktidar partisi kadın kolları başkanı konuşuyordu.

Atatürk devrimlerinden beri en büyük kadın "hareketi"ni kendilerinin başlattığını söyledi ama bu tartışma sayesinde biz iktidar partisi döneminde kadın ölümlerinin %1400 arttığını (Adalet Bakanlığı rakamlarına göre), sınıf öğretmenine süt izni verilirken branş öğretmenine verilmediğini, anayasa taslak metnine "fiili eşitlik" ifadesi girmeden şu andakinden daha ileri düzeyde bir pozitif ayrımcılığın yapılmayacağını öğrenmiş olduk.

Fatma hanım, bizlerden farklı çok mutlu ve mesut bir yerde yaşıyordu belli ki. Kıskandım doğrusu. Örneğin kendisine başbakanın "streçli kızlar" hakkında söylediği sözleri sorduklarında gayet şen şakrak "Onlar özgürlük sözleriydi, ayrımcılık değil. Türban giyen de streç giyen de özgür olsun demek istiyordu" diyerek milyonların(!) içini rahatlattı. Ancak, tam o sıralarda çok sevdiğim ama her gün biraz daha fanatikleştiğine şahit olduğum bir öğrencimin Facebook sayfasına "streç giymiş orospuların" kendine "hayır" broşürü dağıtmak istediklerini yazmış olduğunu okuyan ben, dehşete düşmüştüm.

Bir de "kadın hareketi"ne "kadın harekatı" deyip durdu bu Fatma hanım. Harekat oldu ve bana mı haber vermediniz? E aşk olsun.