26 Temmuz 2009 Pazar

PASTA YİYİN!!!


Beni merak eden çok sevgili herkese, önce "iyiyim" diyor sonra da Malibu'daki Etrüsken villamın havuzundan "pasta yiyin" diye sesleniyorum...

Perie Antoinette

23 Temmuz 2009 Perşembe

Kısa Kısa

Ev sahibimin ABC'de yayınlanan yeni şovu, NCIS'ın reytingleri karşısında eriyip gitmiş olsa da ona ve ekibine iki Emmy adaylığı getirdi. Daha önce kazandığı üç gündüz Emmy'sinin tamamı görüntü ödülü olduğu için bu sefer ses ödülünü almayı umuyor. Ben de içimden "inşallah inşallah" diyerek, promosyon için kendisine gönderilen muhteşem amabalajlar içindeki DVD'ler arasında eşelenmeye başlıyorum. Bu akşam için kendime HBO dizisi In Treatment'ı seçtim. Her bölümü, bir psikoanaliz seansı olan dizinin orjinali İsrail yapımıymış. Senaryoyu birebir tercüme edip, adapte etmişler.

Obama, Harvard Üniversitesi'nin gururu Afrika Çalışmaları profesörü Henry Louis Gates Jr'ın Harvard Square'deki kendi evinin önünde tutuklanmasından sonra, dün, Cambridge polisinin "aptalca" davrandığını söyleyiverince, benim de ağzım apaçık kaldı. Obamaların aile dostu olan Profesör Gates, bir seyahat dönüşünde kapıda kalınca, taksicinin yardımıyla evine normal yolların dışında giriş yapmış ve tabii ki, komşular tarafından çağrılan polisi de karşısında bulmuş. Sonrasında ne olduğu, kimin kime ne dediği çok kesin değil ama polis, profesörü evinden dışarı çıkartıp (evinde tutuklayamayacağı için) tutklamış.


Beni şaşırtan kısım ise ABD Başkanı'nın sağlık reformunun tartışıldığı bir basın konferansında, spesifik bir olay karşısında, sırf olayın taraflarından biri dostu olduğu için, haklı veya haksız, böyle bir yorum yapmış olması... Yapamaz ki; ne olursa olsun. Acaba diyorum, zamanında aldığı "diklenmeden dik dur" tavsiyesinin bir sonucu mu bu?

Ankara'daki, sabahın beşinde kalkıp AC360'ı seyreden Anderson Cooper hayranlarına duyrulur. Bu cuma, Marihuana özel programı yapıyor. Yine kurun bakalım alarmlarınızı.


Zaten programlarının arasına sıkıştırdığı özel marihuana bölümlerinden sonra böyle bir özel "edition" geliyorum diyordu. Olumsuz ve olumlu yanlarını birlikte ele alacağını söylüyor ama ne tarafa daha yakın durduğu da son derece ortada....

Son olarak, Julia Child'ın My Life in France kitabına başlamak üzere olduğumu bildirmek istiyorum. Yemek pişirmeyen biri olarak, son zamanlarda, mecburiyetten, ardarda yemek ile ilgili kitaplar okudum. Önce Frances Mayes'in Under the Tuscan Sun, şimdi de bu. Böylece kendimi Ağustos'ta gösterime girecek Julie and Julia filmine hazırlıyorum sanırım.


Bu arada, ev sahibimin gururla bana gösterdiği bir Amerikan yemek kitapları kolleksiyonu var. Kafamda bir popüler tarih yazısı planlıyorum epeydir...

19 Temmuz 2009 Pazar

BİR KERE DAHA THE MENTALIST



Geçen hafta Emmy adayları açıklandı ve şansıma Simon Baker bu adaylar arasında olduğu için CBS neredeyse bütün LA çatılarını The Mentalist, dolayısıyla Simon Baker billboard'ları ile donattı.

İkinci sezon gerçekten birincisinden çok daha karanlık ama şaşırtıcı bir şekilde daha keyifli. Daha önce yazmıştım; bu diziye hayranlığım Patrick Jane'in (Simon Baker) bir kere çok fena faka bastıktan sonra artık asla kül yutmuyor olmasından kaynaklanıyor. Arap saçı olaylar çözüldüğünde, "namus sözü" verenler yalancı çıktığında, kurban muamelesi görenin aslında eli kanlı katil olduğu anlaşıldığında Jane hazır; gerçeği çoktan anlamış, önlemini almış ve gülümsüyor. Bir daha faka basmak mı? Asla! Kendisine "Are you a psychic" dendiğinde "No, just paying attention" deyip mutevazi olsa da müthiş bir zeka.

Hayat karşısındaki hiç değişmeyen hazırlıksız halimi The Mentalist'inki ile kıyasladığımda ben, ödül bisküvisini almak için yapması gereken "otur, kalk, patini uzat" rutinini bir türlü ezberleyememiş olan ev sahibimin köpeği Jack kadar salak kalıyorum. Oturmam gereken yerde patimi uzatıyorum hep.


MENTALIST
/ ' men-tə-list/ noun

MENTALIST
Someone who uses mental acuity, hypnosis and/or suggestion.

MENTALIST
A master manipulator of thoughts and behavior.

13 Temmuz 2009 Pazartesi

AMERİKA'NIN KONUŞTUĞU KADINLAR-1


Sonia Sotomayor'un hikayesi gerçekten ilham verici: Porto Riko'dan New York'a göçen ve İngilizce konuşamayan bir çiftin çocuğu olarak Bronx'ta büyüyüp, 8 yaşında şeker hastası olduğunu öğrenen, 9 yaşında babasını kaybeden, İngilizce'yi yabancı dil olarak öğrenmenin güçlüğünü ancak positif ayrımcılıkla okuduğu Princeton'daki üçüncü senesinde atlatabilen bir kız çocuğunun Amerikan Yüksek Mahkemesi'nin ilk "Latina," üçüncü kadın hakimi olma yolunda ilerliyor olmasından etkilenmemenin imkanı yok. Ancak tabii ilerlediği yol gül bahçesi değil.


2001 yılında, Berkeley'de yaptığı ve de La Raza Law Journal'da yayımlanan konuşmasında, Amerika'nın "akil bir erkek hakimle akil bir kadın hakimin aynı hükmü vereceklerine" dair meşhur hukuk tekerlemesine, "akil bir Latina hakim farklı hüküm verirdi" diyerek turp sıktığı ortaya çıkınca büyük kıyamet koptu.

Sotomayor'ın atanmadan önce Yüksek Mahkeme önünde kendini anlattığı günler başladı. Cumhuriyetçiler, bir yandan Sotomayor'un özgeçmişine saygı gösterirken diğer yandan "akil Latina hakim" vurgusunun hesabını sormak için sıraya dizildiler. Hukukta "bakış açısı" olur mu? Ya "empati"? Hukukun uygulanışı "tek" değil mi? "Latina" bakış açısını vurgulamanın ne anlamı var? Hukuka "yorum" katarak "aktivist" hakim olmanın hukuka yararı var mı? Bunlar aslında önemli sorular ve sırf Cumhuriyetçiler, kaderini yenmiş bir kadına soruyor diye boş görülmemeli... Diğer yandan da ortada hukuka adanmış etkileyici bir yaşam öyküsü var. Ne gereği varmış ki "Latina" vurgusunu yapmanın.

Her şeye rağmen Sotomayor, çook büyük ihtimalle Yüksek Mahkeme'ye seçilecek. Darısı Türkiye'deki kaderini bir türlü yenemeyen küçücük, mini mini kız çocuklarının başına.

4 Temmuz 2009 Cumartesi

MICHAEL JACKSON YENİDEN!

Blogdaki MJ yazıma yorum gönderen arkadaşımın yazısının yorumlarda sıkışıp kalmaması gerektiğini düşünüyorum. Benim yazabileceğimden çok çok daha iyi bir MJ yazısı. Lütfen okuyun...

FINDING NEVERLAND

Benim gibi, Spielberg gibi bir de Michael Jackson’ın iflah olmaz Peter Pan hayranlığı vardı. Yaşadığı yer Neverland’di, kendisi de Peter Pan .... MJ= eksantirikler kralının garipliklerinden biri. Ancak çok zengin olup parasını nasıl harcıyacağını bilemeyen birisi 20 milyon dolara kendi için eğlence parkı yaptırıp hayvanat bahçesi kurabilirdi.

1980’lerde ne kadar yetenekli müzisyen olursa olsun ya da dans ederse etsin, herkes onun için ölüp ölüp dirilse de Michael Jackson ismi benim için günlük hayatımın ayrılmaz parçası olan müzikte bana pek fazla şey ifade etmeyen bir isimdi. Bunun en büyük sebebi de bu yıllarda Michael Jackson’ın müziğine ‘maruz bırakılma’ ‘ istesen de istemesen de her zaman karşına çıkma’ duygusuydu. O en iyiyidi, şarkılarını beğenmemek, onu sevmiyorum demek cesaret işiydi. Arkadaşların arasında, okulda madara olmaktı, nefret ettiğim ‘ayyy inanmıyorum’ nakaratını defelarca duymaktı. Michael Jackson yabancı müzik denilince sadece- Beatles’ı isim olarak bilen, benim dinlediklerimi kafa ütüleyici olarak tanımlayan ve kısık sesli olsa bile ‘kıs şunun sesisini’ ‘zaten yeterince kısık’ ‘bıktım senin bu bütün gün süren tangırtından’ diye günlük olağan tartışma nedeni annemle , müzikle uzaktan yakından hiç alakası olmayan babam için oldukça tanıdık biriyidi . Afrika’dan Amerika’ya avlanılarak getirilen, köle olarak satıldıktan sonra merhamet duygusu olmayan acımasız beyaz efendileri tarafından kırbaçlandıklarında gözyaşlarını tutamadığımız Kökler dizisindeki Kunta- Kinte ve arkadaşlarının çektikleri cefanın boşa gitmediğinin, onların sayesinde Afro- Amerikalıların da Amerikan rüyasına dahil olabileceğinin göstergesiydi. W.A.S.P etiketli Amerikan kültürünün hegomanya temsilcilerinin Coca-Cola, Mcdonald’s, Levi’s, Mickey Mouse-Disney’in aksine canlı etten kemikten bir insan ve Sovyetler Birliği ile girilen her alandaki rekabette Amerika’nın karşı tarfa popüler kültürde attığı altın goldü.

Duygularımın tercümanlığını (benim için kültür manifestosu değeri taşıyan) Greil Marcus’un muhteşem kitabı ‘Lipstick Traces’ta bulduğumda çok sevinmiştim: O oradaydı, her gün işe gelişte, gidişte , işyerinde, alışverişte, yolda, kısacası hayatın her alanındaydı. Onu beğenmek zorunda değildiniz. Onaylamanız yeterliydi; fakat onaylamak bir şekilde öyle veya böyle beğenmek anlamına geliyordu ... O onay benim için radyoda şarkısı çaldığı zaman istasyonu değiştirmemek, televizyonda klibi oynarken seyredebilmek, onun dansını çok seven bir arkadaşın ısrarıyla ‘uzun metrajlı filimsi-klibimsi ‘Moonwalker’ı izleyebilmekti. Onun her şeyin en yenisi, en teknolojiği , en gösterişlisi, en pahalısı, klibimde oynayacak en ünlüler saplantısından, kimilerine göre mükemmelliyetçiliği, bana hep itici gelse de bilinçaltında farkında olmadan onaylama durumu hep devam etti.

Bad albümüne isim veren klibini izleyince ilk defa bir MJ ürününe maruz kalmadığımı aksine sevdiğimi düşündüm. Herkesin mükemmel dediği kişinin ‘Ben kötüyüm.... ben kötüyüm...gerçekten kötüyüm...’ demesi hoşuma gitmişti. Şarkının diğer bölümlerinde ne söylediği önemli değildi. Kötü olmak da iyi olmak kadar insani bir şeydi . ‘We are the World’ ve benzeri kampanyalarda üstlendiği/kendisine biçilen beyaz melek rolünden, siyah kıyafetlerin içinde normale/sıradanlığa geçiş yapabiliyordu. Tabii ki ondan benim için en iyi kötü olan Dart Vader ‘a dönüşmesini beklemiyordum ama klibin metro istasyonunda çekilmiş olması ve dansçılarla birlikte orayı altını üstüne getirmeleri oldukça Amerikanvari bir gerçekti.

Ama 1990’larda MJ’e ihtiyaç var mıydı? Artık devir ‘I’m fucked up, need to be fixed up’ diye rahattan bunalıp bunalıma giren , problemli ya da boşanmış orta ve orta-alt sınıf ailelere mensup, ellerinde gitar Nirvana ya da Peal Jam türevi yeniyetmelerin ve internet kullanımının yaygınlaşmaya başlamasıyla plak şirketlerinin tahtının sallandığı ve MJ’in içini doldurduğu mega-star kavramının yok olmaya başladığı ve bunun yerine müzikte binlerce çeşninin birbiri içine gireceğinin emarelerinin gözlemlendiği devirdi. Artık birinin çıkıp ta MJ gibi olması hatta orjinalinin de bir dönem önceki etkisini göstermesi imkanzısdı. Belki O da bunun farkındaydı; 90’larda medya sirkindeki yerini müziğinden daha çok giderek beyazlaşan teni, estetik müdahalerle tanınmayacak hale gelmeye başlayan ve Thriller videosundaki zombie haliyle karşılaştırılan yüzü, yetişkin bir adam olduğunu ispat etmek için anlaşmalı yapıldığı söylenilen ve hemen sonlanan ilk evliliği, suratına maske takarak dışarıya çıkması ve benzeri bir çok tuhaf davranışı belirledi. Çıktığı bir televizyon programında “Ben sizler gibi normal hayat süremiyorum, yolda yürüyemiyorum, sinemaya gidemiyorum, süpermarkette alış veriş yapamıyorum hapishanede gibiyim...” diyordu. ‘Leave Me Alone’ diye haykırıp , bütün bunlardan kaçmak için Neverland’de yarattığı gerçeküstü dünyaya sığındıkça , normaller canını acıtarak O'nu gerçek dünyanın içine çekmeyeye çalıştılar.

1993’te Amerika’da çocuk kaçırmayla birlikte en büyük suç olarak kabul edilen çocuk tacizi iddalarının şöhretine düşürdüğü gölge, suçsuz olduğunu söylemesine rağmen aileye sus payı vermesi, onu ne olursa olsun destekleyen insanların bile kafasına ‘Bad’ şarkısında söylediği gibi ‘Bad’ bir şey yaptı mı, yapmış olabilir mi sorularını getirdi. ‘Wacko Jacko’ (Deli Jacko) talk showların, komedi programlarının, daha çok para kazanmak isteyen paparazilerin ve yüksek tiraj açlığındaki tabloid gazetelerin ve dergilerin altın madeniydi.

Çoğu zaman kendisine ve müziğine mesafeli durduğum Michael Jackson’ı sevmemi sağlayan ise 2003’te İngiliz televizyoncu Martin Bashir’in Michael Jackson’la birlikte geçirdiği 8 aylık sürecin sonunda ITV’de yayınlanan ve sonrasında deprem etkisi yaratan belgeseldi. 14.5 milyon kişinin izlediği belgesel aslında Michael Jackson’ın şöhretini geri getirme çabalarıydı ama MJ açısından ise tam bir PR felaketine dönüşmüştü. Martin Bashir’in tabloid gazeteciliği sorularıyla Michael’ı köşeye sıkıştırması, taşıyıcı annenin doğurduğu yeni çocuğunu yüzünü örterek biberonla beslemeye çalışması ama bunu eline yüzüne bulaştırması, Las Vegastaki bir antikacı dükkanına girip 6 milyon dolarlık alışveriş yapması ama en önemlisi ise ‘Neverland’a gelen çocuklar’a yatağını verdiğini ve onları yatarken seyrettiğini söylemesi ise insanların kanını dondurmaya yetmişti. Ertesi gün, herkes ilk taşı atan olmak yarışıyordu.

Benim o belgeselde gördüğüm Michael Jackson ise manevi olarak canı yanmış ve tekrar canının yanmasından ürken bunu engellemek için de dönüşümlü olarak Peter Pan/Wendy rolünü üstlenen bir çocuktu. Bashir’in köşeye sıkıştırıcı sorularına verdiği cevaplar, gerçekten ancak bir çocuğun verebileceği kadar saf ve dürüsttü... Çocuğunu beslemeye çalışırken (ya da çocuklarına babalık yaparken) Wendy’di. Neverland’a gelen çocuklar Peter Pan’ın ne büyüyen ne de ölen oyun arkadaşları Lost Boys’tu. Ama belgeselin yayınlanmasından kısa bir süre sonra Lost Boys’un birinin şikayeti üzerine 1993’teki iddianın takibini yapan savcının açtığı dava yine MJ’i medyanın bir numaralı malzemesi haline getirdi. Kararın açıklanacağı gün mahkeme salonuna girdiğinde gözlüklerinin arkasına saklamaya çalıştığı (hiç bir zaman unutamıyacağım) korku dolu dolu yüz ifadesi aslında her şeyi anlatıyordu.... Michael ruhsal olarak bu dünyadan ayrılmıştı...

Peter Pan’ın sonunda Wendy kardeşleriyle birlikte geri dönmek istediğinde Peter ‘Ama geri dönersen büyürsün’ der. Yalnızca Wendy değil Lost Boy'lar da geri dönmek ve büyümek arzusundadırlar. Ve... Lost Boys, Wendy ve kardeşleri Neverland’den ayrılırlar; büyümek istemeyen Peter’i tek başına bırakarak.....

1 Temmuz 2009 Çarşamba

HATIRLA PERIPATETIC


Kitap anlamında çok fazla seçeneğim bulunmuyor şu anda. Araştırma dolayısıyla okuduklarım haricinde ev sahibimin kütüphanesi ile kısıtlıyım. Ancak iki kitap seçebildim şimdilik ve bunlardan bir tanesi Dan Brown'un Angels and Demons'u, düşünün... Yine de, bu seneye kadar hiç Dan Brown okumamış olduğumdan (geçen ay Da Vinci Code'u okudum) ve kitabın da filmi daha yeni çekilmişken durumum çok kötü sayılmaz. Tavsiye eder miyim? Yok etmem... Kitabın büyük kısmını "evet evet Illuminati, evet evet Benini, demek antimatter hmm evet evet" diyerek okumama rağmen aklımda bir şey kaldı. Kitabın deniz biyoloğu olmasının yanı sıra Yogi de olan kadın kahramanı, çözüm bulamadığı, köşeye sıkıştığı durumlarda, kendi kendine "düşün" yerine "hatırla" diyordu. Tanrı'nın ihtiyaç duyduğumuz bütün çözümleri aklımıza kodladığı varsayımıyla "hatırla" diyordu.


Ben de artık arada diyorum; "Hatırla Peripatetic. Hatırla."