27 Haziran 2009 Cumartesi

UCLA MEDICAL CENTER'dan BİLDİRİYORUM!!!

Gittiğim yerlerin olayı bitmez... Yıllar önce 1997'de Londra'dayken kendimi Prenses Diana'nın cenazesinde bulmuştum. Hala şaşırırım o kadar büyük bir kalabalığın nasıl olup da o kadar sessiz yürüdüğüne... Los Angeles'taki günlerim daha yeni hafta olmuşken yine bir dünya olayının ortasında buldum kendimi ve henüz bildiğim tek tük yollardan biri olan üniversite yolundaki hastane, Michael Jackson'ın ani ölümü ile medya ve hayran akınına uğrayarak beni şaşırttı. Sokağın iki yanında insanlar birikmiş ağlıyor, herkesin elinde mum ve çiçekler, tepemizde helikopterler dönüyor...

Ben haberi alınca açıkçası ne hissedeceğimi bilemedim. Benim için dehasını çoktan unuttuğum
garip bir yaratığa dönmüştü çünkü MJ. Çocuk istismarı suçlamaları kesinleşmese de, onlarla "sağlıksız bir yakınlaşma içinde olduğu" düşünülen, o kazandığı inanılmaz servetin neredeyse tamamını birlikte vakit geçirdiği çocukların ailelerine "sus payı" olarak dağıtan, Lisa Marie Presley ile o tüyleri diken diken eden garip evliliği yapan, daha sonraki evliliğinden olan çocuğunu balkondan aşağı sallandıran bir yaratık... Ama şimdi hakkında söylenenleri dinleyip yazılanları okuyunca yavaş yavaş hatırlıyorum albümlerini nasıl beklediğimi, videolarını tekrar tekrar nasıl seyrettiğimi...

Özgün bir deha olduğunu, hepimizin hayatında mutlaka bir yeri olduğunu kabul ediyorum. Sonra da düşünüyorum; çocukluğunu yaşayamamak gerçekten böylesine onulmaz yaralar açıyor mu insanın ruhunda diye... Ayakkabılarının altı delik bir maden işçisinin çocuğu iken Los Angeles'a ilk geldiklerinde ağabeyleri otelde kalırken MJ'in Diana Ross'un malikanesinde kalması, bu zenginlik karşısında onun gibi olmaya karar vermesi, gün gelince suratını da Diana Ross'a benzetmeye kalkmasını nasıl açıklar? Aslında anlaşılan o ki gerçek hikayesini hiç bir gazeteciye, yazara, arkadaşa anlatmamış. Yıllar yıllar önce Jacqueline Kennedy Onassis, Doubleday'in baş editörlüğünü yaparken MJ ile biyografi sözleşmesi imzalamış ve heyecanla beklemeye başlamış gerçek hikayeyi... Teslim zamanı gelince karşısında hayat hikayesi değil de fotoğraf albümü bulunca kızılca kıyamet kopmuş... Yani ortada çektiği sıkıntıları ve mutsuzluğunu dile getiren bir insan var ama hikayesi yok... Valla ben kendim dinleyemeyeceğim ama "Beni anlamak isteyenler Childhood'u dinlesinler" diyor bir röportajında. Zeki Müren de "beni anlamak isteyenler Kandil'i dinlesin" demişti ölmeden önce... (O şarkıyı severim ama) Neyse belki bunda sonra ortaya çıkar gerçek hikaye...

Söz konusu çocukları gerçekten de üzmediğini umuyor, muhteşem videolar ve Thriller ve Bad albümü için gönülden teşekkür ediyorum... Allah, ruhlarının seçmedikleri bir bedene hapis olduğunu düşünen herkesin yardımcısı olsun.

22 Haziran 2009 Pazartesi

Nida'nın Nidası

Amerika'nın batı yakasında olanların hayatı daha yavaş ve keyifli yaşadıklarını hepimiz biliyoruz. Şimdi şimdi merak etmeye başladım ben de, "Acaba bu keyif ve rahatlık, televizyondaki ciddi programların doğu saati ile yayınlanmasından ve orada akşam üzeri 4 ila 7'de gösterilmesinden dolayı mı?" diye. İş dönüşü, akşam yemeği derken televizyonlarının başına geçtiklerinde CNN'de Anderson Cooper bitmiş, diğer kanallardaki dizi ve filmler başlamış oluyor. Dünyanın yükünü böylece o yük omuzlarına hiç binmeden hoop atmış oluyorlar. Yine de işte Nida'nın sesi burada bile duyuldu.

CNN belli ki sabahtan akşama kadar İran yayını yaparak İran Devrimi'ni tersine çevirebileceğini düşünüyor. İran'daki gençler sabahtan akşama Twitter'den haber geçiyorlar kendilerine uygulanan orantısız güçten dünyayı haberdar etmek için. İran'daki protestocuların hissettikleri, tanıdık geliyor bana. Oyları ile kendilerini yöneten karanlığı sona erdireceklerine inan, seçim sonuçları açıklandığında çoğunluk denilen bir yığının karanlığı yeniden seçtiğini duyan insanların hissettiği o büyük hayal kırıklığı çok tanıdık. Hayal kırıklığı, öfke sonucu değiştirmiyor ama. İran'da devrim yerinde duruyor, benim ülkem yönetilirmiş gibi yönetilmeye devam ediyor. İran'da Nida ölüyor, Türkiye'de nidalar duyulmuyor.

Şimdilik...

20 Haziran 2009 Cumartesi

BABALAR GÜNÜ



Kızının bilmiş bilmiş de olsa belirttiği her fikri dünyanın en akıllı yorumu gibi kabul eden, fikirlerini daha sık, daha rahat dile getirmesi için onu cesaretlendiren, anneyle birlikte onu sonuna, en sonuna kadar okutan, dışarıdakiler onun sesini duymadığında veya bu kız seferlerinden yorgun, yenik, yaralı geldiğinde onun yaralarını sarıp tekrar sefere yollayan, insanlık hallerini çok iyi anlayan, en büyük günahın umutsuzluğa kapılmak olduğunu öğreten ve koca kazık olduğu halde babasına hala "düdük makarnadan kolye" hediye eden kızını bağrına basan babamın Babalar Günü kutlu olsun.

18 Haziran 2009 Perşembe

LOS ANGELES GÜNLÜĞÜ: BATI YAKASI

Araştırma yapacağım kütüphaneye yakın diye Los Angeles'ın batı-
sında kalıyorum. Yirminci yüzyılın başında burası aslında zengin muhitmiş, zencilerin mülk almasının yasak olduğu. Sonra (sanırım 1940'ların sonu) Nat "King" Cole batıdan ev almak istemiş; yerel yönetim "hayır" deyince de mahkemeye vermiş. Kazanınca da batıya hızla "renkli vatandaş" akını başlamış. Zengin beyazlar doğuya doğru kaydıkça onlardan boşalan evlere zencilerle birlikte Hispanicler, Koreliler, İranlılar yerleşmiş.





Evler 1920'ler özellikleri taşıyor ve tarihi. İçinde oturanlar, evlere bakmak zorunda.
Tamir etmezse, çürümye bırakırsa veya planını değiştirirse, hemen yiyor cezayı. Sakin, hatta zaman zaman ıssız bi mahallede oturuyor olsam da Los Angeles'da her yer insana tanıdık geliyor. İşte oturduğum sokağın karşısındaki ev! Six Feet Under dizisini seyredenler hatırlasın bakalım altında cenaze hizmetleri verilen ev hangisiydi...

Gerçekten de pek çok şey dizilerde (The Closer, Mentalist) gördüğümüz gibi. Sabahları kütüphaneye yürürken (5 dakika)arabalarının içinde uyumuş ve yeni uyanan evsiz insanlar görüyorum. Otobüse yetişmek isteyen birinin yanar halde attığı sigara izmariti, hemen biri tarafından yere düşmeden havada kapılıyor. Mahalledeki sosyal güvenlik bürosuna kayıt olmaya gittiğimde evsiz bir anne-oğul geldi. Zenci anne, incecik çok güzel 20-21 yaşında, oğlu da en fazla 5 yaşındaydı. İçeri girer girmez hemen uyumaya başaldılar. Sokakta yattıkları için kat kat giyinmişlerdi. Anne, çocuğunu tuvalette silerek temizledi. Tam kafamdaki evsiz tanımına uyuyorlardı; bir tek kızcağızın çanta ve ayakkabısı hariç. Onları yepyeni ve son moda görünce, "aaa yanıldım herhalde" dedim, "bunlar evsiz değil." Sonra kız çantasını karıştırırken çatal, bıçak, bardak vs çıkarınca "eee?" dedim. Sonra geldi aklım başıma. Öyle değil miydi okuduklarımız, "bir çift ayakkabı karşılığında..." Sonra etrafıma bakınca benden başka herkesin, güvenlik görevlileri dahil, durumu tabii çook önce çözmüş olduğunu fark ettim. Benim için çok acıklı bir sahne olarak kalacak bu.

Kütüphaneden üniversiteye gitmek için bindiğim otobüs, batı yakasını aşarak beni manzaralı yollara taşıyor. Wilshire'dan Westwood'a giderken de hep tanıdık yerler görüyorum ama bu sefer güzel giyimli, sapsarışın insanların yürüdüğü sokaklar. Adım başı, bir spor arabanın üstüne çıkmış bikinili bir kızın fotoğraf çekimi var. Bugün kampüste de abc'nin, Good Morning America'sını çekiyorlardı. Kameraman ben oradan geçerken "Darliiing" deyip kameraya bakmamı istedi. Uzadım tabii hemen oradan...

11 Haziran 2009 Perşembe

ATLANTİK'TEN PASİFİK'E

Amerikalılar yılda 25 milyon dolar kazanan Angelina Jolie'nin nasıl olup da "Amerika'nın en güçlü kadını" sıralamasında, yılda 275 milyon dolar kazanan Oprah Winfrey'i geçerek birinci sıraya oturduğunu tartışa dursun, bende yeni yolculuk heyecanı başladı. Çok değil bir-iki gün sonra bu kıtayı neredeyse boydan boya geçip LA'ye ineceğim...


Amerikan İmparatorluğu'nun merkezinden bambaşka bir aleme, iklime gidiyorum... Sağlık kesintilerinin en çok vurduğu, eyalet valisinin Arnold Schwarzenegger olduğu yere gidiyorum... Paparazilerin ünlü çekmek için üşüştükleri Los Angeles LAX'ten giriş yapacağım bu diyara... Hadi bakalım....  


 

5 Haziran 2009 Cuma

ATLANTİK ÖTESİ


Atlantik ötesi günler, bir ayı devirirken çok hızlı geçmeye başladı. Buradaki hayat da, gündem de, benim için dünyanın dönüşü de çok hızlı.

Gündemde tabii ki Obama'nın Ortadoğu gezisi ve Kahire Üniversitesi'nde yaptığı konuşma var... Cumhuriyetçiler "ABD başkanı tüm dünyayı özür dileyerek dolaşamaz" deseler de ülkenin geniş kesimi memnun. İnsan burada olunca, bizdeki medya mensuplarının tercüme ettikleri görüşleri köşelerine nasıl orjinal diye koyduklarını son derece açık, tabak gibi görüyor. En son Akşam gazetesinde bir köşe yazarı kadın, "Bence Obama'nın yer seçimi o kadar yanlış ki kendini bacağından vuruyor. Mısır yerine bence Endonezya olmalı" diyordu. "Pes" dedim, "bence" dediğin şeyi burada günlerdir herkes tartışıyor.

General Motors iflas etti. Hemen arkasından televizyona "biz böyle olsun istemezdik, çok genişledik rekabet edemedik ama yenilenip yeniden geleceğiz" reklamı verdiler, çok takdir ettim. Malum bizde yanlıştan sonra özür dilenmez, kötü biten şey konusunda hiç konuşulmaz. 

Batı yakası henüz ne dinliyor bilmiyorum ama doğu yakası, Bob Dylan ve Dave Matthews Band'in son albümlerini dinliyor. Nemlendirici losyon yerine Nivea ve Vaseline, "jel yeni losyon" diyerek jel promosyonu yapıyorlar. TLC, Jon ve Kate ve 8 çocuklarının anlatıldığı reality show ile reyting rekorları kırıyor. Ben buradayken Jon ve Kate'in boşanma olasılığı ile yer yerinden oynadı, bir an İngiltere'de miyim diye düşündüm... Allah'ın Kızları kitabı yüzünden yargılanan Nedim Gürsel'in davasının 25 Haziran'a ertelenmesi New York Times'da haber oldu. 
          
Ben, özlediklerim dışında iyiyim. Soya sütünü sevdim. Üzerinde çalıştığım filozofun Stoik olduğunu söyleyen bir kitap okudum. Ben biliyordum öyle olduğunu da ben deyince kimse ciddiye almıyor malum...