26 Şubat 2009 Perşembe

SEVGİSİZ POLİTİKANIN İNSAN SEVGİSİ YOKSUNU NEFERLERİ

Oturduğum yerde oturmamı engelleyecek, kalkıp her gün karşımdaki televizyona bağıracak kadar çok kızıyorum bu adamlara... En çok da nasıl bu kadar sevgisiz olabildiklerine hayret ediyorum. Ölen insanların varlığı karşısında nasıl bu kadar ruhsuz ve kalpsiz durabiliyorlar... Bir can kaybının ailesinde yarattığı yıkımı paylaşmak için o insanı tanımak mı gerekiyor? Ulaştırma Bakanı'nın seçim gezisi programını değiştirip İstanbul'a dönmesi için bir uçak kazasından daha büyük ne olması lazımdı? Kazazede yakınlarını Hollanda'ya götüren uçağa Bakan'ın da binmesini beklemek, kendi aldığı bilgilerle endişeden ölmek üzere olan insanları rahatlatmasını istemek koskoca, büsbüyük, sıradan insanlardan çook önemli  bir bakandan beklenmeyecek bir şey mi? 

O kadar önemli bir insan ki kendisi, uçağa binip Hollanda'ya gitmedi, İstanbul'a veya Ankara'ya da dönmedi. Gazetelerden öğrendiğimiz kadarı ile Bingöl'de zaten daha önce açılmış olan cadde ve parkları kurdele kesip yeniden açtı....Uyduruktan hızlandırdıkları trene oturttukları yolculardan 40'nın ölmesini de istifa etmek için yeterli görmemişti kendisi. Her kar yağdığında, buzlanma olduğunda ölümlü kazaların yaşandığı Bolu Tüneli'ni davul zurnayla kendilerinin açmış olduğu da umrunda değil.

Sonuç olarak işte bir kere daha gördük ki  sevgisizsiniz, yetersizsiniz, beceriksizsiniz, kötüsünüz kötü...         

22 Şubat 2009 Pazar

KENDİME NOT!

Bugün saat 23.00'de hafta içi seyretmeyi unuttuğum DiziMax'in yeni dizisi The Mentalist var. Unutma! 

Simon Baker'ı yıllar yıllar önce The Guardian'da Nick Fallin rolünde seyrederken bu adamın hiç gülmediğini düşünmüşüm ki Mentalist'te Patrick Jane rolünde bol bol gülümserken görünce çok şaşırdım. 
En az Guardian kadar karanlık bir dizi Mentalist. Ama ben bayılıyorum Jane gibi dizi karakterlerine...  Hayatta karşılaştıkları ters durumlar için hep bir planları var ceplerinde. Dizinin ortasına doğru her şey öyle bir karışıyor ki "hah işte şimdi bittin sen oğlum" derken sonunda anlıyoruz; gerekli önlemler alınmış ve "harm is not done". Prison Break'teki Micheal'da böyle bir karakter. Ben, hayatta ters giden işler karşısında hiç bir hazırlığı olmayan (artık salak mı dersiniz) bir insan olarak, bu dizilerde oynasaydım kesin ilk bölümde bitmişti benim için yazdıkları rol....

Meraklısına Not: Guardian, TNT kanalında yeniden gösteriliyor. Ben sırf jeneriğine bakıyorum Wallflowers'ın Empire in My Mind şarkısını dinlemek için.     

20 Şubat 2009 Cuma

ANKARA'DA KAR VAR

Ankara, sevgilim gri Ankara... Bu sabah, ne güzel bir sürpriz yaptın bize. Bütün işlerim kaldı ama perdeyi bir açtım ki bembeyaz olmuş her yer... 

Laf aramızda ödüm kopuyor küresel ısınmadan, Ankara'ya artık doğru düzgün kar yağmayacağından, yaz gelince Avustralya gibi yanacağımızdan.... Neyse ki şimdilik kar var. Ben de kış çoraplarımı geçirdiğim Yeti ayaklarımı uzatıp şöyle kopkoyu bir kahve içeceğim şerefine. 

Hani Benim Evrensel Misafirperverlik Hakkım?

Her ne kadar şu Stoacı kalbim insan sevgisiyle dolup taşsa da (!) hiç bir zaman Kant'ın evrensel misfirperlik hayali ile eğlemedim kendimi. Ama ne zaman ki yeşil pasaportun konforundan lacivert pasaportun çilesine düştüm "ne oluyoruz" oldum. Hele geçen sene bir Portekiz vizesine başvurma hikayem var ki daha önce kendimi hayatta hiç bu kadar "öteki" hissetmemiştim. Salazar artığı, "döt" vize memuru Jorge bizden noter onaylı otel rezervasyonu istemeye kalktı. Pazar günü uçacağımız halde vizeleri ancak Cuma 15.55'te alabildik. 
Şimdi yine vize alma/alamama kabusları çöktü üzerime. Almanya transit vize istiyor mu? Sırf geçmek için mi veriliyor yani o 60 Avro? İşte Kant'ı yetiştiren ülkenin bana ettikleri... Sonra da anlat çocuklara yok sonsuz barış teorisiymiş yok insanlık toplumu bölünmez bir bütünmüş... Yaaa bir de benim ABD vizem öbür pasaportumda kaldı, çift pasaportla seyahat ederken bir sorun çıkmaz değil mi? 

Bu arada, hadi ben şu vize işlerini hallettim. Ama canım ülkem beni o kadar sevip bağrına basmış ki öyle kolay kolay bırakmıyor bir yerlere. Dünyanın en pahalı pasaportlarından birini kullandığımızı biliyor muydunuz? İki sene önce iki senelik pasaport için 230 lira ödemişim. Şimdi bir sene için 253,80 lira ödemem gerekiyor. Bir de tabii yurt dışına çıkış harcı var. Evet, belki dışarıda kimse benim misfirperverlik hakkımı önemsemiyor ama gördüğünüz gibi kendi ülkem beni sevgisiyle öyle bir sarıp sarmalamış ki "nereye" diyor, "kal".    
  

14 Şubat 2009 Cumartesi

ANKARA’DA DAHA ÇOK FİNLİ OLMALI VEYA ODE TO A FRIEND



Faranjit olmuşum çok kötü. Yeni yeni 2 dakikadan biraz daha uzun konuşabiliyorum. Ama bu hafta sonu The Rasmus var. Eeee ne olacak şimdi? Şarkılara eşlik edeceğim derken sigara dumanı yutacağım bol bol. Bu, afadersiniz, öküz deviren virüsü hala vücdumdan atmamışken bir de faranjitin gereksiz yere azdırılmış, fenanın da fenası versiyonu ile mi uğraşacağım? Ama öbür tarafta da gri Ankara'ya, taa ayağıma kadar gelmiş Finliler var... Zor bir seçim derken tabii ki Finliler ağır bastı. Çantama pastil, antibiyotik, ıslak mendil, kuru mendil ve su koyarak yollara düştüm. Başımda Katmandu dükkanından aldığım iki kat turkuaz bantım, boynumda kendim örmeye başladığım ama örgü becerilerimi bir türlü takdir etmeyen sevgiili annem tarafından bir gece, herkes uyuduktan sonra bitirilen, yün boğazlığım...

Etraftakilerin bakışlarından anladığım kadarı ile deli bir insan gibi görünüyor olmama aldırmadan peripatetic ayaklarımla tıpış tıpış konser arkadaşımın ofisinde buldum kendimi. Bu çok eski sevgili arkadaşım, beni yılların iniş çıkışlarında, çalkantılı denizlerde, güneşin altında, öfkemde neşemde, güzel topuzlu iken kalın kaşlı iken, her halimle gördü; avucunun içi gibi tanıdı işte. En çok da son iki yıldır devam eden (evet hala devam ediyor) deliliğimi sakinliğe dönüştürme çabaları sırasında... Bir yaz boyunca neredeyse her buluşmamıza koca koca kitapları 34,5 numara ayakları ile getirdi bana "Bak bunlar senin araştırmanla ilgili" diye. "Ağlama. Ne olursun ağlama" dedi. Öyle tanıdı ki beni sonunda, The New Adventures of Old Christine'i seyrederken Christine'in söylediği "I thought there was enough happiness
for everyone, but Richard got it all" sözlerini aslında benim söylediğimi şıp diye anlayıverdi mesela. 





Bugün de almış konser biletlerini, elinden tutup öbür tarafa, delilikten normalliğe geçireceği arkadaşını bekliyordu. Bekliyordu beklemesine de konser başladığında taktı çantasını benim koluma, bastı gitti faranjitli boğazımla gidemeyeceğim derinliklere "remember the times/ together we swore, never give up this life/ still hanging on/ still going strong" diyerek.... 

Ayrı noktalarda vardığımız gecenin sonunda yine aynı görüşteydik; Ankara'ya daha çok Finli gelmeli!!! Kuğulu Park'a sarhoşlar pişirip yesin diye kuğu getireceklerine görenleri mest edecek Finlileri getirsinler efendim!!! Belediye başkanı adaylarının kampanyalarında halkımızın bu ihtiyacına değinmiyor olmaları anlaşılır gibi değil.             

10 Şubat 2009 Salı

Othello

The robbed that smiles, steals something from the thief.
He robs himself that spends a bootless grief.

Duke of Venice, Othello, Act I, Scene iii  

6 Şubat 2009 Cuma

Eski Dostlar Toplanınca

Eski dostlar toplandık dün. Yaşlar, boylar, kilolar farklıydı da omuzlardaki yük aynı... Birlikte geçirdiğimiz kısacık saatlerde şöyle bir yasladık sırtımızı birbirimize de azaldı sanki biraz yükümüz. Güldükçe boynumuzdaki değirmen taşları kahkahalarda birbirine çarpıp şaklayan çakıl taşları oldu. Kendimize güldük, "iyi de kızım" dedik birbirimize güldük. 

Olmak istenilenin her zaman olunamadığı, hayallerin havada asılı kaldığı bir memleketin çocuklarıyız biz, ne yapalım...Öğrendiklerimizmiş işte yanımıza kar kalan. İyi üzülmek bir hayat sanatıymış; ne olursa olsun yaşamakmış yapmamız gereken. 

Sıradaki şarkımız bir istek. Tom Petty, Strateji Kızları için söylüyor "Learning to fly, but I ain't got wings"

Well some say life will beat you down 
Break your heart, steal your crown
So I started out for God knows where
But I guess I'll know when I get there